Dolar (USD)
32.53
Euro (EUR)
34.84
Gram Altın
2437.47
BIST 100
9716.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

11 Eylül 2021

Epistemolojik tahakküm

İnsan dünyada kendi iradesi dışında bulunmaktadır ve dünya insan için verilidir. Bunun anlamı; insanın belirli bir düzeye kadar dünyayı değiştirme gücü olmakla birlikte, insan, tabiat ve evrenin genel işleyiş ilkelerinin bulunduğu; bu ilkelerin ihlal edildiği oranda insanın olumsuz olaylarla karşılaşacağıdır.

Bu durum “imkan” kelimesini anahtar bir kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır kanaatimizce. Aslında tüm yazdıklarımı “imkan felsefesi” ve “imkan sosyolojisi” çerçevesinde okumak ve analiz etmek mümkündür. Doğrusu bu verili dünyada insanın yapıp etmelerinin verimli olabilmesi için kendisinin ve dünyanın imkanlarını bilmesi lazımdır. Aksi taktirde çok şey yapmak isteyebilir ancak bunlar mümkün olmaz. Bu bağlamda insanın imkanlarını kullanamaması kadar, cirmini aşan işlere girişmesi de bir o kadar handikap olacaktır.

Söz gelimi; içinde yaşadığımız çağda özgürlük neredeyse insan için olmazsa olmaz listenin en başında gelmektedir. Doğrusu ben de özgürlüğün bu önemli boyutunu her fırsatta vurgulamaktayım. Ancak modern zamanlarda insanın Tanrı’ya kafa tutmasını özgürlükle eşitleyen düşüncelere baktığımızda, bu düşüncenin insanın cirmini aşan bir talep olduğunu görürsünüz. Çünkü insan ölümlü bir varlıktır. Fakat dikkat edilirse dinlerin insanın kökenine dair yazdığı hikayelerde olsun, kutsal kitabın tarihsel süreçte anlattığı serencamda olsun insanın kendi imkanını ve verili dünyayı gözetmeksizin yaptığı ataklar söz konusudur.

Modern dünya insanın özgürleşimi iddiasıyla başladı. Buna göre kurumsallaşmış olan Hıristiyanlık üzerinden toplum üzerinde kurulan baskı, aslında kilisenin gerçeklikten kopuşu ile bağlantılıydı. Modernlik artık Tanrı’ya referansta bulunmadan özne olarak insanın bir dünya kurma girişimi olarak dikkat çekmektedir. Şu anda işte bu iddianın postmodern versiyonunu yaşamaktayız.

Ortaçağ’dan modern dünyaya geçişle birlikte gerçekleşen ontolojik ve epistemolojik yer değiştirmeler, son kertede Tanrı ile insan, vahiy ile insan bilgisi arasında otorite değişimini sonuçlamıştı. İnsanın bu merkezi konumu kendisi kadar bilgisini de mutlaklaştırmasına sebep olmuştur. Halbuki kendisi sınırlı sonlu bir varlık olan insan üretimi bilgilerin sürekli yanlışlamaya açık olduğunu unutmamak gerekir.

Epistemoloji ile ilgili tartışmalar Batı’da farklı boyutlara doğru evrilmiştir. Duygu ve sezgilerin öneminin ihmal edilmesi tek bir bilme tarzını öne çıkarmıştı. Bu bağlamda “bilim”in tek bilme tarzı olmasına Feyerabend’in itirazını görmekteyiz. Kendisi “Bilim Kilisesi” tabiriyle bu bilme tarzının dogmalaşmasını eleştirmektedir.

“Bilim”in doğası sürekli eleştirilebilirlik, farklı görüşler ve yanlışlamaya açık dinamik bir nitelik taşımasıdır. Bugün için bilim söz konusu olduğunda maalesef onu dogmatikleştiren bir zihniyetinde giderek yükseldiğini görmekteyiz. Bu dogmatikleştirmenin birkaç boyutunu şu şekilde ifade edebiliriz.

Birincisi, bilimsel görüşler hangi alanda olursa olsun ictihadi nitelikler taşırlar. Yani bilim adamları aynı görüşte olmayabilirler. Bu görüşlerden herhangi birisini “sahih” ilan ederek diğer görüşleri bilim dışı ilan etmek bilimin kendi karakteristiğiyle örtüşmez. Tıpkı dinde farklı mezhepler arasında da mutlak bir sahihlik iddiasının olamayacağı gibi.

İkincisi, bilimin bilme faaliyetini gerçekleştirdiği bir metodu ve alanı vardır. Dolayısıyla dünya ölçeğinde tek bilme biçimi değildir. Elbette fenomenal dünyada bir bilme alanına tekabül etmektedir. Fakat onun sonuçlarının tümüyle mutlaklaştırılması, bir dönemin kilise dogması haline getirilmesi demektir.

Bilgi sürekli denetlenebilir, yanlışlanabilir, değişebilirlikler açısından dinamik bir karaktere sahiptir. Bunun dışındaki yaklaşımlar epistemolojik bir tahakkümü dünyaya sunmak demektir.