Dolar (USD)
32.39
Euro (EUR)
34.72
Gram Altın
2417.70
BIST 100
10045.74
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

04 Eylül 2018

Eylül mızmızlığına son

Sizi bilmem ama ben Eylül’ü edebi mızmızlıklarla heba etmeyi hiç düşünmüyorum. Faniliğe hayıflanmak yerine iyi ki geçip gidiyor olduğumuza sevinme ayı olarak ilan edebiliriz Eylül’ü. Bu ilan yalnızca edeni bağlasa da…

Hayal edin! Şehirlerarası bir otobüsün, gecenin bir yarısı, tekerleklerinin ucunda geçip gitmesi bir şehrin içinden, ne güzeldir. İlk gençliğinden ve son gençliğinden, deliliğinden ve serseriliğinden yorulmuş bir faninin hayatının bir noktasında durması, bir bakması ardına ve bir daha görmemecesine dönüp önüne keyfini yudumlaması… Ağır ağır ve bütün bir hayatın “Oh olsun! Ne güzel geçmiş gitmiş!” olduğunun seyri… Ya kalsaydı. Ya hiç kıpırdamasaydı yerinden. Ya hep aynı kalsa ve bir tekrar mengenesinde boğulsaydı ömrü… Ne olurdu…

Mevsimler ve tabiatları üstümüze gelir. İçimize girer ve bizi kendilerine benzetirler, evet. Fakat bizim aklımız da armut toplamıyor. Biz de bakış ve anlam yükleme maharetimizle dolaşıyoruz yeryüzünü. Biz de onların altından girip üstünden, üstesinden gelebiliriz. Dolayısıyla ne kış, her vakit kıyamettir. Ne yaz, her daim sazdır, sözdür. Hele baharın her zaman pür neşe olduğunu veya son baharın pür hüzün olduğunu kim söylüyor? Bahar da olsa son olduğunu kim vurguluyor? Hayatımızda en az elli- altmış-yetmiş bahara, ıslak gözlerimizi belertip de “Bu son! Vallahi bu son!” dedik te ne oldu? Bir daha geldi ve yalanımızı yutup afiyetle yaşadık. Öncesinde de erik çaldığımız, papatyaları kel bıraktığımız nice ilkbaharlar var iyi mi?! Faniliğin bütün bu imkânlarına rağmen, Eylül’de mutluluğun bitişine, çıkışına gelindiğini ve bu ayın kayıtsız şartsız ayrılığa çıktığını kim iddia ediyor?

Bir mevsim bir mevsim değildir. Bir mevsim dört mevsimdir. Bir mevsim diğer üçünden gelmiştir. Ve gidecektir de. Durmayacaktır durduğu yerde. Sonbahar sonbahar oluncaya dek daha çok bir yaz ve biraz da ilkbahardır. Yazın bungunluğuna kıştan gönderilmiş bir yelpaze değilse, nedir Eylül? Hem kıyamete yumuşak geçiş gibidir. Kıyametin/yıkılıp yeniden kalkmanın heyecanıyla ilk kez yakınlık kurmak gibidir. Merhaba; değişecek olmak! Merhaba; düzenin sürekliliği ve dengenin müjdecisi! Yeniden yapılanmak için yıkılmanın değerini konuşma aralığı merhaba! Demek gibi değil midir, Eylül…

Artık Eylül’ü edebiyatın, hele de mızmız edebiyatın eline vermemeli belki de…

Mehmet Rauf’un adına roman yazmış olduğu Eylül her zaman umutsuz bir aşkın yaşanacağına dair uzun uzadıya bir fal gibi durdu zihnimizde. Nevi şahsına münhasır bir ruh halini o yaşanmışlığa has kılamadı ve kendi hayatına aldı belki çoğu okur. En çok ta yaşanılacak bir olayın uzatmalı tahlilinin o olayı yaşanmaz kıldığına, dolayısıyla edebiyatın hayatı yaşanılası kılmak kadar, yaşanılmaz kılmak gibi bir fonksiyonu da olduğuna işaret etmek gerek belki de…

Bu belkilerin hepsi ‘düşünmeye devam ediyoruz, farklı düşünebiliriz-‘in levhası olsun. Fakat ben abartılmış olan her şey gibi, edebiyatın da kendi arkasına nasıl saklandığının ve onu nasıl olup ta doğru sobeleyebileceğimin peşindeyim. Zihinsel saklambacımız için alacakaranlık veya hiç uğranmamış noktaları seçmek peşinde…

Yine Ahmet Altan’ın “Eylül’de bütün aşklardan ve kadınlardan korkma” geleneğine uymak gerekmez. Belki “korktuğuna uğramamak için yapılması gereken nedir?” sorusu ağırlanabilir son yaz gecelerinde… Zaten korkunun ecele bir faydası olmadığına göre, -çok insani olduğu için- korkusuzluğu değil de, daha az korkuyla ecele yürümek gerekir. Korkudan tir tir titreyeceğimize, cesaretimizden korkmayı deneyebiliriz.

Eylül'e neden bu kadar yükleniliyor, anlamıyorum. Senenin tek bir ayı değil ya bu... "Eylül'de geeel" mez, bakarsınız Ekim'de çıkagelir beklediğiniz. Gam mı, zam mı, bilemeyiz orasını… Üzmeyin kendinizi...
Hayat hep o -ne idüğü belirsiz- bir Nisan mizahı. Ya da iki Nisan ciddiyetinde devamda...
Bakın. Balıkçı simitçiyi masum kahvaltısına çağırdı. O kadar teklifsiz bir "gel" di ki bu, az kalsın ben de damlayacaktım tekneye...