Halk Siyasetin Neresinde?
En son söyleyeceğimi en baştan söyleyerek konuya gireyim. Bizde siyasetin gündemini toplum belirlemez. Toplum çeşitli talep, beklenti, sorun ve sıkıntılarını, gelecekten beklentilerini demokratik yollardan dile getirmediği için siyasetin gündemi azınlığı oluşturan politik toplum tarafından belirlenir. Siyasi partiler her ne kadar toplumdaki çeşitli siyasi eğilimlerin ya da görüşlerin bir siyasi hedef ya da talebe dönüştürülmesi için icat edilmişse de genellikle bu amaca hizmet etmezler. Bizde siyasi partiler ya bir davayı gütmek ya da siyasetin oluşturduğu iktidar imkânlarından yararlanarak kaynak dağıtımında söz sahibi olmak için kurulur.
Günümüzde ne sağda ne solda
ortada dava diye bir mefhum pek kalmadığından dava partileri ya çok küçüktürler
ya da sayıları çok azdır. Dava partilerine halk pek itibar etmez. Esas mesele
ekonomik kaynaklardan kimin ne kadar yararlanacağı meselesidir. Daha açığı
hangi toplumsal kesimin devlet kaynakları üzerinde söz sahibi olacağı ve bu
kaynakların kimlere dağıtılacağı bu manada daha büyük önem taşır.
Sivil toplumun yeterince
gelişmediği ülkelerde siyasi gündemi de siyasi partiler ya da siyaset kurumu
etrafında kümelenmiş küçük azınlıklar belirler. Siyasi kadroları fonlayan
merkezler ya da iş çevreleri bir süre sonra siyaset kurumu üzerinde tahakküm
kurmaya kalkarlar. Siyasetin dağıtacağı kaynaktan en fazla payı almak üzere
bütün güçlerini seferber ederler. Siyasetin finansmanının halk tarafından değil
de belli çevreler tarafından sağlandığı siyasi oluşumlar bir süre sonra bu
fonlama merkezlerinin gütmeye başladığı merkezlere dönüşmeye başlarlar. Oysa
siyasetin finansmanı halk tarafından sağlanmış olsa, siyasetin gündemi de yine
halkın talepleri doğrultusunda şekillenir.
Geniş halk kesimleri, siyasi
katılım kanallarını yeterince etkili kullanabilmiş olsa, siyaset kurumu üzerine
çöreklenen menfaat grupları bu kadar rahat hareket edemezler. Demokratik açıdan
olgunlaşmamış, ekonomik ve kültürel olarak gelişmemiş toplumlarda halkın siyasi
talepleri siyasi merkeze ulaşmakta güçlük çeker. Çünkü ne gündem belirleme
güçleri vardır ne de demokratik tepkilerini ortaya koyacak cesarete
sahiptirler. Toplantı, gösteri, eleştiri, yürüyüş, yayın gibi şiddet unsuru
içermeyen yollarla oluşan toplumsal itiraz ne yazık ki gelişmemiş toplumlarda
ortaya çıkmaz. Bu yüzden siyasetçi genellikle bildiğini okur, toplumsal
taleplere kulağını tıkama cihetine gider. Seçim zamanı ise toplumu konsolide
edecek söylemleri yüksek perdeden kullanıma açarak toplumun desteğini almaya
çalışır.
Oysa aslolan sivil toplumun
düşünce, beklenti talep ve problemlerinin siyasi alana demokratik yollardan
taşınması ve sivil toplum kuruluşları ve medya üzerinden bu taleplerin bir
baskı aracı haline gelmesidir. Üzerinde sivil toplumun baskısını hissetmeyen
iktidarlar ya da siyasi kadrolar kendilerinin uygun göreceği oranda ya da
miktarda halkın görüşlerini ciddiye alırlar. Hele de ülkedeki medya gücünün
kahır ekseriyeti eleştirel kanattan değil de koşulsuz destekçilerden oluşuyorsa
siyasetçinin eli çok daha güçlenir.
Böyle bir düzende aydın, ulema, akademi
kesimi de genellikle güçlüden yana tavır koyar ki, inşa ettikleri kalelerde
elde ettikleri imkânlar ellerinden alınmasın. Bu kesim hakikatin peşinde olmaktan
çok gücün devamından yanadır. Gücün yarattığı imkânları hoyratça kullanmaktan
ve esas işlerini bir kenara bırakarak siyasi gündemi ve fırsatları takip
etmekten geri durmazlar. Böylece toplumun önünü açacak bir nefes de
kendiliğinden boğulmuş olur. Aydın sınıfın ya da ulemanın siyasi kaygılarla
hareket etmesi ve hakikati bir kenara bırakarak iktidar çeperlerine yaslanması
bir ülke için en büyük tehlikedir. Zira bilgi gücünü elinde taşıyan kesimler bu
gücü toplum lehine değil de siyasi elitler lehine kullanırsa bu durumda kazanan
taraf devlet kaynakları üzerinde söz sahibi olan elitler ya da sermaye
çevreleri olurlar.
Bu kısır döngüden kurtulamayan
toplumlarda ne sivil talepler yükselişe geçebilir ne de demokratik talepler.
Seçmenlerin çeşitli sorunlar karşısında seslerini yükseltemedikleri bir siyasi
düzende sorun yumağı haline gelmiş pek çok mesele çözümsüzlük batağına itilir. Çünkü
bazı sorunlar siyasetçinin bizzat çözümsüzlüğe terk ettiği ya da çeşitli örtbas
yöntemleriyle üstünü kapattığı karanlık alanlar haline dönüşürler. Böyle bir
atmosferde ne değişim, ne gelişim ne de kalkınma sağlanabilir. Kısır döngüden
çıkamayan kurumlar da bir süre sonra verimsizleşerek çözüm üretemeyen birer
sorun merkezine dönüşürler. Tam da bu yüzden fildişi kulelerden ara sıra
aşağıya inerek tabanın yani toplumun sesine samimi bir şekilde kulak vermek
lazımdır.