Dolar (USD)
32.33
Euro (EUR)
34.80
Gram Altın
2390.36
BIST 100
10276.88
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

29 Eylül 2021

​Halk Siyasetin Neresinde?

En son söyleyeceğimi en baştan söyleyerek konuya gireyim. Bizde siyasetin gündemini toplum belirlemez. Toplum çeşitli talep, beklenti, sorun ve sıkıntılarını, gelecekten beklentilerini demokratik yollardan dile getirmediği için siyasetin gündemi azınlığı oluşturan politik toplum tarafından belirlenir. Siyasi partiler her ne kadar toplumdaki çeşitli siyasi eğilimlerin ya da görüşlerin bir siyasi hedef ya da talebe dönüştürülmesi için icat edilmişse de genellikle bu amaca hizmet etmezler. Bizde siyasi partiler ya bir davayı gütmek ya da siyasetin oluşturduğu iktidar imkânlarından yararlanarak kaynak dağıtımında söz sahibi olmak için kurulur.

Günümüzde ne sağda ne solda ortada dava diye bir mefhum pek kalmadığından dava partileri ya çok küçüktürler ya da sayıları çok azdır. Dava partilerine halk pek itibar etmez. Esas mesele ekonomik kaynaklardan kimin ne kadar yararlanacağı meselesidir. Daha açığı hangi toplumsal kesimin devlet kaynakları üzerinde söz sahibi olacağı ve bu kaynakların kimlere dağıtılacağı bu manada daha büyük önem taşır.

Sivil toplumun yeterince gelişmediği ülkelerde siyasi gündemi de siyasi partiler ya da siyaset kurumu etrafında kümelenmiş küçük azınlıklar belirler. Siyasi kadroları fonlayan merkezler ya da iş çevreleri bir süre sonra siyaset kurumu üzerinde tahakküm kurmaya kalkarlar. Siyasetin dağıtacağı kaynaktan en fazla payı almak üzere bütün güçlerini seferber ederler. Siyasetin finansmanının halk tarafından değil de belli çevreler tarafından sağlandığı siyasi oluşumlar bir süre sonra bu fonlama merkezlerinin gütmeye başladığı merkezlere dönüşmeye başlarlar. Oysa siyasetin finansmanı halk tarafından sağlanmış olsa, siyasetin gündemi de yine halkın talepleri doğrultusunda şekillenir.

Geniş halk kesimleri, siyasi katılım kanallarını yeterince etkili kullanabilmiş olsa, siyaset kurumu üzerine çöreklenen menfaat grupları bu kadar rahat hareket edemezler. Demokratik açıdan olgunlaşmamış, ekonomik ve kültürel olarak gelişmemiş toplumlarda halkın siyasi talepleri siyasi merkeze ulaşmakta güçlük çeker. Çünkü ne gündem belirleme güçleri vardır ne de demokratik tepkilerini ortaya koyacak cesarete sahiptirler. Toplantı, gösteri, eleştiri, yürüyüş, yayın gibi şiddet unsuru içermeyen yollarla oluşan toplumsal itiraz ne yazık ki gelişmemiş toplumlarda ortaya çıkmaz. Bu yüzden siyasetçi genellikle bildiğini okur, toplumsal taleplere kulağını tıkama cihetine gider. Seçim zamanı ise toplumu konsolide edecek söylemleri yüksek perdeden kullanıma açarak toplumun desteğini almaya çalışır.

Oysa aslolan sivil toplumun düşünce, beklenti talep ve problemlerinin siyasi alana demokratik yollardan taşınması ve sivil toplum kuruluşları ve medya üzerinden bu taleplerin bir baskı aracı haline gelmesidir. Üzerinde sivil toplumun baskısını hissetmeyen iktidarlar ya da siyasi kadrolar kendilerinin uygun göreceği oranda ya da miktarda halkın görüşlerini ciddiye alırlar. Hele de ülkedeki medya gücünün kahır ekseriyeti eleştirel kanattan değil de koşulsuz destekçilerden oluşuyorsa siyasetçinin eli çok daha güçlenir.

Böyle bir düzende aydın, ulema, akademi kesimi de genellikle güçlüden yana tavır koyar ki, inşa ettikleri kalelerde elde ettikleri imkânlar ellerinden alınmasın. Bu kesim hakikatin peşinde olmaktan çok gücün devamından yanadır. Gücün yarattığı imkânları hoyratça kullanmaktan ve esas işlerini bir kenara bırakarak siyasi gündemi ve fırsatları takip etmekten geri durmazlar. Böylece toplumun önünü açacak bir nefes de kendiliğinden boğulmuş olur. Aydın sınıfın ya da ulemanın siyasi kaygılarla hareket etmesi ve hakikati bir kenara bırakarak iktidar çeperlerine yaslanması bir ülke için en büyük tehlikedir. Zira bilgi gücünü elinde taşıyan kesimler bu gücü toplum lehine değil de siyasi elitler lehine kullanırsa bu durumda kazanan taraf devlet kaynakları üzerinde söz sahibi olan elitler ya da sermaye çevreleri olurlar.

Bu kısır döngüden kurtulamayan toplumlarda ne sivil talepler yükselişe geçebilir ne de demokratik talepler. Seçmenlerin çeşitli sorunlar karşısında seslerini yükseltemedikleri bir siyasi düzende sorun yumağı haline gelmiş pek çok mesele çözümsüzlük batağına itilir. Çünkü bazı sorunlar siyasetçinin bizzat çözümsüzlüğe terk ettiği ya da çeşitli örtbas yöntemleriyle üstünü kapattığı karanlık alanlar haline dönüşürler. Böyle bir atmosferde ne değişim, ne gelişim ne de kalkınma sağlanabilir. Kısır döngüden çıkamayan kurumlar da bir süre sonra verimsizleşerek çözüm üretemeyen birer sorun merkezine dönüşürler. Tam da bu yüzden fildişi kulelerden ara sıra aşağıya inerek tabanın yani toplumun sesine samimi bir şekilde kulak vermek lazımdır.