İki yaşlı
Geçmiş zamandı. Merdivenleri silen Meliha teyze60’ına girmek üzereydi. Evladının, onun evinde oturduğu için kendisinden kira istediğini söylerken yüzü bulutlandı. Oğlunun kiracısı olmak ağrına gitmişti.
(Şimdilerde
o oğul; “Anne ya 6-7 bin olur, ya da çık. Yeni kiracıya rayiç fiyata
vereceğim.” Diyor olabilir mi? Bugünlerde istikrarlı her kiracı böyle güzel
tekliflerle kiracılarına akşam oturmasına gidiyor da…)
Meliha
teyze o gün merdivenleri sildiği bezle yere düşen gözyaşlarını da sildi. Dertleşme
sürerken kapıyı açık bıraktım ve geri çekildim. Onuru daha az incinsin istedim.
Sessizce
kapatılan kapı sesi; herkesin kendi derdinde biraz yalnız olduğuna dairdi.
Herkesin kendi derdinde yalnız bırakıldığı bir toplum olduğumuza dair...
Fakat
bir ara ona “Neden çalışıyorsun?” dediğimde “Ben çalışmayı seviyorum kızım!
Evde oturup ne yapacağım?” sözü ile kederimi hüzünle ılıtıvermiş,
gülümsetmişti.
(Öyle
ya yaşlılık gücü yettiği halde her işten, yani hayattan çekilme ve iş güç
sahibi gençlere âtıl bir yük olarak, “bana baksınlar, bakacaklar tabi çuvalı”
olarak yaşamlarına, baş koltuklarına yıkılmak, yığılmak ve oradan daimî
eleştiri, çekiştirme yapıp ortalığa olumsuz enerji yaymak değil… Fakat yaşlılık
ülkemizde neredeyse böyle icra edilen bir meslek biçimi olagelmiş. Bu
emekliliğin pasifize edilme huy sırasına dizilmiş bir dizi yorgun ve kahırlı
nüfus olarak algılanmasıyla da alakalı. Halbuki emeklilik; o güne kadar -ama
sevmiş, ama sevmemiş- belli bir konuda emek vermiş insanların artık, bundan
böyle yepyeni bir ikinci sayfa açarak, sadece sevdikleri konuda irili, ufaklı
üretime geçmeleri şeklinde anlaşılabilse ve yaşanabilse idi, böyle bir nüfus
olmazdı. İnsanın en çok biriktiği konudan veya konulardan yeni bir gözünün
açılması ve oradan hayata kaynaması, katılması, üretmesi bir tüketen olarak
kalmasından çok daha tercih edilir. Kendini tüketmeye varabilir. Erkenden, hem
de yaşadığı sanıldığı halde, içten içe ölmeye…
Ayrıca
yaşlılar güçleri oranında, biriktikleri, gebe kaldıkları konularda dünyaya
getirebilecekleri müjdeleri, şenlikleri dünyaya getirmemekten, ülkemize, felsefemize,
sanatımıza, bilimimize ve topyekun hayatımıza doğurmamaktan dolayı suçludurlar.
Elbette yorgun oldukları konularda dinlenmeye hak kazandılar. Fakat aktif
dinlenme yapabilir, hiç yorgun olmadıkları ve aslında hayatları boyunca “keşke
o işte, o meşgalede yorulsaydım” diye hayal kurdukları konularda yorulmaktan
kaçmamalılar.)
İkinci
ihtiyarımdan da bahsedeceğim.
Sermayesi
Allah'tan papatyacı dedeye rastlamayı özledim. Onu yıllardır tanırım. Eski
mahallemde de yolunu gözlediğim, göremediğimde merak ettiğim kadar sevdiğim bir
satıcıydı. Papatyalarla aracısız bir sevgi ve kavuşmayı artık pek
yaşayamayacağımı anladığım yıllarda, bir dağın bütün papatyalarının topluca
şehirde, hem de İstanbul'da sur içinde beni ziyarete gelmiş olması beni
sevinçten ağlatırdı.
Bir
defasında yayınevine giderken, aniden rastlayınca "Dedeci’m hiç olmazsa şu
papatya arabasıyla senin bi' resmini çekebilir miyim?" dedim. Bana resmin
yasaklandığı hadisleri senetleriyle birlikte rivayete başladı.
"Peki"
dedim. "Sade çiçeklerin günahını(!) çekeyim."
"Papatyayı
da gözümde abartmayacağım söz.
Söz"
dedim "Laleyle, gülle kıyaslamayacağım.
Onun
temsilinde halk hareketi ve direniş gibi laflar da etmeyeceğim. Söz:)"
Bu
yazıyı adını telaffuz edemediğim yabancı bir şair bozmasının satırlarıyla
bitirmek istiyorum. Şiire ramak kala bir şeyler karalamış. Okunuşu nasıl
bilmiyorum ama yazılışı Ay şe Şener sanırım. Yaşlılığı için şimdiden heyecanlanıp
yazdığı söyleniyor. O da emeklerinin üstüne yatacak herhalde… Allah affetsin.
Paydos!
emeğe
tere
zora
Paydos!
Küçücük
ölelim şu kıyıda gel!
ağır
bir küfe gibi
atalım
yüklerimizi
Yok
olmaz
şu
denizi
o
ormana
taşıyalım
Sil
baştan gün
ömür
sil baştan
emek
ve ter
onur
sil baştan