Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

25 Ekim 2020

İki yılda mükemmel Fransızca!

Osmanlı’nın meşhur sadrazamlarından “Kapıcızâde” Mehmet Emin Âli Paşa, fakir bir ailenin çocuğuydu.

Babası kapıcıydı.

Mısır Çarşısı’nın Bahçekapısı’nı açıp kapatırdı.

“Kapıcızâde” lâkabının kendisini “küçümsemek” için takıldığı söylenir.

Beş defa sadrazamlık, yedi defa hariciye nazırlığı görevlerine getirilen, hatta bazı dönemlerde bunların ikisini birden yapan Mehmet Âli Emin Paşa, Mahalle Mektebi’nde Arapça tedris ederken, Fransızca’ya da çalışmış ve bu lisanı kendi gayretleriyle iki sene içerisinde ileri düzeyde öğrenmeyi başarmıştı.

Divan-ı Hümayun kâtipliği görevine 15 yaşında başlayan Mehmet Emin Âli Paşa, Fransızca’ya hakimiyeti sayesinde Tercüme Odası’na alınmış ve yükselişi oradan devam etmişti.

*

Paşa, Osmanlı son dönem devlet adamlarından…

“Batı’nın ağırlığını gittikçe daha fazla hissettiren” maddi sahadaki üstünlüğünden etkileniyor…

Bir yerlere savrulmamaya çalışıyor, savruluyor vesaire…

Bunlar, dönemin şartlarıyla izah edilebilir.

Benim üzerinde durmak istediğim, Osmanlı’nın en zor yıllarında bile bazı alanlarda şimdikinden çok çok önde olduğumuzu gösteren nice misal var.

Demek ki, bir kapıcının çocuğu için, hem de o genç yaşlarda nice imkân varmış.

“Dile kolay” gelebilir ama tefekkür edelim lütfen…

Günümüz gençlerinin kahir ekseriyeti, liseydi, üniversitedeydi, iş bulamadıydı, bulduydu derken hayata ancak 20’li yaşların ikinci yarısında atılabiliyor.

Paşa’dan en az 10 sene sonra!..

Arapçası’na Fransızca’yı eklediği yaş 17 Paşa’nın.

Bizim okullarımızda neredeyse 20 sene boyunca “lisan” dersi aldığı halde, düzgün bir cümleyle adres sorabilecek düzeye gelemeyenlerin oranı yüzde 90’ın hayli üzerinde!..

Paşa’nın Fransızca’yı kendi gayretleriyle öğrendiği dönemde, “kaynaklara” ulaşabilme sıkıntısının ne kadar büyük olduğunu tahmin edersiniz..

Merhum, hem Arapça’yı hem de Fransızca’yı son derece akıcı bir şekilde, okur, yazar ve konuşurmuş.

Okuma, yazma kısmını çalışarak halletmesine bir miktar akıl eriyor ama konuşma “işini” Fransız edebiyatçılarına bile “mükemmel” dedirtecek derecede ilerletmesine hayret eder bugünün insanı..

Paşa’nın misali çok “uç” gelebilir lâkin Osmanlı’nın devlet adamlarına, edebiyatçılarına, muallim ve muallimelerine, ‘ilâhiyatçı’larına, gazetecilerine baktığımızda, bugünkü muadillerinin çok azının sahip olabildiği vasıfları görebiliyorsunuz…

Demek ki o dönem, “çalışmaya hevesli” insanı destekleyen bir ortam varmış, taaa anne-babanın yuva kurmasından başlayan…

Anne karnında, doğum anında ve sonrasında devam eden ortam bereketi…

Bunların çok çok uzağındaki vakit diliminde büyüyen bizlere bile intikal eden bir şeyler vardı.

Osmanlı’dan kalan büyüklerimizden bazıları divan edebiyatından seçme şiirleri ezbere okurlardı, mahallemizde “Osmanlı Terbiyesi” almış esnaflarımız vardı.

Karılarına, kocalarına başkalarının yanında isimleriyle hitap etmeyen eşler vardı.

“Ayşe Hanımefendi”, “Kadri Beyefendi.”

Bunlar vardı.

Rahmetli Dedem’e evlâtları “Beybaba” derlerdi, “Baba” dediklerini duymadım.

Karşısında ses yükseltildiğine de şahit olmadım.

Rahmetli Dedem, uzun uzun sohbet ederdi evlâtlarıyla ve hatta henüz 10 yaşında olan bendenizden, “Tarih Mecmuası’nın şu sayfasından şu sayfasına kadar bir haftada okumamı” isterdi.

Rahmetli Dedem’i, dağınık bir kıyafetle, boyasız bir ayakkabıyla hiç görmedim.

Kendisi, Kapalıçarşı’daki işinden dolayı çok sayıda Osmanlı Son Dönem ve Meclis İlk Dönem, İkinci Dönem devlet adamlarından çoğu ile ahbap imiş…

Bunu, vefatından nice vakit sonra duydum.

Bunlarla hiç övünmezdi…

Osmanlı son dönem ünlü devlet adamlarından bazıları mekânını ziyaret edermiş, bunları hiç bahis konusu etmezdi.

Şimdi öyle mi ya; hatırı sayılır bir kişiye yanaşan hemen fotoğraf çektiriyor, sırf “etrafa hava olsun” diye!..

Bizler, Osmanlı’nın yıkılmasının ardından, “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşabilmek” içinbirçok güzelliği elimizin tersiyle ittik.

Onları yok saydık.

Bu bir “proje”ydi.

Evet, bizi köklerimizden kopartıp, bir yerlere “râm etme” projesi.

Yıllar yıllar sonra…

Bunun ne kadar yanlış bir yol olduğunu görenlerimizin sayısı, oranı çok arttı.

Tarihimizle barışma, geçmişteki güzelliklerimizi tefekkür süzgecinden geçirerek bugünlere ve yarınlara aktarma fikriyâtı bizi sardı, sarmaladı.

Bu yolda nice mücadeleler verildi, nice sıkıntılara göğüs gerildi.

Sonra sonra…

“Bir şeyler oldu” dedik, pek ümitlendik.

Sonra sonra…

Baktık…

Bu sefer de başka bir şeyler oldu.

*

“Kur’an kursları, imam hatipler, tesettür, başörtüsüne özgürlük” dedik.

“Hür teşebbüs” dedik.

“Serbest piyasa ekonomisi” dedik.

“Paranın dini imanı olmaz” dedik.

“Kapitalizmin dini de imanı da paradır!” dedik.

Küreselleşme” dedik, “globalleşme” dedik, “Büyük balık küçük balığı yutar!” dedik.

Şehirler köyleri yuttu, AVM’ler ise mahalledeki esnaf teyzeleri, amcaları…

“Harca Türkiye” dedik, “tablet” dedik, “sıra” dedik, “masa” dedik, “bina” dedik.

Gençlik dedik, Necip Fazıl dedik, Cemil Meriç dedik…

İmtihanda “Mabel Matiz” dedik,

başka başka yerlerde “Sibel Can” dedik, “Deniz Seki” dedik.

Televizyonlarımızı, Osmanlı’nın yüksek idrakine ve popüler kültürün nice rezaletine açtık…

“Elde kumanda var” dedik, “İsteyen izler, isteyen izlemez arkadaş!” dedik.

Çok güzel şeyler yaptık, “maddiyat” alanında ve çok az şey yaptık, yapabildik “maneviyat” alanında.

Boşanmalar arttı, evlenmeler azaldı.

“Olsun” dedik; aileyi yıkmayı hedefleyen batılı metinlerin varlıklarını bile “uzun yıllar sonra” fark edebildik!..

*

Şimdi…

Bir yerdeyiz.

“Eğitimde Reform” sözü, bir yandan ümitlendiriyor, diğer yandan da buradaki “Reform”a bile takılıyoruz.

Hadi “kavramı” boş verin.

Bu sefer de…

“Nasıl olacak?” diye düşünüyoruz?

Hangi kadrolarla, ekipçiliğin “küçük küçük” kompartmanlar halinde her yanı kuşattığı bir süreçte, küçük grup menfaatlerini aşıp bir sonuca ulaşmak…

“Hayatı öğüten” bu saçma sapan mekanizmaları nasıl devre dışında bırakacağız?..

Islahat mı, tanzimat mı?..

Bir yandan “toplu hareket edebilmek”, diğer yandan da “Her insan ayrı bir dünya” bilinciyle “kendimizi” keşfedebilmek…

Cüzi irade sınırları içindeki hareket alanımızı sonuna kadar kullanabilmek…

Kapıcızâde Mehmet Emin Âli Paşa, kaynaklara erişimin son derece kısıtlı olduğu dönemde iki lisanı mükemmel bir şekilde öğrenmiş ya…

Şimdinin genci otursa…

Bu “sınırsız kaynak” dünyası”nda, internetin sunduğu imkânlar deryasında…

Bırakın “iki” yi, “bir lisan”ı kâmilen edinebilir mi?..

Hayatı öğüten” bu eğitim mekanizması ve gayreti tüketen “gelecek endişesi” varken, çok zor!..