Kalp açmazı, karın tokluğu
Ancak kalbiyle
yaşayanlar hayatın ne olduğunu anlayabilir ve yaşamı anlamlandırabilir. Yahut
sözü şöyle düzeltebiliriz; Yalnızca kalbiyle yaşayanlar hayatın sırrına
ulaşabilirler. İnsan gizem avcısı olduğu zaman aradığı şeyin ne olduğunu bilir
ve onu bulmak için her zaman bir adım önde olur. Bunun için de hayat rehberi
olarak kalbini öncelemelidir.
Lakin günümüzde
insanların geneli kalbi yerine karnı ile yaşıyor. Kalbin ihtiyaçlarından ziyade
midenin ihtiyaçlarını önceliyor. Bu durumun neticesinde ortaya çıkan toplum da
maddi ihtiyaçların gölgesinde yaşayıp gidiyor. En ufak bir ekonomik krizde
çalkantılı bir hal alıyor.
Durum böyle
olunca da ahlaki duruş ve erdemin zorunluluğu geçmişin tozlu raflarında yerini
çoktan almış gibi görünüyor. Kalbe dokunan hikâyeler evvelin söz sanatından
başka bir şey ifade etmiyor yenilenmiş toplum için. Yenilenirken de yenildiğini
fark etmeden geçmişinden bihaber yaşayıp gidiyor. Toplum ahlaki olarak
çökertildiği halde kimse bu durum için bir şey yapmazken en ufak bir maddi
krizde felaket tellallığı yapılıyor.
Hepimizin
bildiği “Hırsızın hiç mi suçu yok?” hikâyesinde
hep ev sahibine yükleniyoruz. Herkes çalmak eyleminin yüklemi olarak hırsızı
görüyor. Çalmak adi bir suç olarak kabul görülmekten ziyade hırsızın asli
görevi olarak kabul ediliyor. Bu sebeple yapılan eylemin yanlışlığından ziyade
yanlışlar öznelerin asli görevi sayılıyor. Biri de çıkıp bu durumun yanlış
olduğunu dile getirme cesaretinde bulunmuyor.
Peki, insanlığın
bu hale gelmesinde şartların ve sistemlerin hiç mi suçu yok? Pekâlâ, var tabi
ki! Toplum mühendisliği adı altında bilinçaltımızdan başlayarak sürdürdükleri
işgal pek de hafife alınmayacak bir hal almaya başladı.
Eskiden mimarlar
varken şimdilerde mimarların dahi kategorize edildiği bir toplumda iç mimar
diye bir kavram türedi. Bilmem kaç artı bir evlerin iç dizaynında dahi üç beş
eşyayı öyle yerli yerine koyup göz zevkimize hitap edebilmeyi başarmış bir
sistem, psikanaliz yöntemiyle iç dünyamızı dizayn etmeye dünden başlamış da,
haberimiz yok. Biz ise hala başımıza gelen olaylar için tesadüf mü tevafuk mu
tartışmalarıyla geçmişten gelen bir kaç kırıntı bilgi ile kendimizi haklı görmenin
çıkar yollarını arıyoruz.
Kalp eskilerin
tabiri ile sevgiyi de nefreti de aynı anda ruhunda barındırabilen ve yaşamın
her türlü koşullarına karşı bir duruş ortaya koyabilecek değere sahipken mide
ise günü kurtarma derdinde sadece ihtiyaç temelli varlığını idame ettirme
gayretindedir. Mesele bu kadar basit iken iç mimar adı altında kişisel gelişim
söylemleriyle ruhumuzu kalpten arındırıp sindirim temelli bir olgu haline
getiren sistem, zil çaldığı zaman öncelenmesi gereken organın kalp değil de karın
olduğunu bize kabul ettirdi. Bu kabulleniş ise maalesef ki teslimiyetimizin ilk
basamakları oldu. Zaman ilerledikçe de mideyi o kadar hayatımızın merkezine
aldık ki, bir kalbimiz olduğunu unutmaya başladık.
Bir kalbi
olduğunu unutan insan ise dününü gününe katarak, günü yarına ekleyerek manevi
taleplerini öteleyerek karın tokluğuna çalışmaya başladı. Günü kurtarma
derdinde toplumsallıktan bireyselliğe geçişin evrelerini bir oyunun levellerini
geçer gibi yaşayan insan hem bir sosyal varlık olduğunu unuttu, hem de hayatı
sadece yemek içmekten ibaret sandı. Yanlış anlaşılmasın, çalışmaya karşı
değiliz. Lakin önceliklerin kavramlar üzerinden farklılaştırılmasını anlamlandırmakta
güçlük çekiyoruz. Toplumsal facianın ayak seslerini daha gür duymaya
başladığımız şu günlerde bir şeyler yapmanın ne kadar elzem olduğunu bir kez
daha görüyoruz. Bugün bir şeyler yapmazsak, yarın bir şey yapmak için geç kalmış
olacağız.
Unutmayalım ki, hayat, karnımız aç kaldığında değil, kalp durduğunda biter. Vesselam.