Katılım bankaları niçin gelişmiyor-1
Bankacılık sektöründe yaklaşık yarım asırdır yer alan katılım bankaları çok tartışılan konulardan biridir. Sektördeki insanların ana eleştirilerinden biri, bunun da bir tür faiz olduğu yönünde ve ayrıca, temel eleştirilerden biri de bu bankaların konvansiyonel (faizli) bankalar ile yaklaşık eşit oranda kar payı vermeleri. Bununla birlikte bir diğer eleştiri de katılım bankalarının çalışma esnekliğinin konvansiyonel bankalardan daha az olduğu yönünde. Sair konulara bu yazıda değinmeyeceğiz birkaç konuya kısaca dokunacağız. Katılım bankaları konusunu zaman zaman yazmaya da devam edeceğiz.
Öncelikle, katılım bankalarının da
faiz müessesesi olduğu yönündeki eleştiri bağlamında şunlara değişebiliriz:
Bir işlemin yapılması için taraflar arasında bir sözleşme yapılması ve o
sözleşme kapsamında iş yapılması esastır. Sonuçların aynı olması, sözleşme
ilişkisinin niteliğini değiştirmemektedir. Bu konuda verilen klasik örnek
şöyledir: Bir hayvanı keserken Allah’ın adıyla kesilirse helal, aksi halde
haram olması örneği verilir. Diğer örnek ise çocuk sahibi olmak için icra
edilmesi gerekli fiiller bellidir. Çocuk sahibi olmak nikah anlaşması veya zina
anlaşması kapsamında mümkün olabilir. Nikah akdinde taraflar arasındaki
sözleşme bir evlilik sözleşmesidir. Oysa, zina akdinde evlilik bağı olmaksızın
yürütülen bir birliktelik vardır. Her ikisinde de aynı filler icra edilerek
çocuk sahibi olunabilir, ancak aradaki anlaşma/sözleşme/akit birini haram,
diğerini helal kılar. Bu nedenle niyet ve akit aynı fiilleri bir
tarafta meşru diğer tarafta gayrımeşru yapar. Aynı bunun gibi, şartları oluşmuş
ise, finansal sözleşmelerde de faizli muadilleri ile aynı sonuçların doğması o işlemin
faiz olması sonucunu doğurmaz. Aradaki sözleşme ilişkisi olaya
meşruluğunu verir. Fakat, sözleşmeler zinciri uygulamada sorunlu yürütülüyor mu
onun da ayrıca incelenmesi lazımdır.
İkinci konu ise konvansiyonel (faizli) bankalar ile yaklaşık eşit oranda
kar payı vermeleri meselesidir. Bu noktada, iki hususa değinilebilir; birincisi
finansal sektördeki operasyon maliyetleri ve rekabetçi kar marjları bellidir ve
her kurum bu kapsamda hareket etmek zorundadır. Bu nedenle yaklaşık eşit kar
marjları doğması normaldir. Ancak, sektörün işleyişinde katılım bankalarının dengeleme havuzu sisteminin uygulanması
halinde işleyiş meşruluğunu yitirir. Dengeleme havuzu uygulamasında;
herhangi bir zamanda oluşan karlılık ortalamanın üzerinde olursa, fazlası
bankanın dengeleme havuzuna alınmakta, ortalamanın altında kalırsa dengeleme
havuzundan nakit akarım yapılarak müşterilere piyasa ortalamasına yakın bir kar
payı verilmektedir. Bu da şu demek aslında, herhangi bir zamanda katılım
bankasına para yatırmış olan bir kişinin eksik veya fazlası o kişinin
bulunmadığı dönemde sistemde olan kişilerin işlemlerinde kullanılmaktadır. Bu
da ortaklık ilişkisinin ruhuna aykırılık oluşturmaktadır. Düşünün, siz bir
ticari faaliyete ortak oldunuz, sizin bulunduğunuz dönemde çok kar oldu,
paranızın bir kısmını kestiler, sizden sonra başka biri ortak oldu, onun
döneminde az kar oldu, sizin paranızı ona verdiler. İnsan demez mi, bu nasıl
ortaklık…
Ayrıca, Londra metal borsasındaki kâğıtların fiziki karşılığı olmadığı
biliniyor. Bu piyasada kağıt işlemleri yapılması veya sair fiktif işlemlerin
meşruluğu olmadığını biliyoruz. Ayrıca, BIST’te açığa satış yapılmasının da
meşruluğu olmadığı bilindiği halde katılım bankasının açığa satış yapmasının
meşruiyet sorunu doğuracağını biliyoruz. Ayrıca, aynı işlemin maliyetinin
katılım bankalarında daha yüksek olması da pejoratif bir üslupla eleştirilir, “cennet ucuz değil” şeklinde latife
yapılır.
Katılım bankalarındaki ana sorun ise müşteri ve mevduata yaklaşım noktasındadır. Katılım bankası,
resmen paranızın kölesi haline getiriyor sizi, pek çok konvansiyonel bankada
bulabildiğiniz işlem konforunu ve esnekliğini bulamıyorsunuz. Parayla rezil
olmayı yaşıyorsunuz. Üç kuruşluk bir para hareketinizde ahiret suali
sorarcasına zorluk çıkartıyor, sizi sistemden çıkartmak için canınızdan
bezdiriyor adeta… Eş zamanlı olarak konvansiyonel
bir bankada yaptığınızda “aynı işlem” hiçbir sorguya suale takılmadan gidiyor,
bankayla çalışma konforunu yaşıyorsunuz, paranızın sahibi olduğunu
hissediyorsunuz.
Bu konuda yakın zamanda yaşanan bir örneği de verelim: Şirketin %100
sermayesi Türk vatandaşlarına (sonradan vatandaş olanlara da değil, binlerce
yıldır bu milletten olanlara) ait bir şirket, yurt dışında yerleşik
gerçek/tüzel kişilerden hizmet alıyor. Yurt dışında başka ülkelerde yerleşik
gerçek/tüzel kişilere satıyor. Çok çok küçük rakamlı bir işleminde yurt dışında yerleşik, yabancı uyruklu bir
kişiden, yurtdışında hizmet alıyor, faturasını ve sözleşmesini de bankaya ibraz
ederek ödemesini (swift ile) yapmak istiyor. Banka bu ödemeyi yapmayarak
şirketin itibarını zedeliyor, gerekçe olarak da bir taahhütname vermesini, bu
işlemin vergisini ödemesini veya ödeyeceğini taahhüt etmesini istiyor. Oysa
bilindiği gibi ve 3065 Sayılı KDV Kanunu KDV doğması için “İşlemlerin Türkiye'de Yapılması” şartını 6.maddesinde düzenler.
Yurtdışındaki mal veya hizmet teslimlerini kim yaparsa yapsın KDV konusu
olmadığını açıklıkla düzenler. Gelir vergisi açısından ise vergi hukukunda “dar mükellefiyet” ve “tam mükellefiyet” olarak iki tür gelir
vergisi mükellefiyeti var. Bunlardan herhangi biri kapsamında Türkiye’de vergi
yükümlüsü veya sorumlusu olmak için gerekli şartlar da bellidir. Yabancı
bir kişinin, kendi ülkesinde verdiği hizmette, kestiği fatura nedeniyle
Türkiye’de vergi doğmadığı bilinmektedir. Buna rağmen bir katılım
bankasının, yurt dışındaki ve Türkiye’deki başka hiçbir bankanın istemediği bir
taahhütnameyi istemesi ve bu nedenle işlemi yapmayı reddetmesi çok açık bir
şekilde hukuka aykırı olduğu gibi katılım bankacılığından müşteri kaçırmaktan
başka bir şeye de hizmet etmiyor. Bunun dışında, mevzuat uyum
birimlerinin hatalı olarak reddettikleri işlemleri konuşsak bir ansiklopedi
çıkar.
Bu örnekteki gibi binlerce örnek verebiliriz katılım bankalarının niçin
yarım asırdır pazar payının %6’nın üzerine çıkamadığını görmek için. Her türlü
hükümet ve halk desteği olmasına rağmen, pazar payının büyümemesinin ana nedenleri
arasında bunlar vardır. Bir katılım bankası patronu her ay açıklanan
bankaların sıralamasının yapıldığı listeyi gördükçe, genel müdüre “müdürüm
bu listenin sonuncu sırasından başka sıra yok mu” demesi de olayın acı
yanını ortaya koyar.
Fiyatta rekabetçi olmak yetmiyor, ürün çeşitliliğinde, hizmetin içeriğinde
ve kalitesinde de rekabetçi olmak şart. Müşteri memnun olursa, pazar payı
büyür…