Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

17 Aralık 2022

Konuşabiliyor muyuz?

Türkiye önüne gelen her olayı bir travma boyutunda yaşayan toplum haline gelmeye başladı. Tam da bu sebeple hangi meselenin nasıl boyutlara ulaşacağı konusunda hiç kimse geleceğe doğru bir projeksiyon geliştirecek durumda değil. Bu bağlamda ortada çözüm bekleyen birkaç problemin “acil” olarak analiz edilmesi gerekmektedir.

Son dönemlerde birçok olaylar yaşandı ancak gündemi daha çok meşgul eden tartışma üzerinden en çok insanların aldıkları tavırları izlemeye çalıştım. Esasen böyle bir çözümleme yapabilmek için özel bir olaydan hareket edilmesi de gerekmez. Dolayısıyla meselenin ilk boyutu; her türlü olayın toplumda bir kutuplaşma biçiminde kendisini göstermesidir.

Özellikle gündelik hayatın pandemi koşullarından itibaren giderek ağırlaşması, bu tür bir kutuplaşma travmasını daha da artırmış görünmektedir. Dolayısıyla göçmen meselesinden tutun da Türkiye’nin önündeki makro ve mikro tüm sorunlar halledilemeden kutuplaşma zihniyetinin içinde daha da ağırlaşmaktadır. Bu sebeple kutuplaşan insanlar her fırsatta “öteki” olarak gördüğü diğerine, maliyeti kendisine ve topluma ağır biçimde dönecek sözler söylemektedirler.

Bu durum ikinci bir soruna daha işaret etmektedir; konuşamamak. Konuşan toplum, kendi sorunları üzerine kamusal alanı tam da açık bir platform olarak değerlendirerek, görüşlerin gerekçelerle belirtildiği bir zemini tanımlamaktadır. Öncelikle belirtilmelidir ki, konuşan toplum söven ve hakaret eden bir toplum değildir. Tam da bu noktada, geçmişten bu yana kamusal alanın sivil bir platform olarak şekillenmediği, daha çok farklı güçlerin egemenlik kurmaya çalıştığı bir temellük alanı olarak pratiğe kavuştuğu görülmektedir. Halbuki her bir insan için kamusal alanın önemi, kendisini düşünsel anlamda zenginleştirme imkanlarını barındırması sebebiyledir.

Doğal olarak konuşamama durumu, muhatapların birbirini dinlememesinden beslenmektedir. Herkesin kendisini mutlak doğrulama hırsı, kendi konuşacaklarını sürekli zihninde hazırlayarak dışarıya kapalı zihinler üretmektedir. Zaten konuşmaların bir argümanı olmadığı için de oldukça savruk ve çerçevesi olmayan bir hüviyette tezahür etmektedir.

Özellikle sosyal medya çıktığından bu yana, “burhan”ın yani olgusal ve gerçekliğe dayalı konuşma ve delil getirmelerin yerini retoriğe terk ettiği görülmektedir. Retorik ise, dışarıdan bakınca bir “söz”e benzeyen ancak sadece muhatapta kısa süreli etkiler uyandırmayı hedefleyen bir reklam dilidir.

Bunun ortaya çıkardığı sonuçlardan birisi de, sosyal medyanın “aforizmatik söz” yığınına dönüşmesidir. Herkes muhatabına üstün gelmek şevkiyle, anlık etkiler yaratacak sözler uydurmaya başlamıştır. Bu sözle kendisinin ve düşüncesinin galip geldiğini düşünür. Halbuki bu bir konuşma biçimi değildir.

Son olaylardan sonra, yine sosyal medyadan hatırı sayılır biçimde bazı kişiler ilahiyatçılara çağrı yaparak onların niçin konuşmadıklarını sordular. Bunun benim açımdan üç sebebi var. Birincisi, ilahiyat birileri istediği için konuşacak bir alan değildir. İkincisi, son olayda ilahiyatlık bir mesele yoktur. Üçüncüsü de, ortada benim açımdan üzerinden konuşulacak bir “bilgi” yani kelimenin gerçek anlamında bir bilgi oluşmamıştır.

Bu durum toplumda bilgiye dayalı değil, sosyal medyadan akan ve daha çok zanna dayalı bilgilerle “konuşamama”yı bize işaret etmektedir. Bilginiz yoksa beklemek ve meseleleri anlamaya çalışmak gösterilecek en doğru tavırdır.

Üstelik her meselede dini öne sürme tavrıyla dine bir itibar kaybettirildiği görülmektedir. Herkesin öncelikle konuşabilmek için sükunete ihtiyacı var.