Konuşabiliyor muyuz?
Türkiye önüne gelen her olayı bir travma boyutunda yaşayan toplum haline gelmeye başladı. Tam da bu sebeple hangi meselenin nasıl boyutlara ulaşacağı konusunda hiç kimse geleceğe doğru bir projeksiyon geliştirecek durumda değil. Bu bağlamda ortada çözüm bekleyen birkaç problemin “acil” olarak analiz edilmesi gerekmektedir.
Son dönemlerde
birçok olaylar yaşandı ancak gündemi daha çok meşgul eden tartışma üzerinden en
çok insanların aldıkları tavırları izlemeye çalıştım. Esasen böyle bir
çözümleme yapabilmek için özel bir olaydan hareket edilmesi de gerekmez.
Dolayısıyla meselenin ilk boyutu; her türlü olayın toplumda bir kutuplaşma
biçiminde kendisini göstermesidir.
Özellikle
gündelik hayatın pandemi koşullarından itibaren giderek ağırlaşması, bu tür bir
kutuplaşma travmasını daha da artırmış görünmektedir. Dolayısıyla göçmen
meselesinden tutun da Türkiye’nin önündeki makro ve mikro tüm sorunlar
halledilemeden kutuplaşma zihniyetinin içinde daha da ağırlaşmaktadır. Bu
sebeple kutuplaşan insanlar her fırsatta “öteki” olarak gördüğü diğerine,
maliyeti kendisine ve topluma ağır biçimde dönecek sözler söylemektedirler.
Bu durum ikinci
bir soruna daha işaret etmektedir; konuşamamak. Konuşan toplum, kendi sorunları
üzerine kamusal alanı tam da açık bir platform olarak değerlendirerek,
görüşlerin gerekçelerle belirtildiği bir zemini tanımlamaktadır. Öncelikle
belirtilmelidir ki, konuşan toplum söven ve hakaret eden bir toplum değildir. Tam
da bu noktada, geçmişten bu yana kamusal alanın sivil bir platform olarak
şekillenmediği, daha çok farklı güçlerin egemenlik kurmaya çalıştığı bir temellük
alanı olarak pratiğe kavuştuğu görülmektedir. Halbuki her bir insan için
kamusal alanın önemi, kendisini düşünsel anlamda zenginleştirme imkanlarını
barındırması sebebiyledir.
Doğal olarak
konuşamama durumu, muhatapların birbirini dinlememesinden beslenmektedir.
Herkesin kendisini mutlak doğrulama hırsı, kendi konuşacaklarını sürekli
zihninde hazırlayarak dışarıya kapalı zihinler üretmektedir. Zaten konuşmaların
bir argümanı olmadığı için de oldukça savruk ve çerçevesi olmayan bir hüviyette
tezahür etmektedir.
Özellikle
sosyal medya çıktığından bu yana, “burhan”ın yani olgusal ve gerçekliğe dayalı
konuşma ve delil getirmelerin yerini retoriğe terk ettiği görülmektedir.
Retorik ise, dışarıdan bakınca bir “söz”e benzeyen ancak sadece muhatapta kısa
süreli etkiler uyandırmayı hedefleyen bir reklam dilidir.
Bunun ortaya
çıkardığı sonuçlardan birisi de, sosyal medyanın “aforizmatik söz” yığınına
dönüşmesidir. Herkes muhatabına üstün gelmek şevkiyle, anlık etkiler yaratacak
sözler uydurmaya başlamıştır. Bu sözle kendisinin ve düşüncesinin galip
geldiğini düşünür. Halbuki bu bir konuşma biçimi değildir.
Son olaylardan
sonra, yine sosyal medyadan hatırı sayılır biçimde bazı kişiler ilahiyatçılara
çağrı yaparak onların niçin konuşmadıklarını sordular. Bunun benim açımdan üç
sebebi var. Birincisi, ilahiyat birileri istediği için konuşacak bir alan
değildir. İkincisi, son olayda ilahiyatlık bir mesele yoktur. Üçüncüsü de,
ortada benim açımdan üzerinden konuşulacak bir “bilgi” yani kelimenin gerçek
anlamında bir bilgi oluşmamıştır.
Bu durum
toplumda bilgiye dayalı değil, sosyal medyadan akan ve daha çok zanna dayalı
bilgilerle “konuşamama”yı bize işaret etmektedir. Bilginiz yoksa beklemek ve
meseleleri anlamaya çalışmak gösterilecek en doğru tavırdır.
Üstelik her
meselede dini öne sürme tavrıyla dine bir itibar kaybettirildiği görülmektedir.
Herkesin öncelikle konuşabilmek için sükunete ihtiyacı var.