Mevsimlerden güz, aylardan ekim
Hastalık veya
ciddi bir mania yoksa hafta sonu dahil her sabah gelirim. Benim işim buraya
gelmek, vaktimin çoğunu burada geçirmek, gecenin bir vakti hüzünle ama aynı
zamanda sabah yine gelecek olmanın umuduyla buradan ayrılmaktır. Hikaye sabah
başlar. Daha gözlerimi açar açmaz her şeyden önce o gün yapacaklarımı,
yapılması gerekenleri hatırlarım. Dünden belli belirsiz ama ana hatları
şekillenmiş “yapılacak olanların listesi” vardır. Tuhaf bir duygudur: Yapılacak
olanların yapılma iradesi, o iradeyi harekete geçirecek potansiyel güç ve bunun
karşısında dışarıda, yapılacak olanlar yapılmadığında geniş mekanlarda
geçirilmesi muhtemel başka şeyler. Bu ikisi arasındaki mücadele yüzünü yıkarken
yapılacak olanların yapılmasına yönelik tercihle sona erer.
Mevsimlerden
güz, aylardan Ekim’se “artık gidecek olana” dair keder duygusuyla ama yine de
“henüz gitmemiş olmasına” yönelik sevinç iç içe geçerek kampüsün çamları
arasından sakız kokusu eşliğinde genzimden içeri girer, beni bulunduğum yerde
durdurur, şöyle bir üç yüz altmış derece döndürür, lojmanın etrafındaki ağaçları,
uzaktaki uyuşuk yeşil tepeleri, üstündeki soluk göğü ve halinden artık yorgun
olduğu anlaşılan güneşi, onun dalgın ışıklarının tenimin üstüne bir kelebek
gibi hafif dokunuşlarla konup gitmesini seyrettirir. Arabaya biner, çok da uzak
olmayan fakülteye, birkaç dakikada, yine sağımda ve solumdaki manzaralara dalıp
giderek varır, “dışarının” büyüsünü son kez içime çeker, ana kapıdan içeri
girerim. Daha kapıdan içeri girer girmez koridordan üzerime yayılan serinlikle
beraber olağanüstü bir zihin rahatlığı başlar. Burası başka bir yerdir. Burası öteki
yerlerin dışında, bütün o akışı unutturan, dışarıda bırakan; içeriye, içime,
bana ait olan bir yerdir. Ruhumun üzerinde meydana getirdiği kutsiyet tınısı da
bu özelliğinden, bu “çalışmanın mahremiyetle kurduğu gizli ittifaktan”
kaynaklanmaktadır. Burası özel bir yerdir çünkü dünyaya dair bakışlarımın
çıktığı yerdir. Burası özel bir yerdir çünkü biraz sonra, odamın pencereden
dışarı bakarken aslında bir anlamda kendi varoluşumun dışarıyla kurduğu
ilişkiyi bir kez daha gözler önüne sereceğim. Burası özel bir yerdir çünkü
bütün bunları odamda, yalnız, başka hiç kimsenin olmadığı, düşünce akışımı
kesintiye uğratacak hiçbir maniayla karşılaşmayacağım potansiyel bir üretim
mekanıdır.
Odadan içeri
girer girmez beni sağ ve sol duvarda, raflara dizilmiş, günün belli
aralıklarında, özellikle yorgunluk anlarımda rastgele göz gezdirdiğim, bazısını
alıp içinden birkaç sayfa okuduğum, o birkaç sayfanın bile yorgunluğu almaya
yettiği kitaplar durur. İçindekiler bir tarafa bırakılsa bile hepsinin bir
alınış hikayesi vardır. Bir kısmını hatırlar, o günü, o anı yeniden düşünür,
bir kısmını hatırlamaz, sayfalarına göz gezdirdikten sonra ait olduğu yere
yeniden yerleştiririm. Kitaplıkların tam ortasında çalışma masam durmaktadır. Her
zamanki gibi dağınık, tozlu, çerçöp yuvası neredeyse aylarca tozuna
dokunulmamış bir masadır bu. Kalemlik, bardaktan vazoya dönüştürülmüş ve
içindeki çiçeklerin kuruduğu mat yüzeyli bir kap, suyu içilmiş birkaç pet
şişesi, çalışmamda kullandığım, sayfa aralarına küçük kağıtların
yerleştirildiği kitaplar, kitaplar, kitaplar…
Pencereden
dışarı birkaç dakika baktıktan, dışarıda bıraktığım havayı ciğerlerime bu kez
üçüncü kattan içime çektikten sonra çevik hareketlerle bir kahve alır, masanın
başına dönerim. Yazma işi hemen başlamaz elbette. Bütün güzel şeyler gibi onun
da yumuşak bir başlangıç evresine ihtiyacı vardır; etrafında dönüp durduktan,
meseleyi tam netleştirdikten sonra başlaması gerekir. İlk cümle önemlidir.
“Hastalık veya ciddi bir mania yoksa…” diye başlayabilir mesela. Sonrası zaten
kendiliğinden gelir. Bir puro çıkarır, cümlenin devamını getirirsin, yazı
bittiğinde muhtemelen puro da biter, sırtını geriye rastlar, odaya girmeden önce olmayanın odaya girdikten sonra olduğunu görmenin
mutluluğuyla yazıyı yeniden okur, son noktayı koyarsın.
Hafta sonları
çok daha güzeldir. Bütün bina senindir. Kocaman binanın içinde hareket eden tek
şeyin sen oluşunun yarattığı inanılmaz bir coşku vardır ve bu elbette yazmanın
keyfine değer katar. Yazının ardından “o
kutsal yazma mekanından” ufak, uyuşuk adımlarla bir kafeye gider, günün ikinci
kahvesini içer, sonbahar eşliğinde yeniden odana dönersin. İkinci perde de
yoğun geçer, akşama kadar bir kitaptan ötekine, bir satırdan, bir düşünceden
diğerine atlayarak günü ufka yaklaştırır, biraz sonra kararacak olan havanın
bütün ayrıntılarını yakalamak için pencereden dışarı bakarsın. Hava kararınca
artık çorba vaktidir. Bir çorba içer, yeniden dönersin pencere dışındaki
duvarların tamamının kitaplarla kaplı olduğu odana. Dünyada hiçbir şey insan
ruhuna, gecenin ortasında parlayan bir ışık kadar ilham veremez. Biraz
dinlenir, bir gün sonraki yazacaklarının planlarını yapar, serbest okumaya
geçersin. Bir hikaye, bir şiir, bir deneme alır götürür seni uzaklara. Ya bir
zamanlar bıraktığın ve artık gelmeyeceğini düşündüğün veya hiç gelmemiş olan ve
gelmesini arzu ettiğin uzaklara götürür seni onlar. Ve zaten hayatta
gelmeyeceğini düşündüğünün ansızın gelmesinden, hiç gelmemiş olanın gelip seni
bulmasından öte ne var? Hem zaten, geçmiş ile gelecek arasında ip atlayan
çocuklar değil miyiz biz? Malzemesi ha pamuk olmuş, ha kitap, ne fark eder?
Herkes sevdiği oyunu oynuyor ve benim oyunum, kim bilir belki ağacın, yaprağın,
çiçeğin yumuşak ellerinden çıktığı için, kağıtların üzerine düşmüş
kelimelerdir. Benim kendilerini sevdiğim kadar, kendilerinin de beni sevdiğine
inandığım kelimeler…