Dolar (USD)
32.33
Euro (EUR)
34.69
Gram Altın
2392.94
BIST 100
10276.88
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

27 Eylül 2023

Mevsimlerden güz, aylardan ekim

Hastalık veya ciddi bir mania yoksa hafta sonu dahil her sabah gelirim. Benim işim buraya gelmek, vaktimin çoğunu burada geçirmek, gecenin bir vakti hüzünle ama aynı zamanda sabah yine gelecek olmanın umuduyla buradan ayrılmaktır. Hikaye sabah başlar. Daha gözlerimi açar açmaz her şeyden önce o gün yapacaklarımı, yapılması gerekenleri hatırlarım. Dünden belli belirsiz ama ana hatları şekillenmiş “yapılacak olanların listesi” vardır. Tuhaf bir duygudur: Yapılacak olanların yapılma iradesi, o iradeyi harekete geçirecek potansiyel güç ve bunun karşısında dışarıda, yapılacak olanlar yapılmadığında geniş mekanlarda geçirilmesi muhtemel başka şeyler. Bu ikisi arasındaki mücadele yüzünü yıkarken yapılacak olanların yapılmasına yönelik tercihle sona erer.

Mevsimlerden güz, aylardan Ekim’se “artık gidecek olana” dair keder duygusuyla ama yine de “henüz gitmemiş olmasına” yönelik sevinç iç içe geçerek kampüsün çamları arasından sakız kokusu eşliğinde genzimden içeri girer, beni bulunduğum yerde durdurur, şöyle bir üç yüz altmış derece döndürür, lojmanın etrafındaki ağaçları, uzaktaki uyuşuk yeşil tepeleri, üstündeki soluk göğü ve halinden artık yorgun olduğu anlaşılan güneşi, onun dalgın ışıklarının tenimin üstüne bir kelebek gibi hafif dokunuşlarla konup gitmesini seyrettirir. Arabaya biner, çok da uzak olmayan fakülteye, birkaç dakikada, yine sağımda ve solumdaki manzaralara dalıp giderek varır, “dışarının” büyüsünü son kez içime çeker, ana kapıdan içeri girerim. Daha kapıdan içeri girer girmez koridordan üzerime yayılan serinlikle beraber olağanüstü bir zihin rahatlığı başlar. Burası başka bir yerdir. Burası öteki yerlerin dışında, bütün o akışı unutturan, dışarıda bırakan; içeriye, içime, bana ait olan bir yerdir. Ruhumun üzerinde meydana getirdiği kutsiyet tınısı da bu özelliğinden, bu “çalışmanın mahremiyetle kurduğu gizli ittifaktan” kaynaklanmaktadır. Burası özel bir yerdir çünkü dünyaya dair bakışlarımın çıktığı yerdir. Burası özel bir yerdir çünkü biraz sonra, odamın pencereden dışarı bakarken aslında bir anlamda kendi varoluşumun dışarıyla kurduğu ilişkiyi bir kez daha gözler önüne sereceğim. Burası özel bir yerdir çünkü bütün bunları odamda, yalnız, başka hiç kimsenin olmadığı, düşünce akışımı kesintiye uğratacak hiçbir maniayla karşılaşmayacağım potansiyel bir üretim mekanıdır.

Odadan içeri girer girmez beni sağ ve sol duvarda, raflara dizilmiş, günün belli aralıklarında, özellikle yorgunluk anlarımda rastgele göz gezdirdiğim, bazısını alıp içinden birkaç sayfa okuduğum, o birkaç sayfanın bile yorgunluğu almaya yettiği kitaplar durur. İçindekiler bir tarafa bırakılsa bile hepsinin bir alınış hikayesi vardır. Bir kısmını hatırlar, o günü, o anı yeniden düşünür, bir kısmını hatırlamaz, sayfalarına göz gezdirdikten sonra ait olduğu yere yeniden yerleştiririm. Kitaplıkların tam ortasında çalışma masam durmaktadır. Her zamanki gibi dağınık, tozlu, çerçöp yuvası neredeyse aylarca tozuna dokunulmamış bir masadır bu. Kalemlik, bardaktan vazoya dönüştürülmüş ve içindeki çiçeklerin kuruduğu mat yüzeyli bir kap, suyu içilmiş birkaç pet şişesi, çalışmamda kullandığım, sayfa aralarına küçük kağıtların yerleştirildiği kitaplar, kitaplar, kitaplar…

Pencereden dışarı birkaç dakika baktıktan, dışarıda bıraktığım havayı ciğerlerime bu kez üçüncü kattan içime çektikten sonra çevik hareketlerle bir kahve alır, masanın başına dönerim. Yazma işi hemen başlamaz elbette. Bütün güzel şeyler gibi onun da yumuşak bir başlangıç evresine ihtiyacı vardır; etrafında dönüp durduktan, meseleyi tam netleştirdikten sonra başlaması gerekir. İlk cümle önemlidir. “Hastalık veya ciddi bir mania yoksa…” diye başlayabilir mesela. Sonrası zaten kendiliğinden gelir. Bir puro çıkarır, cümlenin devamını getirirsin, yazı bittiğinde muhtemelen puro da biter, sırtını geriye rastlar, odaya girmeden önce olmayanın odaya girdikten sonra olduğunu görmenin mutluluğuyla yazıyı yeniden okur, son noktayı koyarsın.

Hafta sonları çok daha güzeldir. Bütün bina senindir. Kocaman binanın içinde hareket eden tek şeyin sen oluşunun yarattığı inanılmaz bir coşku vardır ve bu elbette yazmanın keyfine değer katar. Yazının ardından “o kutsal yazma mekanından” ufak, uyuşuk adımlarla bir kafeye gider, günün ikinci kahvesini içer, sonbahar eşliğinde yeniden odana dönersin. İkinci perde de yoğun geçer, akşama kadar bir kitaptan ötekine, bir satırdan, bir düşünceden diğerine atlayarak günü ufka yaklaştırır, biraz sonra kararacak olan havanın bütün ayrıntılarını yakalamak için pencereden dışarı bakarsın. Hava kararınca artık çorba vaktidir. Bir çorba içer, yeniden dönersin pencere dışındaki duvarların tamamının kitaplarla kaplı olduğu odana. Dünyada hiçbir şey insan ruhuna, gecenin ortasında parlayan bir ışık kadar ilham veremez. Biraz dinlenir, bir gün sonraki yazacaklarının planlarını yapar, serbest okumaya geçersin. Bir hikaye, bir şiir, bir deneme alır götürür seni uzaklara. Ya bir zamanlar bıraktığın ve artık gelmeyeceğini düşündüğün veya hiç gelmemiş olan ve gelmesini arzu ettiğin uzaklara götürür seni onlar. Ve zaten hayatta gelmeyeceğini düşündüğünün ansızın gelmesinden, hiç gelmemiş olanın gelip seni bulmasından öte ne var? Hem zaten, geçmiş ile gelecek arasında ip atlayan çocuklar değil miyiz biz? Malzemesi ha pamuk olmuş, ha kitap, ne fark eder? Herkes sevdiği oyunu oynuyor ve benim oyunum, kim bilir belki ağacın, yaprağın, çiçeğin yumuşak ellerinden çıktığı için, kağıtların üzerine düşmüş kelimelerdir. Benim kendilerini sevdiğim kadar, kendilerinin de beni sevdiğine inandığım kelimeler…