Dolar (USD)
32.28
Euro (EUR)
34.68
Gram Altın
2411.48
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

25 Haziran 2014

Okyanusu geçen hükümetin dere ile imtihanı

Türkiye dört bir yandan her biri 'kriz' sözcüğünün ağırlığı ile hissedilebilecek meselelerle uğraşıyor. Bu meselelerin bir kısmı eskinin devrettikleri, bir kısmı ise güncel durumun yol açtıkları. Hükümet toplumun geniş kesimlerinin desteği ile 12 yıldır Türkiye'nin yapısal nitelikli sorunlarına çözüm getirme arayışında. Özellikle makro meseleler olarak kodlanan başlıklara yaklaşımının bu doğrultuda olduğu söylenebilir.

Ak Parti hükümetleri için devlet-toplum ilişkisinde bir sıhhat arayışı, yıllarca cumhurdan saklanmış bir Cumhuriyeti cumhurla buluşturma çabası, başlı başına bir meseleydi. Çünkü bu durum rejimin niteliğinin demokratik bir zemine çekilmesi anlamına geliyordu. Vesayetin çatı kurumlarıyla zaman zaman yüksek tansiyonda seyreden çekişmeli bir trafikte yol almaya çalışan hükümet şu ana kadar toplumun kendisine yüklediği misyonun maliyetine ve riskine talip olduğunu gösterdi. Hükümet demokratikleşme, vesayetin geriletilmesi, çeşitli toplum kesimlerinin sorunlarına eğilme ve tabi ki en önemli mesele olarak 'Kürt Sorunu' olarak kodlanan ve on yıllardır travmatik sonuçları ile çözüm için aciliyeti ortada olan bir meselede hükümet ön aldı.

Peki tüm bu çaba niçin?

Daha adil, kimsenin ötelenmediği ve örselenmediği bir Türkiye için değil mi?

Adaletin ve hakkaniyetin gereği olduğu için değil mi?

Kuşkusuz öyle. Lakin bu büyük meselelerde büyük riskler alarak mücadele eden hükümet, son günlerde gözlerden ırak alanlarda ortaya koyduğu performans ile belki de en çok kendi emeklerine karşı acımasız davranıyor. Yeni Türkiye'nin imarına kendisini adayan, toplumun ötekileştirilmiş kesimlerinin dertlerini ve sıkıntılarını adalet ve hakkaniyetle ele alıp çözme iradesi ortaya koyan hükümetin kamuoyunun gündeminde pek yer tutmayan kimi uygulamaları, ciddi manada sorunsallaştırılmayı hak ediyor.

Bu hususta iki önemli gelişmeyi dikkatlerinize sunmak istiyorum.

İlki, 30 Mayıs 2014'te TBMM'ye sunulan 60 maddelik 'İş Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" ileilgili.Kanun tasarısıPlan ve Bütçe Komisyonu Alt Komisyonunda 106 maddeye çıkartıldı. Burada en dikkat çekici değişiklik talebi ise idari hukuku ile ilgili olanlar. Binlerce kamu çalışanını, kamu çalışanı olmasa bile vicdan ve adalet gibi derdi olan her insan evladını yakından ilgilendiren bir yasa tasarısı ile karşı karşıyayız.

İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28. Maddesine göre idare iş ve işlemlerinde, yargı denetimine tabidir ve mahkeme kararlarını uygulamakla mükelleftir. İdarenin iş ve işlemlerinden kaynaklanan bir durum müşteki tarafından yargıya taşındığında idarenin aleyhinde bir karar ortaya çıkarsa idare bu kararın gereğini 30 gün içerisinde yerine getirmek zorundadır. Ancak yukarıda bahsetmiş olduğumuz torba yasa ile bu uygulama tarihe karışmak üzere.

Peki, hükümet mevcut kanunda ne gibi bir değişiklik öngörüyor?

Hükümet 30 günlük süreyi iki yıla çıkartıyor ve ardından maddeye ilave bir hüküm getiriyor. Bu ilave hükme göre idari yargı kararlarının uygulanmaması durumunda kamu görevlisi hakkında ceza soruşturması ve kovuşturması açılmasının önüne geçiliyor. Şaka gibi. Ama sorun şu ki şaka değil. Gerçek ve bu bir yasa tasarısı. Hem de pek çok insanın canını yakmaya namzet bir tasarı.

İlgili kanun maddesine ilave edilen başka bir hükümle atama, görevden alma, göreve son verme, yer değiştirme gibi işlemlerin 'telafisi güç veya imkansız zararlar doğurmayacağı'hükme bağlanıyor. Böylece idari yargının yürütmeyi durdurma kararı vermesi imkansız hale getiriliyor. İdareyi hukuktan azade, çalışanı ise hukuk güvencesinden yoksun bırakan bu tasarı, gerekçesi ve maksadı ne olursa olsun bizi tam anlamıyla Thomas Hobbes'un 'doğa durumu' na götürüyor.

Kurtlar için ne güzel bir fırsat!

Eğer bu tasarı yasalaşırsa neden olacağı mağduriyetleri görmek için müneccim olmak gerekmiyor. Hükümetin tasarıyı acilen adalet, vicdan ve insaf terazisinde yeniden tartması gerekiyor.

İkincisi 10 Haziran 2014'te çıkarılan "Yönetici Görevlendirme Yönetmeliği" ile ilgili. Yönetmelik ile yönetici atama sistemi radikal bir biçimde değiştirildi. Yeni yönetmelik ile okul yöneticilerinin yazılı sınava göre atanma uygulaması son buldu. Okul yöneticilerinin belirlenmesinde İl Milli Eğitim Müdürlüklerini tam yetkili hale getiren düzenleme ile bundan sonra yönetici görevlendirme süreci hiçbir nesnel kriter olmaksızın İl Milli Eğitim Müdürlüklerinin keyfince olacak.

Peki, böyle bir değişiklik hangi ihtiyaçtan ne tür bir gerekçeden hareketle yapıldı?

"Sınavla olmuyor ben kafama göre görevlendireyim."mantığı ile liyakat, ehliyet, adalet, hakkaniyet ne yana düşer?

Bir sendikanın, neredeyse Milli Eğitim Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı statüsünde iş tuttuğu bir süreçte tüm bu uygulamaların izah edilebilir bir yanı var mı?

@_aydinali