Oyuncaklarla çocukluğumuz arasına giren mesafe ya da Canik Oyuncak Müzesi'nin düşündürdükleri
Samsun seyahatim sırasında
Canik Belediyesi’ne bağlı oyuncak müzesini ziyaret ettim. Canik ilçesinde, eski
binaların bulunduğu denize nazır muhitte; halk eğitim merkezi, aile okulu ve
eğitim merkezi, belediye evleri anaokulu ve ilçe müftülüğünün kardeşçe yaşadığı
alanın mütevazı köşesinde küçük bir mekândı burası. İçeri adım attığım andan
itibaren beni uzun süre tesiri altında tutacak minyatür dünyanın da kapıları
aralandı. Geçtiğimiz kapıların kudreti çıktığımız ruhsal yolculuğun, içine
çekildiğimiz tefekkür serüveninin büyüklüğüyle doğru orantılı.
Canik Oyuncak Müzesi’nde 1800’lü
yılların başından (Özellikle 1810 ve 1850) 1900’lerin sonuna doğru uzanan
süreçte Almanya, ABD, Japonya, Fransa, Rusya, Polonya ve Türkiye’ye ait
oyuncaklar sergileniyor. Gereçler ülkelere göre tasnif edilmiş ve bu
gruplandırma çarpıcı şekilde ziyaretçisine ülkeleri ve çocuklarını oyuncaklar
üzerinden okuma imkânı sunuyor. Özellikle 1800’lerin Almanya’sının çocukları
için oyuncaklara yaptığı ciddi yatırımlar dikkatleri üzerinde topluyor. Zira
müzeye getirilen bu eski oyuncakların yapımında kullanılan malzemenin
kalitesinden barındırdığı detaylara kadar her şey hem hayran bırakıyor hem de
derin bir hüzne gark ediyor. Henüz 1800’lü yılların başında Almanya kabartmalı
masal kitapları, yapbozları, küçük kız çocukları için muhteşem elbiselerin
tezyin ettiği gerçekçi bebekleri, dikiş kartları ve dikiş eşyaları, ahşap ev ve
ev eşyalarıyla çocukların ruhunda iz bırakacak, onları ince bir dikkate ve
detaycılığa sevk edecek, yaratıcılıklarını ortaya çıkaracak muazzam numuneler
sunuyor. Özellikle müze çıkışında
Almanya bölmesinde gördüğüm içi açılan ahşap evler ve bu evlerde görünen askı
dolapları, erzak rafları, dikiş masaları, tezgahlar, örtüler büyüdüğü zaman ne
yapacağını planlayabilen çocukların gelişimini amaçlıyor. Bu oyuncaklar düzen
ve disiplin seviyesinin yüksekliği adına büyük önem taşıyor. Almanya’dan sonra
dikkatleri ABD ve Japonya üzerinde topluyor. Onların oyun araç gereçleri daha
çok yapıp bozmaya, tamire ve yeniden inşa etme sürecine yönelik. İnsan ister
istemez bu titiz çalışmaların daha o zamanlardan psikolojik bir arka plan
taşıdığını fark ediyor. Bunun yanı sıra bizde 2000’li yılların başında
görülmeye başlayan maketler Almanya ve Rusya’da 1950’lerin başında mevcut. Tren
ve araba yolları, uçaklar, arabalar… 1965
Türkiye’sinde ise naylon bebek ve arabalar, küçük pasta kalıpları, lastik top
ve tekerlekler, müze için toplanan Ayşegül serisi ve dünya klasiklerinin kapağı
eski kitapları, şerha şerha olmuş kitapları gönlü mahzun bırakıyor. Ülkemizin
içinden geçtiği sıkıntılı dönemler oyuncakların içeriğine de yansıyor. Ancak
tam o sırada müzenin diğer kanadında, 1950’lerin başında bizde de tahta
beşikleri, yöresel kıyafetli oyuncak bebekleri, hasır sandalye ve ahşap masalar
içinde görmek bu hüznün huzura tevdi edilmesini sağlıyor. Oyuncak müzesinde
yapılan kısa yolculuğum, içimde uzun yollar açıyor. İster istemez “Bana eşyanın
hakikatini göster” diye dua eden Peygamberimiz aklıma düşüyor. Belki Allah’ın
sıfatlarını eşyada görmeye yönelik bu dua, çocukluğumuzun oyunları ve
oyuncakları ile ilintili değil ancak işte, küçücük boyutları dev anlamlarıyla
ardımda kalan eşya ülkeleri, nesilleri, nesillerin nasıl dönüştürülebileceğini
dile gelip anlatıyor.
Canik Oyuncak Müzesi
gezisini tamamladıktan sonra çocuk kalan yanımın taşıdığı büyük heyecana rağmen
beni böylesi durgunlaştıranın ne olduğunu düşündüm. Aslında gönlümü
hüzünlendirenin naylon bebek ve arabalarıyla zekâ geliştirmeye ve detay arayışına
yönelik olmaktan uzak ülkemin, dünya ülkelerinin çok gerisinde kaldığını fark
etmek değildi. Küçük de olsa bundan bir nebze pay taşıyordu hüznüm muhakkak.
Ancak her şeye rağmen bir gayretin, azmin, umudun, saflığın izleri duruyordu
orada, o oyuncaklarda... Dikiş makinaları, küçük bebekler ve beşikleri, mutfak
eşyaları ile milletimin kız çocuklarında yaratılan farkındalık, naylon uçak ve
arabalarla erkek çocuklarının gelişimine yönünü çevirirken şimdilerde bebeklik
dönemindeki evlatlarımızın ellerine bırakılan cep telefonlarıydı düşündüren
beni. Ruhsal gelişimi yanında zekâ gelişimlerini tamamlamamış yavruları
oyalamak için alışveriş merkezlerinde, altın ve komşu günlerinde, arkadaş
buluşmalarında gezen annelerin onların küçücük ellerine nasıl tablet ve telefon
tutuşturduklarını hatırıma getirdim. Zamandan, cep telefonu ve bilgisayar
başından kalkmayan çocuklardan, kendini ve kabiliyetlerini keşfedememekle
suçladığımız gençlerden hangi kafa yapısıyla şikâyet ettiğimizi düşündüm; hangi
alt yapı ve donanımla hayatın karşısına çıkarmaya hazırladığımızı canım gençlerimizi…
Sonra fikrim başka, daha köklü bir mecraya gitti. Henüz ilkokulda girdiğimiz ev
ekonomisi derslerinin dikiş, boyama, alçı çıkarma gibi el işi gerektiren işlerinin
vaktiyle bizim için nasıl eğlenceli hâle getirildiğini anımsadım. Bilgisayarların,
cep telefonlarının olmadığı zamanlarda evlerde yapılan nitelikli iş
dağılımlarını yahut ebeveynlerin yardım bekledikleri ev ve bahçe işlerini… Mutlak
okuma üzerinden kaybettiğimizi zannettiğimiz çocuklarımızın okullarda iş ve
zarafet dersleri almaları gerektiği hususu yeniden geldi gündemime. Belki de
oyunla, oyun araç ve gereçleri ile arasına mesafe koyarak keşif seyahatini
engellediğimiz evlatlarımıza yapıştırdığımız hata onların değildir. Belki eski
zamana açılan kapı ve koridorlar yeni zamanlarımızın aynalarıdır. Kim bilir?
Selam ile.