Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

24 Aralık 2022

Psikolojik eşik

Modern dönemin yükselen biliminin sosyoloji, postmodern dönemin yükselen biliminin ise psikoloji olduğu söylenebilir. Her ne kadar sosyolojiye müracaatlar, hızlı değişimler sebebiyle azalmamış ve hatta artmıştır. Ancak psikolojinin toplum içinde farklı boyutlarda yaygınlığı da gözlemlenen bir husustur.

Gündelik hayatta çevrenizle konuşmalarda sıklıkla “psikolojim bozuk” gibi ifadelerin yanında duygu patlamalarının arttığına artık şahit olmaya başlamışsınızdır. Hatta geçmişe nazaran bilhassa son yirmi yılda insanların psikologlara müracaatlarının arttığı, en ufak kötü hissedişlerde psikolog arayışına girildiği ve hatta psikologların gündelik hayatta bir “yaşam koçu” haline geldiğini görebilirsiniz. Öyle ki, dinin ve özellikle kurumsal dinin bir referans gücü olarak etkisinin zayıfladığı oranda psikologların eski dönemlerin “şaman”ları gibi bir din adamı hüviyetine büründüğü de söylenebilir.

İkinci olarak, günümüzde insanların duygusal buhranlara daha çok uğradığını düşünmekteyim. Böyle düşünmemin gerekçesi, insanların bunu sıklıkla dile getiriyor oluşlarıdır. Bu da açıkçası iki önemli sorunun sorulmasını gerektirmektedir. İlki, bu taktirde geçmişteki insanların duyguları bugünün insanları kadar yoğun değil miydi? Hatta onlar duygusallıktan yoksun muydu? Buna “evet” şeklinde cevap vermek mümkün değildir. Çünkü insan da böylesine köklü bir değişim olmamıştır.

Bu taktirde ikinci sorumuzu soralım; psikolojinin yükselişi ya da duygusallığın yoğunlaşmasını neye bağlamalıyız? Doğrusu içerisinde farklı etkenlerin rol oynadığı bir durum burada işlemektedir. Şimdi bunlara teker teker bakalım.

Türkiye’de olduğu gibi dünyada da giderek ağırlığını hissettiren postmodern süreç bu etkenlerden ilkidir. Doğrusu ben pratikte modern ve postmodern süreçlerin birlikte yürüdüğü bir durumda olduğumuzu düşünmekteyim. Bununla birlikte postmodernlik temel nitelikleri ile toplumdaki varlığını pekiştirmeye başlamıştır.

Bilindiği üzere postmodern süreçte somut olarak ben yükselmiştir. “Somut ben” modernlikte yükselen “birey”den farklı olarak insanın kendisini mutlak merkeze alarak çevresi, diğer insanlar ve giderek evreni tanımladığı bir duruma denk gelmektedir. Öyle ki, artık klasik teolojilerde varolan Tanrı’nın merkeziliği de kaybolarak insanın tanrı’yı bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı duruma ulaşılmaktadır. Böylece “somut ben” her şeyden önemli hale gelir. Onun hissettikleri, duyguları esastır ve esasen rasyonellikten duygusallığa bir geçişle “duygu”ların merkeziliği görünmektedir. Bu durum postmodernliğin evrenselleştirici akıl önerisini reddetmesi, sübjektifliğe ve göreliliğe dönmesi ile uyumludur. Hatta yeni nesilde görülen ilgisizlik ve ben merkezliliğin üretildiği nokta da burasıdır.

Buradan çıkarılacak iki anahtar kavram bir mikrotanrı olarak “somut ben”, “benim hissettiklerim”dir. En azından dini literatürde insanın hisleri hayatı yönlendiren bir merkeziliğe sahip olmadığı gibi, aklı ve olgularla denetlenmesi gereken bir sübjektivite taşırlar. Fakat postmodern süreç herkesin sübjektivitesini kendisi için mutlaklaştırdığından dolayı, duygular hayatı da yönetmeye başlarlar.

İkinci önemli etken, “duygu”ları yükselten bir habitusun önemli olduğunun sürekli olarak ekranlardan propagandasının yapılarak teyit edilmesidir. Dolayısıyla burada epistemolojik teyitlerle duygulara doğru merkezileşme yaşanmaktadır. İnsanların gündelik hayatta alışveriş yapınca rahatlamaları, televizyonda duygu patlamalarını rutinleştiren programlar, kişilerin kendi içine yönelttikleri duygusal baskılar giderek artmaktadır. Bunlara ilaveten tüm propagandalarla duygu eşiklerinin düşürülmesi sonucu, en ufak sorunlar karşısında çaresizlik ve anomi yükseliyor görünmektedir.

Psikolojik eşiklerin düşürülmesi sonucu, bugünün insanının geçmiş nesillere göre “incinme” oranının artması da buna bağlı görünmektedir. Dikkat edilirse insanlar incindikçe, sevgilerini insana değil çevredeki diğer varlıklara yöneltmektedir.