Dolar (USD)
32.18
Euro (EUR)
35.00
Gram Altın
2499.16
BIST 100
10643.58
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


'SENDEN ÇOK VAR'

Bu postmodernlikten çokça bahsediyorum; belki bazıları Türkiye'nin bu kadar sorunu varken postmodernlik gibi bir konu üzerine konuşmanın olabildiğince fantezik olduğunu düşünebilirler. Ancak geldiğimiz noktada yaşadıklarımızın kaynaklandığı zihniyet itibarıyla postmodernliğe dikkat çekilmesinin zorunlu olduğu kanaatindeyim.

Başlıktaki ifade yanılmıyorsam popüler bir şarkı sözü. Belki buna daha önce de manşetleştirdiğim bir başka şarkı sözünü eklemek lazım: "Dünyada bensiz bırakmam seni." Buradaki temel problemi daha önce "ben"in bir öznellik olarak merkeze alınması olduğunu belirtmiştik. İki şarkı sözünü birbirini tamamlar şekilde birleştirdiğimizde, "ben" ve "sen"in klasik sıralamasında ve içeriklerinde bir dönüşümün, aslında bir zihniyet kırılmasının bulunduğunu görebiliriz. Klasik algılayışta, ben ve sen ilişkisinde "ben" daha çok fedakarlığın öznesi olan bir içerikle öne çıkar. Halbuki yeni durumda "ben", neredeyse evrende varolan her şeyin önüne geçer.

Burada "senden çok var" ifadesi üzerinden dikkat çekmeye çalışacağım bir başka önemli sorun var ki, bu çoğaltılabilirlik ve telafi edilebilerlik; dolayısıyla bir sıradanlaş(tır)madır. Bunun gündelik hayatta çok farklı yansımaları ve tezahürlerini belki izleyebiliriz. "Sen"den çok olması, insanın biricikliği ve kendine dair özelliklerinin yitirilerek algılanmasını sağlar. Yani, özelde sevdiğinizi düşündüğünüz kimse, dışarıdaki herhangi birisinin kopyası, aynısı ve telafi edilebilir diğeridir. Bu durum, bugün karşısındaki insan tarafından "özel" olarak algılanmanın önündeki engeldir. Yani "sen" herhangi birisisin, seninle olmazsa bir başkasıyla. Bilmem farkında mısınız; aktüel sorunlarımızdan birisi de bu konuda insanların duyduğu ıztıraptır. Magazin sayfalarına bakacak olursak, "üç günlük aşk yaşadık" türünden sözlerin yaygınlaştığını; cinselliğe indirgenmiş bir istihlak kültürünün "özellik" ve "biriciklik" kavramlarını tükettiğini görebiliriz.

Bugün piyasada satılan tavukların, seri üretim yoluyla çok kısa sürede anormal beslemelerle oluşturulduğunu biliyoruz. Aslında plastik tavuklar yiyoruz. Eskisinden farklı olarak tavuklar sürekli çoğaltılabilir, seri olarak çoğaltılabilir yaratıklara dönüştürülmüş durumdadır. Sonsuz sayıda çoğaltılabilirlik, tavuğun aslını kaybetmemize sebep oldu. Yeni nesiller aslında gerçek tavuğun lezzetinin nasıl olduğunu bile bilmiyorlar. Eskiler de sadece ona özlem duyuyorlar. İnsanın çokluğa (tekasür), çoğaltılabilirliğe olan bu düşkünlü, elinden iki nimetin gitmesine sebep oldu; Gerçeklik ve yiyecekler söz konusu olduğunda gerçek tat.

Bugün bilgisayarınızı açtığınız zaman, word sayfasını sonsuz sayıda çoğaltabilirsiniz. Elinizdeki belgeleri sonsuz sayıda kopyalayabilirsiniz. Belki bunları bir açıdan olumlu gelişmeler olarak görmek lazım. Ancak öte yandan bu ve benzeri gelişmelerin, hayatımıza getirdiği "telafi edilebilirlik" garantisi, sahip olmanın mutluluğunu çekip alıyor. Mesela, dikkat ederseniz çocukların her yaptığının sürekli telafi edilebilmesi, sahip olduğu şeylerin yenileriyle telafi edilebilmesi, değiştirebilirliği onların mutlu olmasını engelleyen faktörlerin başında geliyor. Kendileri kazanmıyor ve her şeyleri telafi edilebiliyor.

Bunu bir de "ben"in egemenliği fikriyle birleştirdiğinizde, kendi talepleri dışında başkasına yabancılaşan, empati yapmayı kaybeden, fedakarlığı ancak kendisi etrafında mutlaklaştıran, ilişkileri sıradanlaştıran, insanları kendi talepleri doğrultusunda araçsallaştıran; dolayısıyla sadece eşyayı değil insanları da bu sıradan ilişkiler içerisinde tüketen bir insan figürü gündelik hayattaki hakimiyetini giderek artırıyor.

Başkası nazarında "biricik" ve "değer" atfedilen kişiler olmak istiyorsun; evet haklı bir talep. Fakat bunu talep ederken bir başkasına nasıl baktığını önce düşünmen gerekir. Nihayetinde din, taleplerini önce bir başkası için dileyip dilemediğin konusunda kendini sorguya çekmesini bekler.