Dolar (USD)
32.37
Euro (EUR)
34.71
Gram Altın
2437.85
BIST 100
10082.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

25 Temmuz 2023

Serbest bir gün

Plansızlık özlemi içinde, bir özne değilmiş gibi fakat nesneleşmeden de yaşanan bir gün. Hedefsiz yol alırken zihnin hedefi daima sorgulamak, daima düşünmek. Bulur o şimdi, düşünecek bir şey…

"Bu sabaaah...yağmur var İstanbul'daaa..." güzel şarkı. Hemen akla düşüyor. Yağmur olduğundan değil, İstanbul’da sabah olduğundan… “Evlerin taraçaları güneşin istibdadı altındaydı. Uzaktan bakıldığında buharlaşarak gökle birleşen alçak tavanların altında alevsiz, sessiz bir yangın oturuyor gibiydi. Sıcak evlere sığınmaya başlamıştı.” Yeni öykünün bir paragrafı bu. Bu paragrafın İstanbul’a uyarlanmış halinde bir gündeyiz. Hava sıcak mı sıcak.

Yalnızca bir hava durumu şarkısı olmadığı kesin.

İnsan havayı da kendi durumunu izah edici bir unsur olarak çok kullanıyor.

Bu içimize üflenen nefes, bu ele avuca sığmaz alıp vermeler, dışımızda üflenmemiş olarak duran soluklarla sıkı iş birliği içinde.

Bir nargile tiryakisi gibiyiz hepimiz göğe, maviye karşı. Aydınlığı, berraklığı, hoppa olmayan bir neşeyi, zırlamayan bir hüznü dahil etmek istiyoruz canlılığımıza.

Seçiyoruz göğü.

Tramvayda "Nerelidir ki bence, nasıl biridir veya nereye gidiyordur bence?" gibi her zaman ki karakter tanıma oyunu oynarken bir de baktım bir avuç alanda, değil Türkiye'nin dünyanın kırk bir yanından insanla bir arada nefes almaya çalışıyor olduğumu fark ettim. Ciddi söylüyorum; kendimi etnik köken olarak azınlık ve yalnız hissettim. Bunu hep hissediyorum. Karşıdan baktım kendime. Zavallı bir Türk. Üstelik utanmadan ne cür' etle bir de sünni. Her ne kadar bunları aman da ayrımcılık filan olur diye kendi öz yurdunda hiç öne çıkarmasa da.

İstanbul yine cümbür yine cemaat. Ama başka cümbürler, başka topluluklar…

Üsküdar vapurunda öğlen sıcağında uyku baskısı kuran ney üfürükçülüğü ısrarından sonra neyse ki Kadıköy kıyısındaki bitimsiz hebele kubele halayla burun buruna gelmiyoruz. Biri uyuyun derken diğeri uygunsuz adım uyandırıyor.

Hava sıcak mı sıcak. Sandaletlerimizin derisi ile ayak derimiz eriyik halinde birbirine dönüştü. Ayaklar yaralandı. Yara der demez kim akla gelebilir? Tabii ki şairler… Şairlerin mızmızlığı iyice sıradanlaştı gerçi. Neyse ki yara kelimesini bir parça terk ettiler.

Yara bandı alırken buralarda herhangi bir şaire görünmeden almam ve apar topar sur içi olma isteğim o yüzden.

Sanki gökten düşmüş ve kapmış olduğum çok serbest bir gün. Hatta serkeş. Şahsen plansız olduğumuz ve kurgulamak zorunda olmadığımız günlerin sürprizler saklamış olması pek malumunuzdur. Sürpriz hediye paketleri gibidir plansız, programsız günler. İşte öyle bir gün…

Başkalarına karşı sorumlu olmadığımız, inisiyatifimizin kâhyası olduğumuz günlerde tevafuğu ürkütmeyecek bir plansızlıkla yaşamayı yeğlemeliyiz, diye düşünürüm hep. O vakit hemen her olayda ilahi/tanrısal sürprizlerle gamze gamzeye gelmek ve henüz gönderilmiş taze sevgilere sarılarak yaşamak güzel oluyor. Basiret/öngörü, daha daha bir üst planın dalgınlığında, sabah akşam süper veya yeni aparan siyasi güçlerin kurdukları "o büyük oyunu" planı, programı çözmeye çalışmak ve o çözümsüzlükte bk böcegi gibi debelenip dururken güzelim hayatı, sanatı ihmal ve iptalden daha öte bi'şeydir muhakkak.

E tabi serbest bir gün dediysek; düşünmenin çok serbest olduğu bir gün demek istedik. Ne İstanbul sizi bırakır böyle bir günde, ne düşünmek… Hazır plan-sızlık, program-sızlık, kurgulamaksızın günü ve anı yaşamak deyince zihne gelen şeye bakınız:

Edebiyatta ve sinemada kurgu konusu o kadar öne çıkarılıyor ki, yakındır; kimi roman ve öykü yazar ve yönetmenlerin kendilerini Kaderlerin Efendisi ilan etmeleri... (Yoksa ilan ettiler mi?) Roman yazmış insanlarda “Kaderi kurgulayabilirim, iyi kurgu yaparım, kurgucuu tarzı bir tabelayla gezinme geleneği var, hissediyorum. İçlerinde romanını okumadığında da seni çok eksik, nasipsiz gibi görenler de az değil. Senaryosunu kendi yazı yazıvermiş yönetmen dersen bunun iki üç katı bir eminlikle var oluşunu yudumluyor ülkemizde. Bir kısa filmi zor çekmiş bir taze yönetmenin “kaşe ültimatomu” ile gezinmesi ondan olsa gerek. O bir kurgucu, kolay değil. Kaderi inşa edebiliyor o! Ona göre!

Kendilerini öyle görmüş, geçirmiş, geçmiş gitmişler de vardır muhakkak.

Kaderin satranç ötesi ağ örüm iksirinin dünyaya getirilip satışa sunulmasında Batı'nın cadılığının tırnakları var. Romandır, sinemadır. Aferin onlara. Kendi bakış açılarından ve bir anlamda sözel matematik imkanından dünyayı büyük etkisiyle saran sanatlar ürettiler ve pazarladılar. Dünyanın kaderini böyle de kurgulamaya kalkıştılar, kalkışıyorlar.

Doğu ise, -sanki hala- ince bıyık, baş sağ yana yatık vaziyette " Kaderin üstünde bir kader var." zikrini çekmeye devam ediyor. Kurguyu üzerine alınmamak ve Yüce Kurgucu'nun arkasına saklanmak. Şair masum. O zaten kurgunun yara kısmıyla ilgileniyor. Yaraya kapanmış, ağlıyor. Yanlış sabır algısı onun büyük kabri...

Hayır. Anlamıyoruz.

Kaderin üstünde bir kaderin olması insanın kendi kaderini kurgulamadaki sorumluluğunu neden yok etsin ki?!... Üst kaderin altında bir toplum neden uyusun ki “Kaderim bu, böyleymiş benim alın yazım” diyerek? Neden “kaza”/gerçekleşme öncesi, yani sınırlı insan kavrayışına göre kurgu öncesi ve sonrası ona kendi iradesi ve emeği oranında etki etmesin? Neden tercihlerinin farkında olarak kaderinin başında durmasın?

Kaderini kurgulamayanların hikâye, roman ve sinemalarını kurgulamakta gecikmiş ve nerede kalmış oldukları da sorulmaz. Ayıp.

Tatil anlayışım bu. Doğunun en batısından biri olarak.