Dolar (USD)
32.33
Euro (EUR)
34.69
Gram Altın
2392.94
BIST 100
10276.88
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

14 Aralık 2022

Sevilme İhtiyacı

Toprağın çimen, çimenin kuzu, kuzunun insan için yaratılması değil sadece, insanın insan için yaratılması da kayıt altında. Diğer bütün varlıkları kendi göğünden seyreden insanın hemcinslerine aynı hizadan bakma içgüdüsü beraberinde onlarla yaşamayı, onlar için yaşamayı getiriyor. Başkası için yaşanmayan hiçbir hayat değerli değildir. İnsanlar yalnız başlarına, her biri başka bir gezegene mahkum edilerek yaşasalardı belki başkasının bir anlamı olmayacaktı. Ancak hakikat şu ki aynı gezegende, birlikte yaşamak zorundayız ve her birimizin varlığı dönüp dolaşıp ötekilerden geçiyor. Bu sebeptendir ki beşeriyetin en büyük amacı bireyi korumak, bireyin en büyük amacı da topluma hizmet etmektir. Gelgelelim ki beşeriyet çok uzun süreçler boyunca insanın zindanı, insan ise toplumun hastalıklı uzuvlarından biri olmuştur. İnsanın topluma nefretle baktığı, toplumun insanı ezmek için fırsat kolladığı dönemler hep sevgi azlığının olduğu süreçlerdir. Sevgi azaldıkça bilinç bulanıklaşıyor, irade zayıflıyor, görüş alanı kısıtlandığı için ilişkiler birbirine esneklik bahşetmek, nefes aldırmak yerine birbirinin ayağına dolaşıyor, birbirini beslemek yerine aşındırıyor. Bütün mesele sevgidir. Bütün meselemiz sevgi olmalıdır. Sevgi, sadece sevgi besler ruhu, yaraları iyileştiren de odur, hiçliğe değer ekleyen de…

Sevginin olmadığı bir iç dünya yağmurun değmediği topraklar kadar katı, kabar kabar, kuru, kupkurudur. Sevginin dokunmadığı bedenden yeşerti beklemek hiç yağmur yağmayan topraktan çiçek beklemek kadar safdilliktir. İnsan, hayatı boyunca yanında yöresindekilerden de toplumdan da hep sevgi bekler. Onu buldukça yerini seven ağaç gibi dal budak salar, başını göğe kusursuzca uzatır ve ormanın en gösterişli ağacı olur. İnsanları şımartan toplumlar müreffeh toplumlardır bu sebepten. İsmet Özel’in dediği gibi; “papatyaları şımartmazsanız Alkaponlar gangster, Mata Hari’ler casus” olur. İnsanları kısıtlayan, onlardan sevgisini esirgeyen ve onların içine sevgi yerine nefret tohumları atan toplumların geri kalmalarına neden şaşırmamalı ki? Her hangi bir istatistiğe gerek yok, bütün gelişmiş toplumlar devletlerinin bireyi koruyup gözetmekle kalmadığı, onlara sevgi aşılayan toplumlardır. Her hangi bir istatistiğe gerek yok; gelişmiş toplumlarda devletin bireye yönelik yaklaşımı diğerlerine göre daha müşfik, bireyin de devlete yönelik öfkesi biraz daha seyreltilmiştir. Gelişmiş toplumlar, öfke ve nefret toprağında sevgi yeşermeyeceğini görmüş toplumlardır. Devlet vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini koruma garantisi vererek insanca yaşama alanını açtığında bireyler devletlerini çok daha fazla sevecektir. Yazık ki bir babadan başlayarak devletin en tepesine kadar elindeki sopayı gösteren hiçbir güç, insanın kalbine dokunamaz; kalbine dokunamadıklarınızdan sevgi mi bekliyorsunuz? Bekleyin o halde, çünkü hiçbir zaman gelmeyecek… Yazık ki mesele elindeki sopayı vurmak değildir sadece, onu sallamak ve Demokles’in kılıcı gibi her daim vatandaşlarının üstünde gezdirmek de sevgi yerine korkuyu, korkunun peyda ettiği enerji soğurulmasını getirmektedir. Enerjisi soğurulmuş hangi toplum yaratıcı tahayyülünü atmosferle buluşturabilir ki?

Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı 2 Mart 1757 tarihinde yaşanmış bir cezalandırma enstantanesiyle başlar. Oldukça etkileyici işkence sahnelerinin yer aldığı bu giriş bölümünde devlete karşı suç işlediğine inanılan kişi halkın gözü önünde, “memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle uzuvları kerpetenler çekilecek”, “kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgara savrulacaktır.” Üstelik bütün bunlar Greve meydanında yapılacak ve halkın gözü önünde teşhir edilecektir. Sadece bu da değil: Suçlunun bıçakla delinen bedeninin oyuklarına her yağ ve kükürt dökülmesi sonrasında suçlu acıyı daha şiddetli hissetsin diye başıyla yarasına baktırılacaktır. Yarasını seyretmenin yaranın kendi acısından çok daha vahim olduğu böylesi bir durumda mahkumun tek bir talebi vardır: Başına toplanmış ve etleri santim santim kopartılarak öldürülmesini seyreden insanlara “öpün beni” der. Beni öpün ey insanlar. Bütün o acı harmanının ortasında, bütün o hengamede, bütün o kızgın ateşler arasında bir insan ruhunun ihtiyaç duyduğu şeyin alnına veya yanaklarına kondurulacak olan bir öpücük oluşu insanı nasıl da derinden sarsıyor. “Beni sevin” diyor mahkum, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketin en dayanılmaz noktasında sevgi talep ediyor. Belki annesinin-babasının-kardeşinin-amcasının-dayısının-halasının-teyzesinin ve en nihayetinde sevgilisinin kendisinden esirgediği sevgiyi, o esirgemelerin faturasına dönüştüğü burada, bu ceza esnasında son kez talep ediyor. Beni öpün baylar, dudaklarınızla bu ateşten gövdeye bir damla su verin, bu cehennem alevlerine bir serinlik… Bakın ben de sizin gibiyim, sizden biriyim, sizim. Beni öpün baylar, ilk nefesimde olmasa da son nefesimde, bu hamura, bu sevgi hamuruna bir damla su nedir ki?

Gecikmiş sevgi bir gün, bir yerde, bir yerinde insanın mutlaka yara açar. O yara bazen kederli bir hatırlama, bazen geri dönüşsüz müzmin bir hastalık bazen de artık ertelenmeye güç yetirilmeyen ölümün ta kendisi olur. Birbirini sevmek için yaratılmış olanların birbirine sabah akşam küfretmesi, merhamet toprağına kin tohumlarını ekmesi dünya bahçemizi dikenden geçilmez hale getiriyor. Dikenler çiçeklerden çok daha fazla yer kaplayınca varoluşun ha bire kanamasından daha doğal ne var? Bize dostuna bile kin püskürtenler değil düşmanına bile tebessümle bakacak yüzler lazım. Bakmakla yükümlü olduğu çiçeğin gönlünü almayan bahçıvanlara hangi bahçe tebessüm eder? Bu millet aç beyler, en çok da sevgiye aç. Bahçenin tebessüm etmediği bahçıvanların vay haline…