Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

25 Kasım 2020

'Şimdici kültür' içinde eğitime yer var mı?

Zygmunt Bauman, Leonidas Donskis ile akışkan modernlikte duyarlılığın yitimi üzerine konuşurken (Ahlaki Körlük – Ayrıntı Yayınları) Stephen Bertman’ın çağdaş toplumların sürdürdüğü yaşam tarzına ilişkin tanımlamasına atıf yapar.

Bertman, bunun için “şimdici kültür” / “aceleci kültür” terimlerini icat etmiştir. Mevcut beşeri koşulların doğası hakkında çok şey anlatan terimlerdir bunlar. Bauman bu koşulun her şeyden önce zamanın anlamını yeniden pazarlığa yatırmasıyla öne çıktığını söyler. Tam da bu koşula bağlı toplumlarda zaman, modern veya premodern toplumlardan farklıdır. Ne çizgisel ne de döngüseldir. Noktacıdır. Her bir nokta bir diğer nokta ile son bulurken bunlar arasında bir devamlılık/ süreklilik de söz konusu değildir. Başlar; ne var ki bir süreç oluşamadan yeni bir nokta belirir.

Bitmez tükenmez noktalar dünyası, tüketici toplumunun dünyasıdır. Tüketici bir toplum arz akınına maruz kalırken taşıma kapasitesi sınırlıdır. Bu ise yığılmalar demektir. Bireylerin sınırlı ilgileri sayısız kaynaktan yönelen uyarıcı ve gönderilen sinyaller ile dumura uğrar. Yerinde bir tanımlama ile ‘dikey istifleme’ fenomeni böyle ortaya çıkar. Aynı anda birden çok enformasyona maruz bırakan ne var ki bunu bireylerin iletileri illa akılda tutmalarını ve özümsemelerini talep etmeden yapan dijital medyanın orta çıkışı da böyle olmuştur.

Böylesi bir dünyada yaşamı parça parça yaşarsınız. Her bir parça yeni beceriler ve kazanımlar talep eder. Deneyimin çabuk tüketildiği hatta çoğu zaman yeni başlangıçlar için ayakbağı olarak görüldü bir toplumsallık çıkar önünüze. Bunu en iyi emek piyasalarında, iş dünyasında gözlemleriz.

Bauman çok yetkin, iyi eğitim almış ve birden fazla dile hâkim bir dostunun “iş piyasalarının ince kumaşlar kadar narin, seramikler kadar kırılgan olmasından” yakındığını söyler ve o dostunun tüm yetkinliğine rağmen nasıl defalarca işsiz kaldığını anlatır.

Bu açıktır ki müktesebatı hükümsüz kılan yeni bir gerçekliktir.

Sabır, çaba ve emekle kat edilecek bir yolun sonunda sahip olacağınız eğitim ve yetkinlikle “iyi bir gelecek” vaadi git gide birbirinden ayrılmış ve kopma noktasına gelmiştir. İşin çok da farkına varılmayan yanı ise bunun mevcut eğitim anlayışının bir yönelimini ıskartaya çıkarması yahut hükümsüz kılmasından çok eğitim fikrinin varoluşuna ilişkin oluşturduğu tehdittir. Dolayısıyla eğitim, tarihi boyunca görmediği biçimde bir meydan okuma ile karşı karşıya kalmıştır. Eğitimin krizi, şu an için bundan başka bir şey değildir. Bu krizi diğer tüm krizlerden ayıran yanı kritik ve varoluşsal olmasıdır. Bu kriz salt formel eğitime değil informel eğitime; yetişkinlerin çocuklarını hayata hazırlama etkinliklerinin tümüne kısa devre yaptırmaktadır. Böylesi bir durumda çatlaklar, yarılma ve kopmalar meydana gelir.

Rafların tüketici arzularına göre anlık olarak dolup boşaldığı, kamuoyu araştırmaları ile anlık yoklamalara göre strateji belirlendiği, siyasetin toplumsallığını yitirerek sosyal medyada fav, beğeni, takip ile icra edildiği bir vasat manzaraya uygundur.

Bu manzara içerisinde “kültürel iktidar” tartışması da anakroniktir.

Tüketiciler ve metalar dünyasında kültür bir pazarlama nesnesidir. Söylemeye bile gerek yok ama böylesi bir vasatta hangi kültür? Hangi iktidar?

Yeni teknolojilerin ayartıcılığı ve küreselleşmenin basıncı statik olan her şeyi güçten düşürürken ‘kültür’ Ulrich Beck’in kavramını ödünç alarak söylersek bir ‘zombi terim’ haline gelmiştir.

“Eğitimi yüz yüze mi yapacağız yoksa uzaktan mı yapacağız? EBA’dan mı bağlanacağız, Zoom üzerinden mi yürüyeceğiz?” türünden sorularla boğuşurken yanı başımızda beliren ve tüm dünya halklarını hatta insan soyunun geleceğini etkileyecek felaketlere karşı duyarsızlaştık. Neyin kaygısını yaşadığımız ile neyi gerçekte yaşıyor olduğumuz arasında kapanmaz bir açık oluştu. Bunda, farkında olmaksak da bugün cenaze merasimine tanıklık ettiğimiz eğitim sisteminin de payı büyük.

Italo Calvino Marco Polo’nun ağzından şunları söyler: “Yaşayanların cehennemi ileride olacak bir şey değil; eğer bir cehennem varsa, bu cehennem zaten burada, her gün içinde yaşadığımız, bir arada bulunuşumuzla oluşturduğumuz cehennem. Bu cehennemin ıstırabını çekmekten kurtulmanın iki yolu var. İlk yol pek çok kişiye göre basit: Cehennemi kabullen ve onun öyle bir parçası haline gel ki artık cehennemi göremez ol. İkinci yol riskli ve sürekli ihtiyatlı ve tedirgin olmayı gerektiriyor: Cehennemin göbeğinde kimler ve neler cehennem değil araştır ve bunları tanımayı öğren, sonra da yaşamalarını sağla, onlara alan ver.”

Kimlerin ve nelerin cehennem olmadığını ‘mesele’ kabul etmedikçe, araştırma ve öğrenme hareketliliğimiz ile dikkat ve ilgimizi böyle bir işe vakfetmedikçe esaslı bir değişimin uzağında kalacağız. Eğitim özelinde altı çizilen kritik ve varoluşsal krizin aşılması da kuşkusuz bu karara ve çabaya bağlı.