Dolar (USD)
32.36
Euro (EUR)
34.79
Gram Altın
2394.65
BIST 100
10270.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

16 Ağustos 2023

​Taşralı olmak, taşrada yaşamak

Taşralı olmak bir ruh halidir, taşrada yaşamak ise o ruh halinin yaşamla kurduğu ilişkideki eşiklerin oluşturduğu bir durumdur. Dolayısıyla taşralı oluş ontolojiye, taşrada oluş ise eyleyişe özgüdür. Taşralı oluş derinlere, en geriye, pişmeden, kıvama ermeden önceki aşamaya vurgu yapar. Potansiyel gücü de kendisine yönelik eleştirilerin beslendiği yer de burası, bu başlangıca, kıyıya özgü kategorik duruşudur. İnsan dünyanın taşralısı olduğu, ona dışarıdan dokunduğu, onu dışarıdan kavradığı ve hiçbir zaman onunla doğrudan bir ilişki kuramadığı için yaşam döngüsü boyunca taşralılık kanının içinde dolaşır, gidilen yere onunla birlikte gider, nerede, kimle, hangi ortamda olursa olsun kendisini bir yalnızlık sızıntısı olarak görünür kılar. Bugüne kadarki bütün yanlış kullanımlarının aksine taşralılığın bir coğrafi yerleşim, küre üzerindeki bir konumlanma ve topografik bir çağrışımdan ziyade bir zihniyet yüklemesi, bir duygusal taşma içeriğiyle kullanılması gerekir. Taşralı coğrafi anlamda dışarıda kalan değildir. Dışarıya itilmiş, oraya mahkum edilmiş ve içerinin mutlak manada kendisine kapıyı kapattığı kişi değildir. Bu, şehrin kasabaya, yukarıdakinin aşağıdakine, gücün acziyete, gerçeğin hayale, hayatın şiir ve edebiyata yönelttiği tahfifatla mündemiç bir yanlış anlamadır. Dışarıda olan kovulmuş, içeride yaşayan davet edilmiş değildir. Deri organizmanın ittirmesiyle oluşmaz. Yüzey derinin kendisine orada, tam da orada temsil imkanı sağladığı bir merkezden uzağa mahkumiyet alanı değildir. Kabuk özün ittirdiği ve kendisini koruma göreviyle donattığı bir çeper değildir. Bütün bunlar, bu taşralılık yaftası yemiş oluş biçimleri sonradan eklemlenmiş olmayı, kıyıya itilmiş olmayı, hırpalanmışlığı, tepeden bakanın bakışları altında ezilmeyi reddederler. Taşralılık bir oluş biçimi ve bir ruh hali olarak bütün oluşların, eyleyişlerin mutlak kiplerinden biridir. Dışarısız içeri, derisiz beden, kabuksuz öz, başlangıçsız son yoktur. Hal böyle olunca kategoriler arasında merkeze ait ve taşralı betimlemesi mutlak ve dondurulmuş bir kalıpla ifade edilemez. Kim, kime karşı taşralıdır; ne, neye karşı dışarıda kalmış olandır? İçe, içeriye ait olmak merkezde bulunmaksa eyleyiş biçimi olarak bir mahkum içeriye, özgür biri dışarıya aittir taşralı hangisine denir?

Devletler için başkentlerin dışında, şehirler için meydanların uzağında, kalabalıklar için kıyıda kalmış olanların, mahalleler için varoşların ifade ettiği şey tam olarak taşralılık ise zihin için taşra neresidir? Hangi duygu içeriye, hangisi taşraya aittir? Eğer böyle bir ayrım yapacaksak örneğin vücudun merkezi kalp olarak düşünülürse taşrası beyin midir? Kategorik olarak en yukarıya yerleşen beyin merkez ise topuk mudur onun taşrası? İlik merkezdeyse dokuları taşralı mi ilan edeceğiz? Bu durumda duygu aklın, hayal gerçeğin, şiir felsefenin taşrasında duruyor öyle mi? Sükunet gürültünün, suskunluk cümlenin, duraklar müziğin taşrası… Ve her durumda, birinciler ikincilere dahildir. Sınırları kim, nasıl, ne belirleyecek? Taşra nerede başlar, nerede biter? Merkez nedir ve sınırları hangi noktada sona erer? Bunu biliyor muyuz? Elbette. Bildiğimiz bir şey daha var: Taşra bir yalnızlıktır ama asla bir mahrumiyet değil. Eğer öyle olsa, yeryüzünün taşralısı olan insan kadar mahrum başka hangi canlı kategorisi düşünülebilirdi? Öyle ya yosunlar da böcekler de kuşlar da bizden önce geldiler dünyaya ve onlar bizden daha çok merkezde oturuyor, daha yakınlar ev sahibi olmaya. Bir taşralı olarak insan, kendini canlılar içinde kıyıya yerleştirir mi?

Hal böyleyken peki neden bilincimizde, önyargımızda taşra merkezin uzağına düşen, özün sınırlarına ittirilmiş, ayrıksı ve aşağılanmayı hak eden bir çağrışım alanıyla temsil edilmektedir? Taşralılık neden ruhu incitmektedir? Üstelik zihniyet taşralılığından değil de ziyadesiyle coğrafi taşralılıktan şikayetçi olunur, neden? Öyle olmadığı halde neden felsefeyi şiire, aklı hissiyata, gerçeği hayale galebe çaldırırız? İç organların deriden alıp veremediği nedir? Bir taşralı olarak deri neden “içeridekilerin” kendisine yönelik aşağılayıcı tavırlarına maruz kalır? Neden sözümona merkezden taşraya gelen iyi ağırlanır da taşralı merkeze indiği an şehirde bir telaş başlar? Taşra neden mütevazı, merkez neden kibirlidir? Üzerinde çimen bitmeyen dağın tepesi neden kibirle bakar aşağıdaki ırmağa, onun kıyısındaki ağaçlara, meyvelerine onların?

Bu, büyük ihtimal şehrin köyden, yapaylığın doğallıktan, sonucun başlangıçtan, zamanın mekandan, aklın duygulardan, sesin suskunluktan, hareketin durağanlıktan aldığı bir öçtür. Taşralılık merkezin kıyıdan, bir zamanlar kendisinin de ait olduğu yerden sorduğu hesaptır. Taşralı olanın taşrada yaşayana yönelik reddi mirasıdır taşralılık yaftası. Kendisini onda görmeye dayanamama içgüdüsü zihniyet taşralısına coğrafi taşralıyı yerme hakkı vermektedir. Üstelik merkez kokuşmuşluğun, alavere dalaverenin, yoldan çıkmışlığın, kibrin, gösterişin, sonradan görmenin, her türlü şeytani ayartıya açık oluşun, kötülüğün dölyatağına dönüşmenin adı, mahfili, katalizörü, tetikçisi haline gelmişken taşralı olanın taşrada yaşayana ne söyleyecek sözü ne de bakacak gözü var mıdır?

Dokuların merkezine yerleşmiş kötü hücreler metastaz yapınca iyi hücreler mücadeleden yorulur. Yenileceği bir savaşa girmektense kıyıya çekilmeyi, taşrada yaşamayı tercih eder ve geriden geriye dokunun çürümesini seyreder. Bünyeyi taşralılar çürütür, taşrada yaşayanlar değil. Çürüyen doku için yukarısı neresi, aşağısı neresidir? Merkez neresi, taşra neresidir? Çürüyen dokuda koordinat kaybolunca topografik taşralılık yerini zihniyet taşralılığına bırakır. Zihin kirlenince duygular vicdandan yardım umarak duygusallığa sığınır ve kir oraya da sıçramışsa “Yıkılsın Roma!” demekten başka ne kalır? Ve dahi, yıkmadan yapmak Allah’a mahsustur.