Dolar (USD)
32.53
Euro (EUR)
34.86
Gram Altın
2439.77
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Yabancılaşma, tabiat ve din

Yabancılaşma özellikle modern zamanlarda felsefeci ve düşünürlerin farklı ölçeklerde ve konular üzerinden gündeminde olmuştur. Yabancılaşma insanın tarih boyunca uğradığı ve mustarip olduğu bir kavram ise de, modernleşme yabancılaşmayı insan toplumlarında daha da derinleştirmiştir.

Pre-modern dönemde bilgi, insan, tabiat vb. arasındaki uyum özelde insan ve tabiat arasında derinleşen bir farklığı getirmediği gibi, daha çok uyuma dayalı bir ilişki söz konusu idi. Bu, İslam açısından tevhidin bir yansıması olarak tebellür etmektedir. Fakat Bacon ile başlayan süreçte ve özellikle Descartes’ın düalizminde insan ve tabiat arasındaki kopuş son kertede insanın tabiat üzerindeki egemenliği fikrini kuvvetlendirdi.

İlerleyen süreçte sınai kent olgusu ve giderek tahrip edilen bir tabiat insanın gündemine oturdu. Gerçekte rotalar şaştıkça, kayıplar arttıkça tekrar insanın yüzünü dönerek kendisini düzeltme imkanını bulacağı tabiat, büyük bir hırs ve iştiha ile tüketilerek tahrip edildi. İşin ilginç tarafı insanı kuşatan tabiat tahrip edildikçe, insan her şeye egemen olduğunu düşündükçe araçlar amaç haline geldi ve nihayetinde insan kendisi (fıtratı) ile de bir kopuş yaşamaya başladı. İşte biz kişinin kendisi ile arasına giren her şeyi bir yabancılaşma unsuru olarak görmekteyiz.

İnsanın kendisi ile arasına giren aracılar çoğaldıkça yabancılaşma derinleşmekte ve nihayetinde insanın böyle durumlarda tekrar müracaat ederek kendisini revize edebileceği fıtratı (doğası) da, hırs ve iştihaları ile yaşadığı hayat çerçevesinde üzeri ciddi olarak küllenerek kayboluyor.

Doğrusu tabiatın tahrip edilmesinin gelecekte her bakımdan giderek bir felaketi getireceği meselesi beni en fazla tedirgin eden hususların başında geliyor. Zira belirttiğimiz gibi insanın kendisini kaybettikçe müracaat edip yeniden başlayabileceği iki tabiatı (çevre ve fıtrat) da bu niteliklerini giderek yitirmeye başlıyorlar.

Hegel doğa ve tin ayrımından hareket ederek bir anlamda doğadan tinsel dünyaya geçerken bir yabancılaşmanın zorunluluğuna değinmişti. Karl Marx bu yabancılaşmayı kendi döneminde yükselen kapitalizmin insan bedeni ve emeği üzerindeki sömürüsü; insanın kendi ürettikleri ile arasına giren mesafede izlemeye çalışmıştı. Dikkat ederseniz her iki düşünürün de yaşadıkları zamanlar dikkate alındığında, içinde bulundukları modern zamanların problemlerine atıfların konuyu içeriklendirdiği anlaşılacaktır.

Bugün postmodernlikle birlikte “tüketim”in insan hayatında merkezi bir kimliklendirme aracı olması, tüketimi yabancılaşmanın en önemli enstrümanı haline getirmiştir. İnsanoğlunun bu tüketim çılgınlığının varacağı noktalar beni oldukça tedirgin ediyor. Çünkü hedefi olmayan bir tüketim yaşanıyor. Bunun sonucunda eşitsizlikler derinleştiği gibi bir türlü itminana eremeyen ruh ve ona bağlı olarak beden farklı semptomatik rahatsızlıklar göstermeye başlıyor.

Din, normal şartlar altında insana bu dünyada bulunuş sebepleri ve dünya ile nasıl irtibat kurulacağını hatırlatarak yabancılaşmayı aşmayı sağlayacak bir enstrümandır. Fakat müslüman kitlelerde de yabancılaşma halinin neredeyse bütün belirtileri ile görünmesi, bir yandan dinle diğer yandan dünya ile sağlıklı bir irtibat kurulamadığını bize anlatıyor.

Bilhassa kurumsal dinlerin sorunlara cevap üretme konusundaki yetersizliği, “tabiat boşluk kabul etmez” sözünü doğrulayacak şekilde tanrı temsilleri ve dinimsi yapıların cazip görüntüler eşliğinde piyasaya sunulmasını sonuçluyor. Bu da teknolojinin büyülü görüntüsü eşliğinde daha çok alıcı buluyor.

Fakat tarihe dikkatli bakıldığında, Kur’an-ı Kerim’in de odaklandığı evrensel insanlık sorununun yanlış tanrı temsilleri olduğunu anlamamanın imkanı yok.