Dolar (USD)
32.31
Euro (EUR)
34.56
Gram Altın
2411.46
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Yatılı Okul ve Şükran Öğretmen

Evimiz köydeydi. Köyümüz de Süphan dağına yakın bir yerde. Okul yoktu köyümüzde. Kaçınılmaz kaderimizdi okumak. Bizi bekleyen gelecek belli değildi okumayınca. İkbal ve istikbalin okuyanın elinde olduğu, şehirlinin köylüyü nasıl sömürdüğü gösterilerek okula gitmemiz istenirdi.

Şehirli hep imtiyazlıydı. Ürettiklerimizi onlara satardık. Güzel hayatları onlar yaşardı. Yenilikler onlarındı en evvel. Her türlü güzel ve estetik şeyleri şehirliler alırdı öncelikle. Köye bunların suyunun suyu ulaşıverirdi. Mesela şehirde manavlardaki çürük sebze ve meyveler ucuz adıyla köylüye satılırdı. İkinci kalite çay ve şeker, bakkal eşyalarının düşük kalitelisi köylüye ayrılırdı. Çuha ve kumaşların kalitesiz olanları köylülere verilirdi. Tümü, borç defterine yazılırdı. Dokuzuncu aya kadar. Tabi bu arada köylü boş durur mu hiç! Şark kurnazlığı derler ya! Köylü de ürettiği tarım ve hayvansal ürünlerin büyük çoğunluğunu şehirliye nasıl daha ağır bedellerle satabilirim diye her türlü kurnazlık yolunu aralamaya çalışırdı. Mesela peynirin imansızını (yağsız) imanlı (yağlı) diye satardı çürük sebze ve meyveye karşılık. Yünün gıncıli (hayvan pisliğini ayırmadan) ve nemli olanını birinci kalite diye satardı şehirden aldığı sahte kumaş ve çuhalara karşılık. Sütün içine su katardı sütü su pahasına alan mandıracıların uyanıklığına bedel. Hasılıkelam kimde ne varsa en yüksek bedelle satmak isterdi.

O zaman da herkesin gözü bir yerdeydi. Köylüsünden şehirlisine, fakirinden zenginine, ğulamından ağasına, hocasından şeyhine kadar vs. herkesin gözü devlet kapısındaydı. Yani tek değişmez gerçek ve herkes için ulaşılmaz hakikat devlet dairesinde bir memur olmaktı.

Bütün bunların ışığında bize de okulun yolu gözüktü istemeyerek ve göz yaşları dökerek. Bu okul yatılı olunca ne kadar direndiğimi hâla hatırlarım. Ah o canım anneme babamın beni yatılı okula değil başka bir okula göndermesi için ne kadar yalvardığımı bilirim. Nafile! Köydesiniz! Okuyacağınız tek okul yatılı. Ve ben korkulara bürünmüş, siyah önlüğü giymiş, beyaz yakayı boynuma takmış ve poşetimin içine bir şeyler bırakılmış olarak yatılı okulun yolunu tuttum. İlköğretimin birinci sınıfına başladım. Sekizinci sınıfa gelene kadar aynı duyguları yaşadım.

Biliyorum babamlar için yatılı okula gitmem sofradan bir tabağın daha azalması, yeni gelecek yavrulara evde ve sofrada yer ayrılması demek değildi. Ama gittiğim yatılı okulun ilk sınıfından mezun olduğum zamana kadar devletimin bana tanıdığı eğitim hakkı bir lütufmuş gibi şahsıma ve köyden gelen her çocuğa daima hissettirildi idareciler ve öğretmenler, hatta oradaki çalışanlar tarafından.

Altı yaşındayım. Yatılı okuldaki ilk günümde; kışın şiddetinde ve fırtınalı anında ipin üzerine dizilmiş, soğuktan birbirine sığınmış sığırcıkların veya kanaryaların bir anda insafsız avcının sıktığı silahla uçmaya çalışmaları veya vurulanların yere düşmeleri gibi okulun önünde sıraya dizildik. Bütün yasakların camideki bir hutbe gibi hatta sadece cehennemi anlatan bir hutbe gibi çatık kaşlı, asık suratlı, ağzından çıkan her bir kelimenin arkasından gelecek öfke ve şiddetin aşikar olduğu bir sıraya dizilişle dizildik. Ve ilk defa, andımız diye başlayan ve benimi parça parça eden, kimliğimi inkar ettiren sözlerle belli sıra eşliğinde sınıflara alınmakla geçmişti ilk okul günüm. Yaşadığım korkuyu hiç unutamam. İyi hatırlıyorum ne kadar çok ağladığımı. Halbuki ben özgürlüğün ve hürriyetin en anlamlı olduğu köyümden gelmiştim. O kadar özgürdüm ki köyümde belki ay ve güneş dahi benim kadar özgür değildi. İstediğim zaman eve giriyor istediğim zaman tabiatın bağrında özgür bir şekilde yaşıyordum.

Evet artık okuldayım. Tutsaklıklar arasında bilgimi ve görgümü artırıyorum. Yatılı okulun bir gününü anlatmak istiyorum.

Askeri kışlada dahi olabileceğini tahmin edemeyeceğiniz büyük yatakhane koğuşlarında, çişli yatakların kokuları arasında ve ağlayışların canları yaktığı o demir ranzalarda uyumaya çalışırken; öğrenci hiyerarşilerinin zulmü altında, nöbetçi öğretmenin ve onun emirber neferi olan yatakhane koğuş sorumlusunun bağırışları arasında kalk kalk kalk, etüt vakti öfke cümlesiyle ve cırtlak zil sesiyle uykudan hayata uyanıyorduk. Gece altınızı ıslatmışsınız ve banyo yapacaksınız hak getire. Sıranız ve gününüz var. Hemen yüzümüzü yıkıyor ve etüde koşuyorduk. Tabi bu arada yatağımızı öyle intizamlı yapmalıydık ki hafta başında en iyi yatak yapan olarak topluluk önünde mücahit gibi onurlandırılma ihtimalimiz olabilirdi. Yapmamışsak yatağımızı, yiyeceğimiz dayağı siz düşünün.

Etütteyiz, uykulu gözlerle ve başımızda bir izbandut öğretmenle. Etüt bitti ve kahvaltıya geçiyoruz. Haftada 6 gün kurtlu çorba, bir gün büyük kazanlarda çay. Tabi orada da sıra var. Doyasıya ekmek alabilirsek âlâ. Ve kahvaltıdan çıkar çıkmaz kooperatife koşuyorduk. Tabi paramız varsa. Sıra bulamaz isek Recep’in bakkalına veya Fatma teyzenin bakkalına koşardık alacağımız bisküvi ve lokumla öğlene dek açlığımızı biraz dindirmek için.

Ve acil acil çalan tören zili. Bir korku ile toplanırdık tören alanında hepimiz. Evvela jurnalcilerin verdiği isimler büyük bir öfke ve şiddetle müdür veya yardımcıları tarafından okunurdu. Düzeni bozanlar, izinsiz çarşıya çıkanlar, okulda itaatsiz davrananlar vs. ayrılırlardı büyük bir korku ile kenara. Daha sonra en sağlam şiddet aletiyle (ıslak çubuk, kazma sapı, demir anahtar bilhassa beş kardeş diye tanımlanan Osmanlı tokadı misali şaplaklarla) yüzleri ve kulakları ile beraber elleri pancar kadar kızarmış bir şekilde yerlerine geçen o öğrencilerin maruz kaldığı duruma şahit olunca hepimiz sinerdik ve sığınırdık içimize. Sonra sıkıyönetim kuralları gibi okul kuralları irad edilirdi. Ardından da kendilik nesnemizi inkar ettiren andımız söylenirdi. Ve yüksek bir motivasyonla sınıflara geçilirdi. Artık siz tahayyül edin öğlene kadar nasıl bir öğrenme gerçekleştirdiğimizi. Konuşanların isminin tahtaya yazılması ise ayrı bir eziyetti.

Öğle yemeği vakti ve yine sıradayız. Hem de en intizamlı şekilde. Önce abilerdedir sıra, sonra gelir bize. Arada boşluk var. Ardından öğlen sonrası için ders zili çalar. Sabahın o sıkıntılı anlarını atlatmış ve ortama alışmış bir şekilde şen şakrak bir halde derslere girerdik. Çünkü biz çocuktuk. Ve çocuklar kin tutmaz. Sadece yürekten incinirler ve bunun acısını da gelecekte ödetirler.

Dersler biter ve rahat bir nefes alırdık. Etrafı, ihata duvarları ve demir korkuluklarla çevrelenmiş, köşelerine nöbetçiler dikilmiş, duvarlarından değil kapılarından dahi izinsiz çıkamayacağımız okulun geniş bahçelerinde oynamaya başlardık. En çok voleybol ve tenis oynanırdı yatılı okulumuzda. Hatta milli derece alanlarımız bile olurdu.

Akşam yemeği günün bütün yorgunluğunu alacak şekildeydi. Unutmayın ha! Orada da sıraya girmeden ve müsaade edilmeden bir tabldot çorba almak şöyle dursun, su bile içemezdiniz. Yemekten sonraki serbest zamanda yine kooperatifin penceresinin önünde sıra olurduk. Çay içmek ve bisküvi yemek için. Ve akşam etüt zilleri çalardı. Herkes etüde koşardı. Bu arada sırası gelen sınıf banyoya topluca giderdi.

Çocuktuk işte. Topluca banyo yapardık bir kere. Hiç unutmam! Köyde banyo yaptırtmak için anneme ne kadar zahmetler çektirdiğimi. Yakaladığı anda bakır teştin içine koyup o kocaman yeşil kalıp sabunlarla başıma nasıl vurduğunu ve bir müddet sonra yine kirlendiğimi. Lakin yatılı okulda böyle bir lüksümüz yoktu. Ancak haftada veya 15 günde bir banyo sırası bize gelirdi. Onun için fırsatı değerlendirmeliydik. Bundandır ki sıramız gelince bir ayine gider gibi banyoya gider ve o mozaikten kurnaların içine akan sıcak sularda ve her tarafı kaplayan buharın arasında kaybolmanın verdiği zevkle bir cümbüş koparırdık banyo yerinde. Bilemezdik bir süre sonra sıcak suyun kesileceğini. Bu boğuşmada iken sıcak su kesilir ve sabunlu bir şekilde şaşkın bir halde üzüntüyle beklemeye koyulurduk. Birazdan tekrar sıcak su bırakılırdı. Sanki abı hayatı bulmuş gibi sevinirdik.

Bu arada çok farklı bir ses duyulurdu banyonun içinde. Anne sesi kadar şefkatli ve sevgi dolu, abla sesi kadar nazik ve kadirşinas ve tarif edilemez güzellikte bir ses. Dışarıdaki eli sopalı Şükran öğretmenimiz gitmiş yerine başını kundak baş yapmış, pantolonunun paçalarını çorabının içine koymuş ve üzerine de şalvar çekerek sevgi ve şefkatle banyonun içine dalan bir anne gelmişti. Başlardı her bir çocuğuyla tek tek ilgilenmeye. Yıkardı başımızı. Ya da nasıl yıkamamız gerektiğini öğretirdi. Ben burada sizin annenizim diyerek utanmamızın da önüne geçerdi. Ve bitlenmemek için nasıl yıkanmamız gerektiğini öğretirdi. Tek tek kurnaların başına gider, her çocuğun başını sabunlar veya sabunlu başına su dökerdi. Bir hafta veya 15 gün boyunca yaşadığımız bütün acıları bu banyo alıp götürürdü. Çünkü Şükran hocamız oradaydı. Suyun kirimizi alıp götürdüğü gibi Hocamızın da orada olması sıkıntılarımızı ve acılarımızı alıp götürürdü. Banyodan çıkarken bu defa yanaklarımızdaki elma kırmızılığı utanç ve öfkeden değil Şükran öğretmenimizin bize yaşattığı sevinçten ve şefkatten oluşuverirdi. Kuş gibi hafif olurduk. O sevincimizi dışarıda da sergilemek isterdik Hocamıza karşı. Ancak o yine sopasını eline alır ve fazla yakınlaştırmanın onu tüketeceğini bilirdi. Biz ise dört gözle o banyo günlerimizin gelmesini beklerdik.

Ve uyumaya giderdik yatakhanedeki koğuşlarımıza. Gece bizim için çoğu zaman bir ağlama duvarı gibi gelirdi. Bir taraftan ailemize olan özlem, bir taraftan gün içinde yaşadıklarımız ve sonraki gün yaşayacaklarımız diğer taraftan ihtiyacını annesinin dahi karşılamakta zorlandığı bir çocuğun yatılı okulun bu ıstıraplı hayatında ayakta kalma mücadelesi. Yatılı okulda bir günümüz (bilhassa pazartesi günleri) hatta bu güne benzeyen bütün günlerimiz hep böyle geçerdi.

Hakkını teslim etmem lazım. Bütün bu sıkıntılara ve trajedilere rağmen bu okuldan ülkesini ve milletini seven ve belli etiketlerle ülkemin bir çok yerinde hizmet eden nesiller yetişti. Birer değer olarak öğretmeninden doktoruna, avukatından hakimine, mühendisinden mimarına, emniyet mensubundan profesörüne, bürokratından iş adamına kadar bir çok alanda kabiliyetli memur ve amir olacak şahsiyetler ve özel müteşebbisler yetişti. Onlardan isteğim, yaşadıklarını unutmadan bir yaşam kurmalarıdır. İster yöneten ister yönetilen pozisyonlarında olsunlar, lakin yaşadıklarını yaşatmaktan imtina etsinler.

Burada yaşanan aşklar ise başlı başına bir yazının konusudur zannımca. Hele onca öğrencinin böyle büyük bir ailenin fertleri olarak kardeşçe ve sorunsuz yaşamaları ise sosyolojinin mütalaa alanıdır.

Bu güzelliklerin içinde yüreğimizi acıtan olumsuz öğrenci davranışı tekti. Öğretmenlerin veya idarecilerin o masum dimağların saf olanlarının bazılarını öğrencileri idareye ispiyonlayan veya jurnalleyen gizli kimliklere büründürmeleriydi. Öğrencinin idareye yakın olmak için bunu tercihi doğal karşılansa da bu davranışların yetişkinler tarafından istenmesi canımızı çok acıtmıştı.

Bu arada biz öğrenciler de az fena değildik. Öğretmenlere lakap takmaktan, yakaladığımız yanlışlıklarını pervasızca ve insafsızca kullanmaktan geri durmazdık. Hele öğretmenin istemeyerek de olsa hafif bir kusurunu yakaladığımızda görmeyin gitsin, ne tiyatrolar sahnelenirdi. İnanın ki hatırlıyorum şimdiki gibi. Mezuniyet gecesinde izin alarak yaptığımız öğretmen taklitleri yıllarca unutulmamıştı. Hatta bazı öğretmenlerimiz çok alınmıştı.

İyi ki Şükran hocamız ve onun gibi şefkatli hocalarımız bilhassa bayan hocalarımız vardı bu yatılı okulda. Hele bir Hanım hocamız vardı ki her öğrencisinin annesi gibiydi.

Yıllar geçti yatılı okul hayatımın üzerinden. Aklımda kalan ve yüreğime kazınan yaşadığım acılarla beraber beni hayata bağlayan Şükran hocam ve onun gibi öğretmenlerimin sevgi ve şefkatleriydi. Bilgi merkezli olan ve öğretmenliği anlamayan hocaların ismini dahi hatırlamıyorum. Sadece iki öğretmen tipini bir de idarecileri hatırlıyorum yıllar sonra.

Şefkat ve sevgi dolu Şükran öğretmenim ve aynı yolda giden Hanım öğretmenim, Nurhayat öğretmenim, Gülseren öğretmenim ve Gülnur öğretmenim, hiç unutamadıklarımdandırlar.

Nefret ve acıların oluşumunu bir eğitim gibi gören, şiddetin her türlüsünü uygulayan ve isimlerini dahi hatırlamak istemediğim öğretmenlerim de vardı.

Bir de bunların yanında her türlü şiddeti uygulamaktan çekinmeyen idareciler hatırladıklarımdandır.

Ve kader benim öğretmen olmamı tayin etti. Hatta öğretmen yetiştiren Eğitim Fakültelerinde akademisyenlik nasip etti. 20 yıl boyunca öğretmen adayı öğrencilerimden tek isteğim oldu. Onlara daima; bütün öğrencilerin sizi sevmesi imkansızdır. Çünkü sevmek bir bedel ister. Ve bunu başarmak da emek ve yürek ister. Ama bütün öğrencilerin sizden nefret etmemesi elinizdedir. Bu da bir sevmektir dedim.

Öğretmenler gününde daha güzel şeyler anlatmak isterdim. Lakin bunlar benim kaderim. Hüznüm ve kederim hem de sevincim.

Şükran öğretmenim ve onun gibilerin ellerinden öperim. Diğerlerinin ise bir an önce emekli olmalarını temenni ederim.