Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

29 Ocak 2021

Yavuz Bahadıroğlu Anısına Bir İstanbul Yazısı

Şimdi peçesini çekmiş ve mesafeler koymuş olsa da, soğuk davransa da; bir zamanlar hayranlıkla İstanbul’u yaşamıştım… Doksanların her şeyi insafsızca yok eden ayak sesleri işitilmeye başlandığı ama henüz teslim olmaya niyeti olamayan İstanbul’u seksenlerde Hakka'l-yakîn derecesinde yaşamıştım... Yani İstanbul sadece bu fakire ait olduğu zamanlardı. Bilmem ama ben öyle hissediyordum... İstanbul başkalarına çok şey vermişti; kısa zamanda çok şey sahibi olanlar olmuştu ama bana da o duyguyu cömertçe sunmuştu. Ve İstanbul’u hiç üzmemiştim…

İstanbul asil bir ailenin kültürlü ve biricik kızıdır. Cebi dolu olanı değil, yüreği dolu olanı sever. Şimdi cebi dolu, ruhu midesinde olanlar, dışı camdan çelik dikenleri dikerek ve çirkin hayat tarzlarıyla bolca küfrederek İstanbul’u köşeye sıkıştırmışlar... Önceleri bir Fatih’e ihtiyacı olan İstanbul, şimdi çok Fatihlerin çok yönlü fetihlerine muhtaç durumunda kalmış...

İstanbul’un yükü çok ağırdır ama o zamanlar sevdalılarına hiç yük olmazdı. Gerçekten bir lokma ile iktifa edip, ruhlarını rengârenk doyuran insanlar vardı... Boğazın büyüsüne kapılıp, boğaz derdine düşmeyenler, heybetli kubbelerin, elif gibi minarelerin ve içindekilere sahip çıkmaya çalışan yorgun kollar gibi surların farkında oluyorlardı... İstanbul, göçmen şairlerin, yazarların, sanatçıların konaklayıp, menzile yol aldıkları ve onlar için tarih çiçekleri ile donatılmış muhteşem bir bahçe idi. Sonraları o bahçeye her türden haşere musallat oldu…

İstanbul hem zehir, hem panzehirdir... Hiçbir zayıfı sevmez! Dişlileri arasına alıp yok eder... Dokusunu bozan, gösteriş yarışına giren şımarık zengini de hiç sevmez hatta nefret eder. İstanbul hırçın bir kısraktır; kendini ehlileştireni, ruhuna uygun olarak güzelleştirmeye çalışanları sever. İstanbul, neye ulaşmak istersen, dikenli tel engeliyle doludur... Hatta dikenli telleri masum bırakacak gizli engeller vardır; basamaklardan aşağı itekleyen… İstanbul’un kabuğu pıtraklıdır ama öyle güzeldir ki; İpek eldivenle tutulacak kadar da narindir. O zamanlar narin ve narin kıymeti bilenler çoktu ve narin ruhlara münasip şeyler çokça yazılıyordu… İşte Yavuz Bahadıroğlu’da o narin İstanbul ve tarih aşığı olarak; İstanbul’u solukluyor ve tadını çıkararak yaşıyor ve yazıyordu. Aynı yerde çalışmak çok keyifliydi. Karınca kararınca avladığım cümleleri kâğıda serpiştirip, arada bir düşüncelerine almak için kendisine veriyordum…

Gökyüzünün kaldırımlara ağladığı bir yağmurlu İstanbul gününde, ellerim montumun cebinde, şemsiyesiz Fındıkzade’den Cağaloğlu’na yürümüştüm… Adımlarımı sıklaştırmıyordum. Sanki ıslanan başımla düşüncelerimin yıkanıp paklanmasını istiyordum. Yağmuru ve İstanbul’u iliklerime kadar hissetmiştim. Erzurum’un buz tutmuş yollarından ecdadımızın Payitahtını adımlamaya kavuşmak, kanaviçe gibi işlenmiş ve asırlardır heybetini muhafaza etmiş Osmanlı eserlerinin önünden geçmek ve tarihin fısıldayışlarını hissetmek gerçek İstanbul’u yaşamaktı...

Sırılsıklam bir şekilde gazeteye varmıştım… Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu) için ve kendime birer demli çay alıp, odasına çıkmıştım. Buğulu camlar ve dışarıdaki yağmur şıpırtılarına eşlik eden daktilo sesleri gazete binasına hayat katıyordu… Daktilo tuşları, düşüncelerde şekillenen kelimeleri, cümleleri avlamaya çalışırken, bende kafamdaki düşüncelerle selam vererek odasından içeri girmiştim. Niyazi ağabeyi beni görünce, pala bıyıklarının altındaki samimi tebessümü ile: “Gel bakalım Dadaş! Ver şu ilaç kokulu çaydan…” dedi. Çayı masasına koyup, boş bir sandalyeye oturdum. Masasının üzerindeki kâğıtların arasından bir gün önceki verdiğim hikâyeyi eline aldı, tebessümünü devam ettirerek bir süre yüzüme baktı: “Sendeki bu tasvirler bende olsaydı; Dostoyevski olurdum. Sen ne yaptın böyle? Neler yazmışsın behhh!.. Okurken bir acayip oldum” demişti. Ben utanarak:“Estağfurullah ağabeyim! Biz senin hikâyelerini ve romanlarını okuyarak büyüdük. Okuma arzumuza, tarih merakımıza vesile oldunuz.” Diyip, utana sıkıla devam etmiştim:

“Eğer Risale-i Nurlardaki o muazzam dilin ve misallerin etkisinde olmasaydık ne siz böyle yazardınız nede biz yazmaya çalışırdık. Bize asıl hayal gücü sağlayan Risale-i Nurlar oldu. Nur reçeteleri iman kurtarmakla beraber aynı zamanda çok büyük bir edebiyattır” demiştim. Niyazı ağabeyi, palabıyıklı tebessümüyle: “Vallahi haklısın” demişti. Sonra verdiğim sayfaları bana uzatarak: “Selahattin sen böyle devam et, sakın vazgeçme! Tasvirlerine bayıldım” demişti. O zamanlar, Niyazi ağabeyi, Gürbüz Azak, İslam Yaşar ağabeylerden başka pek şevk veren çıkmamıştı. Zaten bizim camia bu hususlarda biraz cimri davranırdı... Ama Niyazi ağabeyimin Dostoyevski benzetmesiyle çayımı heyecanla nasıl içmiştim ve merdivenleri nasıl aşağıya inmiştim tarif edemem. Hatta dışarıya çıkıp, birkaç saniye yağmur altında kalıp, gökyüzüne bakarak içimden sessiz sevinç çığlıkları atmıştım… Başkaları unutulsa da şevk verenler, elden tutanlar asla unutulmuyorlar…

Niyazi Birinci diğer adıyla Yavuz Bahadıroğlu ağabeyimiz rahmeti rahmana kavuşmuştur. Yakınlarına ve yakinen tanıyanlara Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ederiz... Bu yazıyı Niyazi ağabeyimle geçen bu anımı paylaştığım bir dostumun ısrarı ile naçizane kaleme almaya çalıştım ve sizlerle paylaşmak istedim. Ruhunun haberdar olması dileğiyle… Mekânı cennet yazdığı hakikatler şefaatçisi olsun.

Son söz: Dilerim İstanbul yeni Yavuz Bahadıroğullarına ilham olsun. Ve İstanbul, namusuna, asaletine, narinliğine uygun yaşayacakların mekânı olsun. Biz ayrı düştük ama hatıralarımızdan hiç düşürmedik…