Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Nisa Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın Nisa Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Nisa Suresi 131. 135. ayet
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size kesinlikle "İtaatsizlikten sakının" diye emretmiştik. Eğer inkara saparsanız biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O her türlü övgüye layıktır.
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Güvenmek için Allah yeter.
O isterse -ey insanlar!- sizi toptan yok eder ve yerinize başkalarını getirir. Allah'ın gücü kesinlikle buna yeter.
Dünya mükafatını isteyenler bilsinler ki Allah nezdinde hem dünya hem ahiret mükafatı vardır. Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.
Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
Önceki ayetlerde adalet, sulh, iyilik ve takva emredilmiş, istenmesine ve çaba gösterilmesine rağmen aile hayatına devam edilememesi durumunda ayrılmanın da bir çözüm olacağına işaret edilmiş, aç ve açıkta kalma korkusuyla zulme boyun eğmek, istenmeyen bir evliliğe katlanmak gerekmediği vurgulanmıştı. Hemen ardından Allah'ın bu emir, tavsiye ve açıklamalarıyla ilgili bulunan sıfatları zikredilmek suretiyle bu hususlar teyit edilmiş, bu isteklerin ve açıklamaların nasıl bir makamdan geldiğinin düşünülmesi istenmiştir.
Allah'ın "göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi ve maliki olduğunun" üç kere tekrarlanması kendisinin bu özelliğini ve sıfatını güçlü ve teyitli olarak ifade etmekten ziyade üç ayrı hükmü ve manayı teyit etmek içindir. Önce boşanma halinde Allah'ın taraflara imkanlar bahşedeceği bildirilmiş, arkasından Allah'ın her şeyin maliki olduğu gerçeği hatırlatılmıştır. Sonra insanların Allah'tan korkmaları ve inkara sapmamaları istenmiş, bu isteğin Allah'ın ihtiyacından değil, kulların ihtiyacından kaynaklandığına işaret edilmek üzere O'nun her şeye malik olduğu tekrar ifade edilmiştir. Daha sonra bu ezelî-ebedî gerçek bir daha zikredilmiş, itaatsizlik halinde bütün insanları yok edip yerine başkalarını getirmeye de kadir bulunan Allah'ın bunu yapmamasının aczinden değil, hikmetinden kaynaklandığı bilinsin istenmiştir.
İslam dini kendi mensuplarından dünya menfaatini, ziynetini, güzelliklerini terketmeyi istememiştir, ancak bunların hayatın amacı kılınmasını, ebedî hayatın ve mutluluğun unutulmasını da büyük bir bahtsızlık saymış; böyle bir tercihi, değerlinin, değersiz karşılığında satılması olarak tasvir etmiştir. Âyet iki muhtemel yanlışı düzeltmeye yöneliktir: a) Bütün amaçları dünya menfaatinden, dünya hayatını maddî zevkleri bakımından dolu dolu yaşamaktan ibaret olanlara ahiret saadetini hatırlatmış, ona karşı hazırlıklarının ne olduğunu sormuştur. b) Âhiret menfaatini, mutluluğunu isteyenlerin dünyadan bir şey istememeleri gerektiğini zannedenlere, bunlar arasında bir çelişme bulunmadığını, ahireti isteyenlerin, dengeyi bozmadan dünyayı da istemelerinin sakıncalı olmadığını hatırlatmıştır.
İnsan topluluklarının korunmaya, düzene ve adalete ihtiyaçları vardır; devlet de bu ihtiyaçlardan doğmuştur. Adaletin gerçekleşmesinde bağlayıcı hukuk kuralları kadar onları uygulayan yönetici ve hakimlerle hakkın veya suçun ispatı için gerekli bulunan şahitler önemli rol oynamaktadırlar. Adalet görevlilerinin doğruluktan sapmalarına sebep olan amilleri iki gruba ayırmak mümkündür: Maddî menfaat, manevî eğilim ve değerler. Âyetin gerek "Kendiniz, ana-babanız veya akrabanız aleyhinede olsa" kısmı, gerekse "zengin olsunlar, yoksul olsunlar" kısmı bunları bir genel anlatım üslûbu içinde ihtiva etmektedir. Hakim ve şahitler elde edecekleri veya elden kaçırmak istemedikleri şahsî menfaatleri veya yakınlarının menfaatleri sebebiyle adaletten sapabilmektedirler. Ayrıca davacı ve davalının sosyal, ekonomik ve siyasî durumu da şahit ve hakimleri etkileyebilmektedir. Mesela bir maddî menfaati dava eden kimsenin yoksul, davalının ise zengin olması durumunda, hak zenginin olduğu halde yoksul lehine şahitlik edildiği veya hüküm verildiği görülmektedir. Halbuki zengin de yoksul da Allah'ın kullarıdır, onları içinde bulundukları duruma göre değerlendirecek, haklarında hayırlı olanı lutfedecek, sorumluluklarını belirleyecek ve hikmetinin bir sonucu olarak dilediğinde özel lutuflarda bulunacak olan da Allah'tır. İnsanların O'nun yerine geçmeye, adaleti saptırma pahasına bazı kimseleri kayırmaya hakları yoktur. Bu sebeplerle gerek hakimlerin ve gerekse şahitlerin haksız tarafa meyletmeleri veya hakkın ortaya çıkmasını, adaletin gerçekleşmesini engellemek için hükümden ve şahitlikten geri durmaları, mahkemeyi oyalayan davranışlar içine girmeleri de yalancı şahitlik ve hukuka aykırı hüküm kadar adalete aykırı bulunduğundan ayet bunları da yasaklamış, bazı şeyleri halktan gizlemek mümkün olsa bile Allah'tan gizlemenin imkansız olduğunu vurgulamıştır.
Âyetten açıkça anlaşılan hüküm, yakın akrabanın birbiri lehine ve aleyhine yapacakları şahitliklerin muteber ve geçerli olduğudur. Kurtubî'nin verdiği bilgiye göre (V, 411), İslam'ın ilk nesillerinde Allah korkusu hakim ve güzel ahlak yaygın bulunduğundan –bu ayete de dayanarak– yakınların birbirleri için şahitlikleri kabul ediliyordu, bu konuda hiçbir kimseden peşinen şüphe edilmiyordu. İslam topluluğu sosyal ve kültürel değişmeler geçirdikçe yakınların birbirleri hakkında yapacakları şahitliklerin geçerliği tartışılmaya başlandı, birçok müctehid, "yakınlığın ve menfaatin saptırma ihtimali güçlü bulunduğu durumlarda" şahitliği geçerli saymadı.
Nisa Suresi 136. 141. ayet
Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden kimse iyice sapıtmıştır.
İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkar edenleri, sonra da inkarlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.
Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!
Müminleri bırakıp kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.
O size kitapta şunu indirmiştir: Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kafirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir.
Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah'tan bir zafer nasip olursa, "Sizinle bereber değil miydik?" derler. Kafirler kazançlı çıkarsa (bu defa onlara) "Üzerinize kol kanat gerip müminlerden sizi korumadık mı?" derler. Artık kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek ve kafirlere, müminler aleyhinde asla yol vermeyecektir.
"Ey iman edenler!... iman edin" cümlesi, ilk bakışta iman edenleri yeniden iman etmeye çağırmaktadır. Burada bir çelişki bulunmadığını göstermek için tefsirciler tarafından "Maksat dışa karşı inanmış gibi görünen münafıklardır", "İkinci iman çağrısı, imana devam çağrısıdır", "İnananlar kamil manada imana çağırılmaktadır" gibi çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Biz ayeti şöyle anlıyoruz: Hak, batıl bütün dinlerde bir inanç şekli ve konusu vardır. Dinsizlik ve tanrıtanımazlık da bir çeşit inançtır. İnancın şeklini ve konusunu doğru olarak belirleyebilmek için –akla aykırı– olmamakla beraber aklı aşan bir bilgi kaynağına ihtiyaç bulunduğu da ortadadır. Bu bilgi kaynağı (Allah'tan gelen vahiy) muteber bir imanın nitelik ve niceliğini açıklamakta; inanmak isteyen, imana meyleden, kendisine ait bilgilenme ve bir kanaate ulaşma kapasitesini kullandıktan sonra imana karar veren kimselerin, bu manada iman edenlerin nelere, nasıl inanmaları gerektiğini bildirmektedir, bu anlamda "iman edin" demektedir. Âyete göre Kur'an-ı Kerîm geldikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah'a, meleklere, Kur'an-ı Kerîm'e ve ondan önce gönderilen kitaplara (halen geldikleri gibi korunmamış olsalar bile daha önce de kitapların indirilmiş bulunduğuna), son peygamber Muhammed Mustafa'ya ve ondan önce gönderilen peygamberlere ve ahiret gününe iman etmek durumundadırlar. Bunlardan birine bile inanmayan kimselerin imanı muteber değildir, bunlardan birini bile inkar eden kimseler "doğru, hak, geçerli, kurtarıcı" imana kavuşamamış, hak dinden sapmış sayılırlar.
İslam tarihinin ilk döneminde iman ile inkar arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkarları da bağışlanır. Çünkü "İman, kendisinden önceki sayfayı siler, inanç bakımından sabıka kaydını ortadan kaldırır" (Müsned, IV, 199, 204; İbn Mace, "Zühd", 30). Sonu inkar olan ve bu halde ölenler (inkarlarını arttıranlar) bağışlanmazlar, inkarcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkar ile –iman bakımından– doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz.
Daha önce iman ve küfür kavramları üzerinde durulmuş, muteber bir imanın şartları açıklanmıştı. Buradaki on ayette ise açık ve gizli kafirlere karşı Allah'ın muamelesiyle müminlerin karşılıklı ilişkilerde uyacakları ilkeler ve kurallar ortaya konmaktadır.
Münafığın "ikiyüzlü, inananların arasında onlardan gözüken kimse" manasına geldiği bilinmektedir. Âyette münafıkların acı akıbeti haber verildikten sonra iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek. Bu iki niteliğin özellikle zikredilmesinde müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensuplarına bu ölçüde güvenmek doğru değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da ötesinde "mümini bırakıp kafiri dost ve veli edinen" kimsenin imanında, müminlerle ilişkilerinde bir arıza bulunması, imanının nifaka yakın olması ihtimali vardır. Aynı şekilde güçlü ve saygın olmak için müminleri bırakıp kafirlere sarılan, onların himayelerine sığınan kimselerde de aşağılık duygusu, özgüven eksikliği ve iman zayıflığı bulunması ihtimali kuvvetlidir. Mutlak güç ve üstünlük Allah'a aittir. Başka hiçbir kimse Allah'a dayanan ve güvenen mümin kadar güçlü ve şerefli olamaz. Müminler de Allah'a güvendikleri, O'na sığındıkları, şerefi ve saygınlığı O'na kul olmakta aradıkları ve buldukları için manevî bakımdan güçlü ve şereflidirler. Maddî bakımdan da güçlü olmamaları için bir sebep yoktur. Buna rağmen onları bırakıp kafirlerle beraber olmakta şeref ve güç arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunduğu anlaşılmaktadır.
İslam'ı kabul etmemiş bulunan kimselerin bir kısmı bunu açıkça ifade ederken diğer kısmı –menfaatleri böyle gerektirdiği için– durumlarını gizler, müminlerin arasında yaşar, sinsice onlara maddî ve manevî zarar vermeye çalışırlar. Kafirlerin müminlere verdikleri zararlardan biri de dini inkar etmek, aleyhinde konuşmak, dinin kurallarını ve dindarları alaya almaktır. Bu inkar, hakaret ve alay, açık veya kapalı bir şekilde devam ettiği sürece müminlerin vazifesi sükût etmemek, buna rıza göstermemek, evrensel manada ahlakî olmayan bu davranışı engellemektir. Eğer müminlerin gücü böyle bir tepki göstermeye yetmiyorsa bulunduğu meclisi ve beraberliği terketme vazifesi vardır. Dinin inkar edildiği, aleyhinde bulunulduğu ve alaya alındığı yerde –bunu engellemeye gücü yetmeyen mümin– oturmayacak, bunları yapanlarla beraberliğini sürdürmeyecek, o yeri ve o kimseleri terkedecek, onlardan uzaklaşacaktır. Çünkü beraberliğin devamında üç önemli zarar vardır: a) Bunu yapanların cüret ve cesaretlerinin artması. b) Böyle bir davranış karşısında tepkisiz kalan müminlerin giderek buna alışmaları, hatta etkilenmeleri; kutsal değerlerine yönelik hassasiyetlerinin zaafa uğraması. c) Güçlerinin yettiği ölçüde tepki göstermedikleri, bu manada olup bitene razı oldukları için günahkar olmaları. Nitekim ayette geçen "Aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz" şeklindeki ağır suçlama ve uyarı bir yandan müminlerin bu zararlı sonuçtan kurtulmalarını hedeflerken diğer yandan zahirde olanı tasvir etmektedir. Çünkü bir mecliste dine hakaret edildiği, mukaddeslerle alay edildiği halde hiçbir kimse tepki göstermiyorsa "orada olanların tamamının kafir olduğuna" hükmedilebilir, yani burada hiçbir müminin bulunmadığı zannı hasıl olabilir.
Münafıklar iki tarafı da idare ettikleri için daima zarardan ve kayıptan uzak kalma, menfaati ve kazancı yakalama arzusu, tertibi ve taktiği üzerinde olurlar. Ancak çekirgenin nihayet üç kere sıçrayıp sonunda yakalandığını ifade eden özdeyişte belirtildiği gibi ya bir gün yakayı ele verirler ya da sonunda kazanan müminler olur.
Gizli veya açık kafirler karşısında müminlerin, zaman zaman mağlûbiyete uğradıkları, onlardan zarar gördükleri de bir vakıadır. Bu vakıa karşısında "Allah'ın, müminler aleyhine kafirlere yol vermeyeceği" ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde düşünülmüştür:
a) Bu, kıyamet gününde olacak, müminlerin mutlak üstünlükleri, gerçek zaferleri orada ortaya çıkacaktır.
b) Kafirler inanç konusunda müminlerin delillerini çürütüp kendi inançlarını ispat edemeyeceklerdir.
Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'nin isabetli tenkidine göre bu iki anlayış da zayıf görünmektedir. Çünkü bir önceki cümle dünyada zaferin de yenilginin de olabileceğini, nihaî hükmün ahirete bırakıldığını ifade etmektedir; burada tekrarın bir faydası yoktur. İnanç konusunda ise kafirlerin zaten ispat edici delilleri olamaz; olması mümkün olmayan için "Allah yol vermeyecek..." demek anlamlı değildir.
c) Kafirlerin üstün gelmelerinin, İslam diyarını ve müslümanları hükümleri altına almalarının hukuk yönünden meşrû bir sonucu yoktur; Allah onlara böyle bir hak tanımamaktadır. Fıkıhçılar bu manadan yola çıkarak gayri müslimlerin, ellerinde bulunan müslüman kölelerin bu statülerinin hukuki mahiyetini ve hükmünü tartışmışlardır.
d) Bazan yenilgiye uğrasalar, istila altında kalsalar bile Allah, müminlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kafirlere vermeyecektir.
e) Bu ilahî vaad, müminlerin bölünüp aralarında savaşmamaları, ahlakî eğitim ve kontrol (emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker) vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına gömülmemeleri şartına bağlıdır; "Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir" mealindeki ayet (Şûra 42/30) de bu manayı desteklemektedir (Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, I, 509-511; ayrıca bk. Kurtubî, V, 419-422).
İbn Âşûr, burada müminlerden maksadın, Hz. Peygamber zamanındaki müminler yani İslam'ın ilk nesli olması, Allah Teala'nın bu vaadi, onlar için vermiş bulunması ihtimalinden de söz etmiştir (V, 238).
Son üç maddede ifade edilen anlayış bize göre de isabetlidir. Müslim'in rivayet ettiği şu hadis, son iki maddede anlaşılan mananın açıklaması gibidir: Hz. Peygamber buyuruyor ki: "Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak gösterdi. Doğularını ve batılarını, ondan bana gösterilen yerlere ümmetimin sahip ve hakim olacağını gördüm ve bana kırmızısıyla beyazıyla iki hazine de verildi (bu iki hazine altın ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak... şekillerinde yorumlanmıştır). Rabbimden ümmetimle ilgili olarak 'onları genel bir kıtlık ve yoklukla helak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı üzerlerine salıp köklerini kazımamalarını ve istiklallerine son vermemelerini' istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: 'Ey Muhammed! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri çevirilemez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok etmemeyi, kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedikçe ve esir almadıkça dünya üzerlerine gelse –kendilerinden başka– onların varlıklarına ve istiklallerine son verecek bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı vaad ediyorum" ("Fiten", 19-20).
Nisa Suresi 142. 141. ayet
Münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.
Arada bocalayıp duruyorlar; ne onlara, ne bunlara! Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın.
Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeyin. Allah'a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.
Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı bağlanıp dinlerini yalnızca O'na özgü kılanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere ileride büyük bir mükafat verecektir.
Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.
Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir.
Bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedicidir; O her şeye kādirdir.
Münafıkların daha yakından tanıtıldığı bu iki ayette şu özelliklerinin altı çizilmektedir:
a) Münafıklar Allah'ın sevgili kulları olan müminler için hazırladıkları tuzaklar, uyguladıkları taktikler, onları içten çökertmek için aldıkları tedbirler yoluyla başarıya ulaşacaklarını umarken bütün bunların Allah Teala'nın bilgisi altında cereyan ettiğini, O'nun her şeyi görüp işittiğini unutuyorlar ve böylece gülünç duruma düşüyorlar. Gizli kamera ile rezaletleri filme alınıp sonra ilgililere gösterilince, yaptıkları ortaya çıkınca gülünç, mahcup ve perişan olanlar misali münafıklar da yaptıklarını Allah'ın müminlere bildirmesi sebebiyle rezil ve rüsva olmaktadırlar.
b) Kendilerini müslüman göstermek durumunda olan münafıklar cemaatle namaza iştirak etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bu ise onların zoruna gittiğinden, kendilerine ağır geldiğinden isteksiz davranmaktadırlar. Maksatları yalnızca gösterişten, kendilerini müslüman göstermekten ibaret olduğu için namaza sadece şekil yönünden katılmaktadırlar. Allah'ı anmaları ve hatırlamaları da bu çerçevede (evlerinde namaz kılmadıkları, namazda ancak duyulacak yerlerde zikre katıldıkları için) az olmaktadır
c) Münafıkların hayatı, iç ve dış dünyaları tam bir istikrarsızlık tablosudur. Devamlı bir huzursuzluk, dikkat, açık vermeme korkusu, iki tarafı memnun etme arzusu içinde yaşamakta, ömürlerini böyle tüketmektedirler. İnanmadıkları için müminlerle tam bir iş birliği içinde olmadıkları gibi gizli kafirlikleri anlaşılmasın diye kafirlerle de tam bir iş birliği ve dayanışma yapma imkanını bulamamaktadırlar.
d) Kendi iradeleriyle bu yolu seçen kimseleri Allah zorla imana sevketmez. Kendileri istemeyince –Allah da cebren imana getirmediğinden– kimsenin onları hidayete kavuşturması mümkün olmamaktadır.
e) 145. ayette geleceği üzere münafıkların cehennemdeki yerleri, açıkça inkar yolunu seçenlerin yerlerinden daha aşağılayıcı ve daha ziyade acı ve ızdırap verici bir kattır. Kur'an'a göre bütün kafirler azap çekeceklerdir, ancak bunlardan üç grubun azabı diğerlerinden daha şiddetli olacaktır: 1. Hz. Îsa'dan, gökten sofra indirme mûcizesini talep edenler örneğinde olduğu gibi mûcizeyi gördükten ve hak dinin delilleri apaçık ortaya çıktıktan sonra inkarda ısrar edenler (Maide 5/115). 2. Firavun örneğinde görüldüğü gibi zayıflara din ve inançları yüzünden baskı yapanlar ve küfre önderlik edenler (Gafir 40/46). 3. Münafıklar.
Çeşitli vesilelerle tekrar edilen "müminleri bırakıp kafirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kafirleri dost tutmama" talimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. "Müminleri bırakıp" kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmran 3/28; Mümtehine 60/7-8).
Müminleri bırakıp kafirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kafir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kafirlerin kendilerine hakim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi "velayet, veli edinme" kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kafirlere dünyada ve ahirette verilecek cezaya katılmaya layık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –adeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir.
İnsanların şuuru yerinde bulunduğu müddetçe tövbe kapısı açıktır. İşlenen günah büyük de olsa, sapılan inkar ve küfür şirk ve nifak da olsa tövbe kapısı açıktır. Münafıklar durumlarını düzeltir, gücü ve şerefi Allah'ta ve O'nun hak dinine girmekte, müminlerle beraber olmakta arar, dinlerini gösteriş için değil, Allah'a olan iman, sevgi, saygı ve bağlılıklarından dolayı yaşarlarsa müminlerle eşit hale gelirler. Unutmamak gerekir ki Allah müminlere, hayallerin eremediği büyüklük ve çekicilikte nimetler hazırlamıştır.
Allah kullarına lutufta bulunmakla büyümez, ceza vermekle de küçülmez. O, mutlak büyüktür, mutlak kamildir. O'nun vahiy yoluyla bildirdiği sıfatları ve fiillerine genel bir bakış yapıldığında rahmetinin gazabına galip olduğu, kullarını sevdiği, onlardan iman, ibadet ve güzel davranışlar beklediği, bunlardan hoşnut olduğu, dünyayı imtihan için yarattığından iyilerin mükafatı, kötülerin ise cezayı hak etmelerinin hikmet gereği bulunduğu, hak edilenin üstündeki lutfu için sınır bulunmamakla beraber azabının, kulların günahlarına ve suçlarına uygun ve bunlarla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu ilke çerçevesinde iman eden ve verilen imkanları yerinde kullanan, buna ek olarak diliyle de nimetin sahibini zikredip O'na şükranlarını sunan kula rabbi niçin azap etsin? İman yerine küfre, ibadet ve iyilik yerine kötülüğe sapan kimseler, bunların karşılıklarını gördüklerinde kusuru Allah'ta değil, kendilerinde arasınlar!
Yaşlandığı için evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi Hz. Peygamber'i, bir kere olsun evinde namaz kılması için ve onun kıldığı yeri, evin namazgahı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti. Kabul buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden birisi, komşulardan Malik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de "O münafıktır, Allah'ı ve resulünü sevmez" dedi. Hz. Peygamber, "Böyle söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah'a çevirerek (samimi olarak) la ilahe illallah diyor" buyurdu. Adam, "Allah ve resulü daha iyi bilir. Biz onun yönünü münafıklara çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde olduğumuz için böyle söyledik" deyince de "Allah rızasını dileyerek, samimi olarak 'la ilahe illallah' diyen kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır (onu cehenneme sokmaz)" buyurdu (Buharî, "Salat", 46; "Et'ime", 15). İbn Âşûr gibi, bu olayla ayet arasında, haklı olarak ilgi kuranlar olmuştur. Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişinin aleyhinde, incitici bir söz söylemek kaide olarak caiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir. Aslında bu da "vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan..." bir kimse hakkında kötü söz söylemektir. Ancak bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak caiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak caiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette caiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua etmenin de caiz olduğu ifade edilmiştir. Daha ileri giderek gıybet, iftira, küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise caiz görülmemiştir.
Kişilere kendilerini koruma, bunun için kötülük yapandan, hakka tecavüz edenden şikayetçi olma, onun durumunu başkalarına açıklama imkanı verilmekle beraber, bu hukuka uygun davranıştan önce ahlak ve fazilete daha uygun bulunan bir başka davranış tavsiye edilmektedir: 1. Taraflar için daha hayırlı olacaksa kötülüğü bağışlamak, üstünü örtmek, onu başkalarının duymasına imkan vermemek. 2. Duruma göre iyiliği açıklamak veya gizlemek
İLGİLİ HABERLER
>>YASİN SURESİ
>>NAZAR DUASI
>>FETİH SURESİ
>>MERYEM SURESİ
>>VAKIA SURESİ
>>İSMİ AZAM DUASI
>>TAHA SURESİ
>>LEV ENZELNA
>>HAŞR SURESİ
>>FELAK NAS SURELERİ
Nisa Suresi 1/25 ayet tefsiri nedir?
Nisa Suresi 26/40 ayet tefsiri nedir?
Nisa Suresi 41/65 ayet tefsiri nedir?
Nisa Suresi 66/85 ayet tefsiri nedir?
Nisa Suresi 86/100 ayet tefsiri nedir?
Nisa Suresi 101/115 ayet tefsiri nedir?