Dolar (USD)
32.27
Euro (EUR)
34.54
Gram Altın
2412.57
BIST 100
10045.74
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

15 Şubat 2024

Celladına aşık olmak

Stockholm Sendromu, rehinelerin kendilerini esir alan kişiye karşı duygusal olarak bağlanması nedeniyle suçlulara yardım etmeye başlaması olarak tanımlanır. Bunun bizdeki karşılığı ise celladına âşık olmaktır. Durum bu mudur acaba? Her olgunun kendi içinde farklı olayları vardır. Bazen olgular üzerinden olay tahlili, bazen de olaylar üzerinden olgu tahlili yapmak mümkündür.

Stockholm Sendromunu, basit bir anlatımla celladına âşık olmak diye nitelendirmek kavramı tanımlamakta yeterli midir? Çoklu zekâ kuramının dikkate alındığı bu zamanlarda hiçbir olay sadece göründüğü şekliyle izah edilmese gerek. 1973 yılındaki olay üzerinden dahi birçok değerlendirme yapmak mümkündür. Suçlu açısından olaya bakıldığında taleplerinin yerine getirilmiş olmasını önemli bulur. Bunu da elindeki rehineleri kullanarak yapar.

Rehine açısından bakıldığında ölmekten korktuğu için celladına âşık olmuş gibi gösterip aslında yaşamak istemektedir. Bununla beraber polis ile rehine arasındaki savaşta kurban olma ihtimalini düşünerek iki taraf arasında uzlaştırıcı olmayı seçmektedir. Bunun için de rehin alma sürecinde polis ile yapılan görüşmede suçluların kötü bir niyetinin olmadığını söyleyerek kendi güvenliğini önemsemektedir.

Polis ve yetkililer açısından olaya bakıldığında ise altı gün süren ve suçluların isteklerinin kabulüyle sonuçlanan süreçte başarısızlığın üstünü örtmek için rehinelerin can güvenliğinin önemsendiği bahanesinin arkasına saklanılmıştır.

***

Stockholm Sendromu üzerinden bugünü yorumlayacak olursak içinde bulunduğumuz teknoloji çağında her taraftan teknolojik aletlerle kuşatılmış durumdayız. Bir bakıma sistem denen suçlunun rehineleri konumundayız. Sistem tarafından işgal edilmiş haldeyiz. Evde, arabada, sokakta, iş yerinde, sosyal ve bireysel bir varlık olarak hayatın her aşamasında ekranlarla çevriliyiz. Hangi yöne dönersek dönelim reklam adı altında ekranlarda boy gösteren ve bize önemsendiğimizi hissettiren görsellerle bilinçaltımız kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.

Sistem, cazip tekliflerle gelince ondan etkilenmemek elde değil. İlk çocukluk evresinden ömrün son demine ermiş kişilere kadar herkes sistemin teknolojik kelepçeleriyle rehin alınmış durumdadır. Her yer ekran, baktığımız her yerde bizi etkileyen görseller bulunuyor. Sistemin gönüllü rehineleriyiz.

Gösterge bilimin yeni versiyonlarında beğeni, selfie, kabullenilme dürtüsü, günü kurtarma çabası gibi kavramlar ön plana çıkmaktadır. İletişim artık uzun soluklu bir eylemden kısa süreli söylemlere indirgenmektedir. Böyle olunca da gösterilmek istenen mesaj 25. kareye sığdırılmıştır.

Bu çağda ismini en çok duyduğumuz kişilerden biri olan Elon Musk’ın “İnsan beyni bir bilgisayar gibi programlanabilir.” sözü doğrultusunda uygulamaya konulan “Neurolink Projesi” ile konu biraz daha ileri bir aşamaya taşınmaktadır. Yapay zekânın insan zekâsını kontrol etmeye başlamasının bize sağlayacağı fayda üzerinden irademizi yok sayma girişimini alkışlıyor olmak düalist şekilde trajikomik halimize davetiye çıkarıyor.

Hakikatin huzurunu elimizin tersiyle ittiğimizden beri mutluluğu anın hazzına indirgedik. Sistemin “Özgür ol!” telkininin altında yatan esareti fark edemez olduk. Elimizde kendimize ait olduğunu iddia ettiğimiz elektronik aletlerle dolaşırken ne kadar özgür olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. Özgürleştiğimizi iddia ederek özgünlüğümüzü yitirdik. Her taraftan kayıt altına alınıp reklamların isteklerimize uygun hale getirilmiş olmasına seviniyoruz. Rehin tutulma sürecinde bize sunulan konfor alanını o kadar benimsedik ki sistem bizden vazgeçse bile biz ondan vazgeçmeyecek gibiyiz.

Jean Baudrillard “Teknolojik feodalite ‘dünyaya hâkim değildir’, olsa olsa şeffaflaşmanın efendilerinden söz edilebilir ve bu efendilerin paraları, ürünleri ve fikirleri küreselleşmiş bir pazarın sınırlarını hiç engellemeden aşıp geçebilir, biz de bu sanal üstünlüğe yeni bir gönüllü kölelik biçimiyle boyun eğebiliriz.” diyerek bu sendromun neticesinde olabilecekleri öngörmektedir.

Suçlunun teskin edici tavsiyeleri bizi rahatlatıyor olmasa da durumdan memnun görünüyoruz. Duygu durumu karışık halde dolaşıyoruz sosyal medyanın ağları arasında. Yemekteki acıyı, bile bile yemek gibi halimiz. Trajikomik ruh haliyle korku ve arzu arasındaki duygu geçişleriyle teknolojik bağımlılığımızın üstünü örtüyoruz. Hepimiz sistemin gönüllü köleleri olarak dolaşıyoruz sanal sokaklarda. Bilgisayar oyunlarının zaman israfı olduğunu bile bile yine de oynamaktan geri duramıyoruz. Kurguların dünyasında yaşarken “olmayana” olmadığını bildiğimiz halde bağlanarak kaybedilen vaktin pişmanlığının acısını reel hayatta duyuyoruz. Paradoksal bir hâlin içerisindeyiz.

Sembol ve işaretlerle güçlendirilen sistematik işgalin neticesinde teknolojinin vahametini gözler önüne seren duygu durumumuzun özetidir Stockholm Sendromu. Kontrol edilen yerine kontrol eden olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz duygu karmaşasını aşmamız mümkün görünmemektedir. Bugün teknolojiden vazgeçmek imkânsızdır. Bunu kabul ediyoruz. Ancak teknoloji ile olan ilişkinin kontrol merkezinin kurallarını kendimiz belirlemeliyiz. Denetim mekanizmasının kontrolü bizim elimizde olmalıdır. Yarın yeni sendromların içinde kendimizi bulmamak adına bugün çözümler üzerine ortaya kalıcı fikirler koymak gerekir.