Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

01 Şubat 2024

Depremin yıldönümünde...

Bundan bir yıl önce 6 Şubat sabahı saat 04.17’de başlayan Deprem Fırtınası ile ülkemizin on bir şehri yara alırken Hatay, Kahramanmaraş, Adıyaman ve Malatya bu afetten en çok etkilenen şehirler oldu. Depreme Adana’da dokuzuncu katta yakalanan biri olarak çocuklarıma sarılıp Kelime-i Şahadet getirmekten başka yapabildiğim bir şey yoktu. Deprem durduğunda binamızın ayakta kalmış olmasına şükrederken yaşadığımız o sarsıntı nedeniyle şehirde birçok binanın yerle bir olduğunu düşünüyorduk. Sığınmak için aldığımız evlerimizden can havliyle dışarıya kendimizi attığımızda şehrin bütün sokaklarında insanların bir telaş ile evlerinden kaçmaya çalıştığını gördük.

Depremin vurduğu şehirleri görüp de etkilenmemek elde değildi. Bu öyle bir felaketti ki bunu ne biz yaşayanlar anlatabilirdik ne de dinleyenler anlayabilirdi! Depremin en çok etkilediği illerden biri olan Adıyaman'da Hollanda Arama Kurtarma Ekibinden birinin söylediği “Siz Tanrı'yı bu kadar kızdıracak ne yaptınız?” cümlesi durumu özetler niteliktedir. “Rabbim, bir daha böyle bir acı ve afet yaşatmasın.” Demekten başka bir söz kalmıyor.

Yaşanan bu acı her ne kadar “Asrın Felaketi” olarak anılsa bile bir başka açıdan baktığımız zaman “Asrın Musibeti” demek daha yerinde olacak fikrimce. Sonra Hollanda Arama Kurtarma Ekibindeki kişinin “Siz Tanrı'yı bu kadar kızdıracak ne yaptınız?” sorusunu dikkate almak gerekiyor. Bugün “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şura Suresi, 30. Ayet) ayetinin hakikatini kavramak gerekiyor. Bunun için de hatayı kendimizde arayarak doğruyu bulmaya çalışmalıyız. Yoksa başımıza gelen musibetlere “afet, felaket” deyip konuyu geçiştirmeye devam edeceğiz.

Bu afet, bir anlamda şehir algımızı ve normal yaşam standartlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini bize hatırlattı. Aslında aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamamız gereken gerçeklerle yüzleşecek cesaretimiz ve yüzümüz olmadığı müddetçe sorunu ötelemekten başka bir şey yapmış olmayacağız. Bugün oturup sorunları konuşmak, gerçeklerle yüzleşmek gerekiyor.

Eski şehir planlamalarında dağların üst kesimlerine kurulan kale tarzı yapılar sadece düşmandan korunmak için değildi. Aynı zamanda tarım alanları işgal edilmesin ve olası depremlerden etkilenmesin diye dağın kayalık ve üst kesimleri yerleşim yeri olarak belirlenirdi. Ovalar ise genellikle tarım alanları olarak kullanılırdı. Şimdilerde ise dağları kara teslim ederek şehirleri ovaya kurduk. Toprağın bereketi olan su da bizim felaketimiz oldu. Sonra da zemin sıvılaşması diye kavramlarla durumu izah etmeye çalıştık. Şehri ovaya indirip tarım alanlarını yok etmekle kalmayıp; ola ki yarın yeniden yeşerir ihtimaliyle üzerini betonla kapattık. Ataerkil toplumdan apartmanerkil yaşama kapı araladık.

Yatay özgürlüklerden dikey esaretlere kendimizi hasrettik. Müstakil ev yaşantısından yüksek yerlerde tanıdıklarımız olsun havasında apartmanlara attık kendimizi. İnsanlara tepeden bakınca daha medeni olacağımızı düşündük. Mahallenin sıcaklığını apartmanların betonlarında soğuttuk. Bu da yetmezmiş gibi ilk sarsıntıda bize mezar olan evlerimizi faizli kredilerle aldık. Ölsek bile çocuklarımıza kalacak en büyük miraslarımızdan birisi çektiğimiz krediler oldu.

Ev alırken güvenli olmasından ziyade gösterişli olmasına önem verdik. Yaşam alanlarına dikkat ettiğimiz kadar temeline dikkat etmedik. Görselliğin ön planda olduğu çağda maketlerine bakarak evleri seçmeye başladık.

“Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.” diyen atalarımıza inat kendi kendimize yetmeye çalıştık. Kendine dahi yetişemeyen insan ise sanal âlemde sosyallik aramanın yoluna koyuldu. Gerçeklikten uzak sanal ilişkiler, komşu ile içilen bir bardak çayın sıcaklığını veremedi. Şimdilerde komşuluk asansörde karşılaşılan bir figürden başka bir anlam ifade etmiyor.

Hem işe, hem aileye, hem çocuklara, hem de bankalardaki kredilere yetişeceğiz derken sıla-ı rahim kavramını ve atalarımızı tedavülden kaldırdık. Yedi tepeden baktığımız şehir, ayaklarımızın altında olması gerekirken bizim üstümüzde yükselmeye başladı. Üstümüzde yükselirken gün gelince bizi de içine aldı. Şehrin en manzaralı yerleri olarak sadece mezarlıklar kaldı. Orası da olmazsa bizi kabul edecek toprak bırakmayacağız dünyada sanırım. Nereden nereye geldik? Topraktan gelip toprağa giderken toprakla aramıza betonlar örerken bir deprem dahi bizi kendimize getiremediyse konuşacak hangi kül kaldı mangalda? Allah’ın rahmetine sığınmak yerine yüksek katlı binaların kolonlarında merhamet arıyoruz.

Depremin yıldönümünde bu yanlıştan dönerek bir duanın sıcaklığı ile ısıtalım betonların üşüttüğü yüreğimizi ve sığınalım Allah’ın rahmetine; “Allah’ım! Asrın felaketinin yıl dönümünde bize taşıyamayacağımız yükü yükleme, bir daha böyle afetlerle bizi imtihan eyleme, bizi affet!”

Bir daha böyle afetler yaşamamak duasıyla, depremde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa, ihtiyaç sahiplerine ise yardım ve kolaylıklar diliyorum.