Dolar (USD)
32.21
Euro (EUR)
34.99
Gram Altın
2501.44
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

03 May 2020

Koronavirüs kaç yıl sürer?

New York Times’ın haberini görmüşsünüzdür.

ABD’nin Resmi Plânı…

Covid-19 salgınının 18 ay veya daha uzun süreceği, KITLIKLARLA sonuçlanacak "birden fazla dalga"nın geleceği uyarısı var orada.

Evet, en az 18 ay!

Bu işi uzattıkça uzatacaklar anlaşılan.

Buna karar verilmişse, herhangi bir ülkenin elinde bunu engelleyebilecek bir güç olamaz.

Koronavirüs tedbirlerine “ekonomilerinin çökmesini” engelleyecek bir “kıvam” verebilenler bu süreçte ayakta kalır.

Neyse ki avantajlarımız var.

Tedbirleri “kademeli olarak” gevşetmekte hızlı davranabiliriz aslında.

Dünyanın temizliğe en fazla dikkat eden ülkelerinden biri, belki de birincisiyiz.

“Kişi başına sabun, deterjan tüketim” rakamlarını kıyaslamayın…

Yıpratılmaya çalışılan aile adabımız pekçok “rahatsızlığı” baştan engelleyecek mâhiyette.

“Evlere ayakkabı ile girilmez, banyo terliği banyoda kalır, tuvaletten çıkınca tırnak araları da temizlenir!” dene dene büyütüldük biz, az şey mi?.

Ne güzel bir memleketiz, yaşlılarının üzerine titreyen nice insanımız var.

Yaşlımız, hastalıkların sıkıntılarını yaşıyor olabilir ama tecrübe aktarımıyla bizim birçok hastalıktan korunmamıza da vesile olabilir.

Ne yazık ki, Türkiye’de de “yaşlılarını yalnızlığa terk eden aileleri” de görüyoruz.

Bu durum Batı’da felâket boyutlarda.

“Küresel Kapitalizm”in sırtındaki “yükler” olarak görülen yaşlılar ölüme terk ediliyor resmen.

Ciddî sağlık problemleri bulunan farklı yaşlardaki nice insan da öyle…

Bunların ölmesi bu kafa için “temizlik” anlamına geliyor.

Milyonlarca Müslüman’ı katlederek, daha çok da “birbirlerine katlettirerek” yaptıklarına, şimdi de bütün insanlığı muhatap ediyorlar.

Nüfusu çok yaşlı “Gelişmiş Batı”nın işine gelen bir durum bu, her ölümde yükleri biraz daha azalmış oluyor!..

'Kıyıya vurmadıkları sürece, balıklar suyun farkında değildirler!'’

Olan ve bitenler, Çarşamba’nın Perşembe’nin gelişini haber vermesi gibi “net” bir şekilde görülüyordu aslında.

Bizler “globalleşme”ye ayak uydurmanın ve kurulacak yeni dünya düzeninde “yerimizi almanın” hayallerini kurarken…

Yıllar yılı AET, AB kapılarında “bekletilip” dururken…

Bilim kurgu edebiyatının en önemli yazarlarından Ursula Kroeber Le Guin tabelaya şu cümleyi yerleştirmişti zaten:

“Kıyıya vurmadıkları sürece, balıklar suyun farkında değildirler!'’

Şimdi, bütün insanlık kıyıya vuran balıkların şaşkınlığını yaşıyor.

Öyle bir hâl var ki üzerimizde, “Nedir bu gördüğüm Tanrım, bir rüya olsa!” dercesine yaşıyoruz.

Herkes birbirine “Bu işin sonu ne olacak?” diye soruyor.

Bir hekim dostum, “Koronavirüs derken, çok daha ciddi hastalıkları olan vatandaşlarımızın sıkıntıları da artabiliyor maalesef” diyor.

Şekeri iyice yükselmiş olan tanıdıklarımdan bazıları “Koronavirüs kapmamak” ve “sağlık sistemini zora sokmamak” için hastaneye gitmiyor malûm.

En sevdikleri de onlara “gitmemekle iyi yaptığını” söylüyor.

Başka zaman olsa, bir saniye durmaz hastaneye koştururlardı oysa.

Şimdi hepimiz, sağlık sisteminin sürdürülebilirliğinin devam etmesi için “zaruri olmadıkça” hastaneye gidilmemesini tavsiye ediyoruz.

Rahmetli Babam’ın sırt ağrıları vardı, “Kas ağrısıdır!” diye diye bekledi, bekledi…

Ağrıların dayanılmaz noktaya varmasından dolayı hastaneye gidince, kanserin iyice yayıldığı ve “tıbben” yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığı ortaya çıktı.

Yani;

Hangi belirtinin ciddi olduğunu bilemiyorsunuz bazen, çok sinsi seyreden nice hastalık var.

Sağlık çalışanlarımız, bir başka ülkede göremeyeceğimiz kadar fedakâr Allah’tan, çoğu en ufak bir “şikâyetçi olma” belirtisi göstermeden canla başla her hastaya yetişmeye çalışıyorlar.

Aşınmalar olsa da, insanımız en büyük gücümüz.

“Maneviyata” en uzak görünenlerinde bazılarında bile “İslam Medeniyeti”nden derin izler var.

İnsanımız, bu süreçte fiziki olarak olmasa da, ruhen birbirine daha çok yaklaşsa ne iyi olacak.

Öte yandan;

Bu süreçte sağlık problemlerimizin artmasından endişe etmek için birçok sebep var…

Sosyal medya sinirleri alt üst ediyor, koronavirüs öncesinde günümüzün beşte birini alan “cep telefonları”, şimdilerde “üçte ikiye” göz dikmiş durumda.

McLuhan’ın “Küresel Köyü”nde, yatak odaları bile ele geçirildi maalesef.

Bir vatandaşımız, “İletişim teknolojileri ile adeta yeniden yaratıldık!” demiş.

Yaratmak Yüce Allah’a mahsus elbette, lâkin kast edilen belli.

Ömrümüz boyunca yaptığımız ibadetler için ayırdığımız vaktin bin katını “cep telefonlarına” tahsis ettiğimiz de belli!..

Bugünlerde en çok kazananlar “telekomünikasyon” devleri olmalı, bir de büyük ölçekli sanal satıcılar.

Çok sıkı durmak mecburiyetindeyiz, bu işi uzattıkça “şirketlerimizin” ayakta durmalarında güçlükler yaşanabilir.

“Büyük balık küçük balığı yutar” düzeninde önce bakkallar, nalburlar, mahalle kırtasiyecileri, mahalle tuhafiyecileri, vesaire yenmişti.

Sıra, bu ülke için büyük olan ancak “dünya ölçeğinde” pek de büyük sayılmayan “diğerlerine” gelir mi?..

Murphy'nin altın kuralını hatırlayalım:

“Altını olan kuralı koyar!”

Bu “berbat” düzende, “Şirketlerimiz” için nasıl bir “hukuk” işler?..

Yabancılara mülk satışı “globalleşme” gereği serbest malûm.

İstediği kadar para basan “Büyük Şeytan”ın ve ona eklemlenmiş “küçük şeytanların” gözleri yok mu bizde?..

“Zulüm 1453’te başladı” diyen “içimizdeki şeytanların” alkışlarıyla çökmek istemezler mi güzelim İstanbul’un gayrimenkullerine?..

Ve nice güzelim şehrimizin…

Ben durumun ciddiyetinin kavranmasında güçlük çekildiğini görüyorum dostlar.

Memleketin bütün düşünen, üreten ve elbette “milli değerlere sahip olan” evlâtlarından istifade etmemizi sağlayacak bir büyük “seferberliğe” ihtiyaç var.

Bu süreçte “yurt dışındaki”, -elbette “memleketine hiç ihanet etmemiş”- beyinleri Türkiye’ye çekmenin yollarını bulmak gerekiyor.

Malûm meslek örgütlerindeki “gayri milli” yapıların etkinliklerini iyice azaltmak, bunun için de gerekli “hukuki düzenlemeleri” yapmak şart.

Son yedi sekiz yılda “topyekûn” hedefe yerleştirilen “Manevi Oluşumlardan”; bugüne kadar hep milletinin, devletinin yayında yer almış olanlarının katkılarından istifade etmek şart.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da hedef alındığı bir süreci yaşıyoruz…

Bu “güçlü” Kurum’un “en küçük köyümüze” kadar uzanan imkânlarından “Milli birlik ve beraberlik havasını” kuvvetlendirmek için faydalanmak şart.

Sosyal medyanın yıkıcı etkilerini azaltmayı hedefleyen adımlar güçlendirilmeli.

Bu alanı iyi kullanan “temiz” gençlerden daha fazla istifade etmek şart.

Milleti temsil etme makamında bulunanların bazılarının sosyal medya hesapları oldukça “güçlü” ama birçoğu bu imkânı “boş işlerde” kullanıyor.

Bir “mekanizma” “işaret ettiğim” bu “pasif arkadaşlardan” destek istese ve “takiptesiniz dostum!” dese iyi olacak.

Tıp alanında da atılması gereken çok adım var;

Sahi biz niçin “Peygamber Tıbbı”nın (Tıbb-ı Nebevî) çok zengin hazinesinden “pek” istifade etmiyoruz?

Tıp fakültelerimizde “Tıbb-ı Nebevî” kürsüleri olsa, iyi olmaz mı?

Hatta…

Tıbb-ı Nebevî Üniversitesi?..

Ah eğitim işleri!..

Çocuklarımıza, gençlerimize Osmanlı ve Türkiye üzerine oynanan oyunları da öğretecek bir “eğitim modelimiz” olamaz mı?..

İletişim sahasında yüksek lisans yapmış arkadaşlara “28 Şubat size ne ifade ediyor?” diye sorduğumda, “Şubat’ın son gününü, ama bazı şubatlar 29 çeker!” karşılığını almak zoruma gidiyor yani.

“İstanbul Sözleşmesi niçin hâlâ iptal edilmedi” diye soranlara cevap verebilmek de gittikçe güçleşiyor!..

Ailemiz çökerse çökeriz malûm!..

 
TDV kurban