Dolar (USD)
32.37
Euro (EUR)
34.71
Gram Altın
2397.23
BIST 100
10208.65
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

19 Ağustos 2023

Spritualizm ve Rasyonalite

Marx’ın, kendi döneminde yaşanan değişimler göz önüne alındığında, önemli tespitlerde bulunduğunu görmekteyiz. Bu tespitler yeni gelişen kapitalizme dair olduğu kadar genel geçer sınıfsal, insani ve sosyal alanı da kapsamaktadır.

Öncelikle kapitalizmin yeni gelişim aşamasında açığa çıkan kitlesel emek gücüne odaklanmaktadır. Kitlesel emek sınıfsal ilişkiler çerçevesinde alınır satılır bir metaya dönüştürüldüğü için metalaşma ve yabancılaşma ortaya çıkmaktadır. İkinci önemli nokta; Marx ve Engels’in Kominist Manifesto isimli kitaplarının başında söyledikleri “bütün tarih sınıf savaşlarından ibarettir” cümlesidir. Bunun bugün için karşılığı ise Burjuva ile Proleterya olmaktadır.

Diğer önemli bir tespit; üretim araçları ve üretim ilişkilerine hakimiyet ve sahipliktir. Neticede bu sahiplik ve egemenlik üst yapı denilen hukuk, din, sanat vb. tüm alanların içeriğini ve yönsemelerini belirlemektedir. Dolayısıyla özelde din, gerçekliğin üzerini örtmekte, sınıfsal adaletsizlikleri meşrulaştırmakta ve yabancılaşmayı artırmaktadır. Burada dinin bu rolüne dair Marx’ın sözlerini hatırlatmanın yeridir: “Bir insan Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendisine o kadar az şey kalır.”

Marx ve Engels’in bu tespitlerini bugün gelinen noktada gerçekliği bakımından analize tabi tutabiliriz. Birincisi, tüm bu sorunları aşmak üzere Proleterya’yıbir kurtarıcı olarak düşünmenin, tarihsel gelişim aşamaları dikkate alındığında gerçekliğe uygun olmadığı anlaşılmıştır.

Bugün küresel dünyanın yeni geldiği nokta; giderek orta sınıfların zayıfladığı ve birbiriyle bölüşüm anlamında oldukça mesafeli alt ve üst sınıfların belirginleştiğini görmekteyiz. İstatistiklere baktığımız zaman dünyada, Japonya gibi birkaç ülke dışında büyük oranda tüm toplumlarda % 1’lik kesimin gelirlerin % 40 civarına sahip olduğudur. (Bkz. CreditSuisse, Küresel Servet Raporu 2022)

Fakat bu manzara daha çok Foucault’nun biyopolitika ve disiplin toplumu gibi kavramsallaştırmaları üzerinden daha gerçekçi olarak analiz edilebilir. Çünkü bu manzara ulus aşırı sermayeyi daha çok güçlendirdiği gibi, çoğunluğun yönetilebilirliğini kolaylaştırmaktadır. Tam da bu noktada Kur’an-ı Kerim’deki müstazaf kavramını hatırla(t)manın zamanıdır. “Zayıf düşürülenler” anlamına gelen müstazaf kavramı, sadece ekonomik bakımdan zayıflığı değil, sosyal ve entelektüel zayıflığı da anlam olarak içermektedir. Dolayısıyla müstazaflık anlaşıldığı kadarıyla içinden çıkılması imkansız bir “bilinç” kilitlenmesi yaratmaktadır.

Tüm bu ıstıraplar karşısında dini söylemin tüm dünyanın “vicdan”ı olmak üzere söylemleştirilmesi ve işlevselleştirilmesi önem taşımaktadır. Meselâ; peygamberlerin getirdiği en önemli katkı bu olmuştur. Geçen yazımızda belirttiğimiz üzere bu dinin oynayacağı iki rolden biridir. Diğeri ise gerçekliğin üzerini örtmek ve insanlığın asli ıstıraplarını görmezden gelmektedir. Bu noktada dinin önemli bir sığınma aracı olduğunu görmek lazımdır.

Tam da bu noktada iki önemli tespiti daha gündeme getirmeliyiz. Birincisi, özellikle Türkiye’de sol bu topraklara dair geçerli olacak şekilde dinle sağlıklı bir ilişki geliştirememiş ve bunu “sağ”ın temellüküne bırakmıştır. Bu durum hala böyledir. İnsanlar ıstırapları ağlayabilecekleri ve umut bekleyecekleri yere yönelirler. Sol insanlara böyle bir kanal açmadı.

İslami söylem üretenler ise irrasyonaliteyi maneviyatçılık adına öyle beslediler ki, bugün gelinen noktada islami söylemlerin eşya ile sahih ilişkiyi kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu spritualizmin dozu arttıkça, islami söylemin sorgulanması artmakta ve bir referans olmaktan çıkmaya başlamaktadır. Yani spritualizmi yedikçe, yerlere kapanmakta fakat kendisini secde ediyor zannetmektedir.