Dolar (USD)
32.39
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2405.76
BIST 100
10175.74
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

11 Kasım 2020

Yeni insan

‘Ontolojik güvensizlik’, Sosyolog Anthony Giddens 'a ait bir kavramsallaştırma. Ufukta bir felaket işareti yokken bile olabileceklerden duyulan korku olarak tanımlanabilir. Kişinin belli durumlarda korkacak hiçbir şeyi yokken endişe etmeyi sürdürmesine atıfla ‘yüzergezer kaygı’ da deniyor.

Dünya inanılmaz bir hızla değişiyor ve dönüşüyor. Bu dönüşümle, Bauman'ın da belirttiği gibi gerek siyasi ve ideolojik gerekse ekonomik ve sosyolojik açıdan dünya, bir belirsizliğe doğru sürükleniyor. Yerleşik düzenler aşınmaya, geleneksel değerler yıkılmaya başlıyor ve aynı zamanda hiç kimsenin ontolojik güvenliğinden emin olamadığı bir durum yaşanıyor.

Modernite, insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı bir değişim yaratarak siyaset arenasında ulus devletleri, ekonomik arenada ise kapitalist sistemi doğurdu. Modernitenin peydahladığı ulus devlet ve kapitalizmin hakim olduğu yaşadığımız çağ, bizatihi ontolojik güvensizliği üretiyor. Tüm dünyada ırkçılık ivme kazanıyor, sadece Ruanda'da değil Avrupa'nın orta yerinde Bosna'da da etnik kıyım yapılabiliyor. Dinsel şiddet gemlenemez şekilde ötekine karşı terör olarak kendini gösterebiliyor. Gelişmiş devletler gezegeni yüzlerce kere yok edebilecek silahlara sahip olabiliyorlar ve bunları kullanabilecek çılgınlıkta tipler tarafından yönetiliyorlar. Çevresel felaketler her an kapıda bekliyor...

Dünyanın güney halkları akın akın, yüzyıllardır iliklerini sömüren batı dünyasına göç ediyor ve insani-ahlaki-vicdani bir sorun olarak değil güvenlik sorunu olarak görülen mülteciler, dünyanın hemen her yerinde varoluşsal bir güvensizlik içerisinde yaşıyorlar. Gittiği coğrafyalar tarafından ''yabancı'' olarak düşük ahlaklı, korkutucu ve peşinen suçlu bir varlık olarak etiketlenirken yerleşik halkların da her türlü kaygıyı yansıtabilecekleri bir sembol olarak görülüyorlar. Yani göçmenler ontolojik kaygılar yaşarken göç ettikleri yerlerin insanının da ontolojik güvensizlik yaşamasının önünü açmış oluyorlar.

Teknoloji takibi zor bir hızla gelişiyor, boğucu miktarda enformasyona tabi tutuluyoruz. Aşırı yüklemenin pasifleştirdiği bilincimiz hayatımızda, hiç olmadığı kadar, belirleyici olan devlet tarafından algı operasyonlarıyla yönetiliyor, yönlendiriliyor. Hamaset üreten klişeler ve sloganlar aracılığıyla insanlar klonlanmış yaratıklara dönüştürülüyor. İlkokul sıralarından itibaren tabi tutulduğu ideolojik-politik yüklemeler bireyin özgürleştirici bir farkındalık ve sorgulayıcı bilinç oluşturmasını engelliyor.

Ürkütücü bir gözetim sistemi tarafından mahremiyeti ve özgürlüğü elinden alınan modern kent insanı, gün boyu koşturmaca içerisinde sıkıntı, stres halinde yaşıyor. Ekonomiden politikaya, aile kurumundan eğitime ve çalışma hayatına kadar her alanda belirsizliklerle dolu yaşamın içinde korku, panik, gerilim yaşamın rutini olmuş durumda. Gelecek kaygısı, işsiz kalma ve rızık endişesi bilinç akışı içerisinde temel bir yer kaplıyor. Aynı kaygıları fazlasıyla taşıyan gençler, entelektüel bir çürüme ve tıkanmanın yaşandığı dünyada yaslanacak bir değer ve anlam dünyasından yoksun olarak kimliksiz-şahsiyetsiz bırakıldılar. Dayanışma anlayışının yerine bireyselliği ikame eden modernite, akrabalık bağlarının zayıflamasına, aile olgusunun gelip geçici bir mahiyete dönüşmesine, arkadaşlık- dostluk değerlerinin aşınmasına yol açtı. Tüm bunların sonucu ise yabancılaşma, yalnızlaşma, umutsuzluk ve şiddet olarak tezahür ediyor.

Hasılı kelam; belirsizlik ve süreksizlik sarmalında salınan modern birey, içinde bulunduğu koşulları kendi varoluşu lehine kontrol etme failliğine sahip olamadığını hissettiğinde varoluşsal güvenlik duygusu aşınmaya başlıyor. Dolayısıyla günümüz insanını kuşatan ontolojik kaygı veya güvensizlik durumu, salt terör veya göç olgusu bağlamında tüketilemeyecek derecede derinleşmiş bir sorun olarak orta yerde duruyor.

Günümüzde bu durumun aşılması bir yana güvenlik, istismara açık duruyor. Daha fazla güvenlik vaadi her seferinde daha az özgürlük ile sonuçlanıyor. Sonuçta ne güvensizlik halinin kendisi izale edilebiliyor ne de daha iyi bir toplum düşünün vazgeçilmezi olarak tüm derin-felsefi anlamıyla birlikte özgürlük alıkonulabiliyor. Bu problemden çıkış ise her şeyden önce günümüz insanı için kıt bulunan kaynaklar arasında sayabileceğimiz fazladan bir hayal gücü gerektiriyor. Ne var ki cari olan yaygın ve egemen paradigma her şeyden önce bunu dumura uğratmış durumda. Dolayısıyla ekonomiden siyasete, eğitimden bilime içinde bulunduğumuz ve birer kapan haline gelen yapıların açmazlarını bilhassa belirli insanlarda görebileceğimiz hayal gücü ile aşabiliriz.

Peki, kim o insanlar?

Onlara genel-yaygın profile aykırılıklarından ötürü ‘yeni insan’, diyebiliriz şimdilik…

Kim olduklarını değil; ama mümeyyiz vasıflarını biliyorum:

‘Şaşırtıcı olanı arayan, sahip oldukları yanıtları tamamlamaktan çok, sorularını yeniden tanımlamak isteyen insanlar…’