Dolar (USD)
32.18
Euro (EUR)
35.00
Gram Altın
2499.16
BIST 100
10643.58
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


'Din dışına gidiyorum; geleceğim'

Başlığın "yemeğe gidiyorum; geleceğim" ya da "Namaza gidiyorum; geleceğim" gibi esnafların dükkanlarının camına yapıştırdığı ilan cinsinden olduğunun tamamen farkındayım. Bu, kimi zaman "yarım saat sonra geleceğim" yazıp da gittiği saati belirtmeyen ilanlara yöneltilen ironilere de göndermede bulunmaktadır.

Modern dünyanın inşa edilmesi her şeyden önce, zaten Batı tarihinin genetik yapısında farklı şekillerde içerilmiş olan kutsal ve dindışı antagonizması ya da dualitesi ile mümkün olmuştur. Roma'nın içerisinde illegal olarak etiketlenen Hıristiyanlık, Konstantin tarafından "resmi" ilan edilinceye kadarki süreç içerisinde (yaklaşık üç yüz yıl), zaten Hıristiyanlık Roma'sının kurumsal ve zihni yapısını olabildiğince absorbe etmişti. Ortaçağ boyunca Batı'da ruhbanların (teokrasinin) hakimiyeti de, dini ve dünyevi krallık dikotomisinin üzerinden işlemiştir. Modern dünya kesin hamleyi yaparak Tanrı'yı kendi alanına ötelerken, insanı kendine yeterli sayarak sınırlarını olabildiğince genişletti. Hatta erken modernleşme teorileri, insanlığın kendi imkan ve enstrümanlarıyla bilebildiği alanlar genişledikçe Tanrı'ya (dine) olan ihtiyacın azalacağı, hatta bir müddet sonra yok olacağı beklentisi içindeydiler. Fakat dünya savaşları ve faşist diktatörlükler ile birlikte, insanın dünya cenneti tasavvurunun sonuna gelindi ve Tanrı'nın ölmediği (!) anlaşıldı. Gilles Kepel, sadece islam üzerinden değil, bir çok dinler üzerinden dünyada meydana gelen sömürge karşıtı direnişleri "Tanrı'nın İntikamı" şeklinde modern dünyaya referansla kavramsallaştırır.

Kutsal-dindışı antagonizması işletildiği andan itibaren, Baudrillard'ın deyişiyle, insan "hakikat"i seküler bir dil ve alanda yeniden inşa etme zorunluluğu ve sorumluluğuyla karşı karşıya kaldı. İşte modern dünya, düşünsel anlamda hep bunu inşa etme arayışı ve çabası içerisinde üretimlerde bulunmaktadır. Zira Tanrısal bir meşruiyete ihtiyaç duymayan insan, siyasal, sosyal, ekonomik vb. bütün gündelik edimleriyle başka bir meşruiyet çerçevesi bulmak zorundadır ki, bu da Aydınlanma rasyonalitesinin kendisi üzerinden işletildiği soyut insandır. Dolayısıyla Kant'ın ödev ahlakından, Rousseau'nun sosyal sözleşmesine, Hegel'in diyalektiğine kadar bir çok düşünsel inşa, Tanrı'yı insan ve toplumsalla telafi etme projeleridir ve Tanrı'yı uygun pozisyonda tutarak insanın nasıl kendi kendine yeterli olacağı (tuğyan) arayışı bağlamında bir konsepte otururlar.

Bu arayış ve çabaların bir çok sonuçları olmuştur. Öncelikle gündelik hayatın seküler hakikatlendirilmesi çabası ile, seküler olan din gibi kutsanmak istenmiştir. Modadan mistik arayışlara kadar bir çok şeyin izini buradan sürmek mümkündür. Öte yandan insanın gündelik sosyal, siyasal, ekonomik vb. edimlerinde vulgerleşme, araçsallık, hakikat kaybı ortaya çıkarken; söz gelimi, ekonomi kendi öldürücü rekabet anlayışını ahlaksallaştırmıştır. Böylece insanın kimlik ve kişiliğinin parçalanma süreci kendisini göstermiştir.

Modern zamanlarda kutsal ve dindışı antagonizması, aynı oranda kutsalın din ve gerilik; din dışının da özgürlük ile eşitlenmesine eşlik etmektedir. Bu antagonizma, modern zamanlarda dinin yeniden kendisi üzerinden okunacağı bir rahim (=ortam) işlevi de görmüştür. Dolayısıyla dinin irtica, tutsaklık, mahrumiyet ile, dindışının ilerilik, özgürlük ve serbestik ile özdeşleştirilmesi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda din, sürekli olarak, insanları kuralları, ilkeleri ve prensipleriyle sıkan, tutsak eden bir fenomen olarak tanımlanmış; tamamen kutsal ve dogma kavramlarının içerisine sıkıştırılmış; Hıristiyanlık tecrübesinin tüm yansımaları içinde "geri" olana irca edilmiştir. Bunu sonucu olarak din, hayatın belirli zamanlarında (doğum, ölüm, cenaze, kandil gecesi, kırkıncı gece, mevlüd vb. ritüalistik durumlar) kendisine müracaat edilen bir fenomen olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla din ve Tanrı, insanın varoluşsal bir gerçeği ve problemi olarak değil, mistiklik, büyüsellik ve ritüellik teslisi içinde yeniden anlam kazanarak hayatın belirli alanlarına serpiştirilir. Dindışı ise, geri kalan tüm alanları temellük edecek biçimde "ileri" ve "özgür" olana referansla bir rahatlık alanı olarak resmedilir.

Dinin varoluşsal bir sorun olarak ortaya konması ile Tanrı'nın daral(tıl)an uç sınırları içine konumlandırılması arasındaki en temel fark, anlam ve araçsallık çerçevesinde belirgin olmaktadır. Varoluşsal bir sorun olarak din, bir "hakikat"in aranmasına insanı koşullayıp hayatın anlamını bu çerçevede tanımlarken; "Hak"kın dışındaki her şeyi araçsallaştırır. Halbuki yukarıda da belirttiğimiz gibi, modern zamanlarda "hakikat"i yeniden kendi enstrümanlarıyla inşa etme işiyle karşı karşıya kalan insan için, din de araçsallaşır ve her türlü sınıfsal, hegemonik vb. bir imtiyaz haline geliverir. Böylece işlevselleşen din, doğum, ölüm merasimlerinin yanı sıra koca bulmak ve dertlere deva gibi ritüellere indirgenir.

Böyle bir yazıyı, aynı başlıkla başka bir yerde yayımlamıştım. Ancak, sorun aynı kalmaya devam ettikçe yazı da güncelliğini kaybetmiyor. Kutsal ve dindışı antagonizması, mentalite olarak kişinin gündelik hayatında, kutsal ve dindışı arasındaki geçişleri mümkün kılmaktadır. Bu mentalite camide namaz kılmaya "kutsal" bir faaliyet olarak bakarken, sözgelimi düğün yapmaya dindışı bir etiket yapıştırmaktadır. İşin daha ilginç tarafı, gündelik hayatın bir çok ritüelleri, işleri, meslekleri kutsallaştırılma gereği duyulmaktadır. Bu çerçevede kutsal olan ve olmayan meslekler listesi çıkarılmakta; paradoksal olarak Aydınlanma rasyonalitesinin varmak istemediği "kutsal"lığa tersinden ulaşılmaktadır. Acaba yakın gelecekte bu geçişler (!) sırasında insana düşülecek şu tür notlar görmek mümkün olacak mı: "Din-dışına gidiyorum; geleceğim."