Has ordu, kayıp ordu
Nereye baksak ki herkesin baktığı yerler değil oralar: küçük
de olsa kıymeti bilinmemişler ordusu diyebileceğimiz bir has orduya
rastlıyoruz. Ordu demem; o insanların popüler hayatta kayıtsız olmaları.
Ürettiklerini pazarlamamış, reklam etmemiş olmaları. Ürettiğinin bir nesne bile
olsa nesneleştirmemiş olmaları… Endüstrileşmeye direnmeleri, kültür endüstrisi
içinde değil, salt, doğal kültür içinde hak ederek yer almaya çalışmaları. Yer
verilmemiş olsa bile.
Şimdi gözlerim biraz yaşlı dedemin kederini cama hohlayıp
çok uzaklara bakarak yaktığı bir ağıt gibi kuruyorum şu cümleyi. Nitelikli,
kendini- kendinin hep en üstüne yetiştirmiş insana dünya takviminde aslen vakit
yok. Vakit yok derken, kıymetinin bilinişi ömrüyle kolay kolay çakışmıyor. Bu
durum; onu üretmekten, feda edişten alıkoymuyor. Ancak kapasitesi oranında
üretim ve değerlendirilme imkânı verilmeyişi sebebiyle kendinden artması onu
zehirliyor. Dünyanın ilahi planda popüler bir alan oluşuyla alâkalı biraz bu. Fakat
yine de kendi faniligi içinde bir uhrası, sona doğru günü birlikçi menfaatçilerin
gebermesiyle beraber ölümsüz işlerin devamıyla gelen kısmî bir adaleti var. Ya
da adalet e biraz besmele çekmiş oluyor. Asıl göstereceği/yaşatacağı has günler
için...
İşte o sonsuzluk penceresinden bakmak nasip olursa ölüm gibi
bir iğne deliğinden bakacağız küçük dünyaya... Bu çok şişirilmiş balona...
Fakat işin garibi henüz ölmedik. Ve nasılsa ilahi adalete
doğruyuz diye adaleti ertelemeyeceğiz. Öte dünyaya inanmayan kimi gelişmiş
toplumlar şüphesiz özgün, yaratıcı beyinlere gereken önemi verdikleri için, bu
konuda adaleti en azından kendi toplumları için sağladılar. Hatta bu tip
kıymetli insanlar dünyanın arayıp ta bulamadığı insanlar olduğu için, aklı
başında dünya onları buluyor ve değerlendirmeye alıyor. Dünyaya her alanda
henüz söylenmemiş sözler, henüz üretilmemiş teknolojiler, henüz sunulmamış
sanatsal ürünleri bu insanlar eliyle söylüyor. Kimi ülkelerin hep bir/bin adım
önde olmaları hem genel olarak halkına hem özel olarak kaliteli, cins, özgün
insanlarına verdiği değerle doğru orantılı. Kimi ülkeler ise bu konuda insan
kaynıyor olmasına rağmen insan kaynaklarını heba ediyor. Hem kendisi
değerlendirmiyor. O beyni, o kafayı göçe zorladığında ve o kalbi göçmen kıldığında
gittiği ülkede yaptığı işlerle öne çıkmasını bekliyor. En garibi de çok
geçmeden ürettikleri ile anılırken “buradan gitti, aslen buralı” diye övünmeyi
kendi geleneğine yakıştırıyor.
Öz kaynaklarını göz göre göre yitirmiş, bunu göze almış bir
ülkenin insanını kaptırdığında ve yitirdiğinde kıymetlendirmeye veya onun
üzerinden kendisine bir kıymet biçmeye çalışması ne garip bir tutum. Ayrı bir
eziklik hikayesi.
Bütün bunları neden mi yazdım.
Kurulmuş hazır çevrelere (ben öbek diyorum) yekten girmek, "kabul-davet edilmek" o çevreler ne kadar güçlü, kimi amaçlara götüren kısa yollar olsa da, -amaçları amacım olmadığı için- bana hiç cazip gelmedi. İstanbul'da "o İstanbul'dan" hep kaçtım. Aksine birbirimizi çok iyi dinleyip anladığımız, birbirimizin daha iyi var olması için oturup hususi düşündüğümüz dostluklar kurmayı yeğledim. Bu anlamda bırakın bu ülkeyi, insanlık için birikimi, kıymeti harbiyesi ihtişamlı dostlarım oldu. Onlarla iken ve onlardan ayrıldıktan sonra bana yapışan ve sarsan keder ise onların bu ülkede değersizleştirilmesi, layık oldukları şekilde değerlendirilmemiş olmaları... Bu anlamda ülkemi artık sadece tabiatı itibariyle "çok verimli fakat verimliliğine oranla bakımsız bahçe" ye teşbih etmekle kalmayacak, verimli, birikimli insanları, beyinleri değerlendirmeyerek göçerten, "gocatan" bahçe olarak da göreceğim. Yerel şartlarında evrensel şartları dikkate alarak, bu bahçenin, bu vaktin güzel olgunlaşmış meyvelerini zebil eden bir bahçe... Üstelik bu insanlar ne öne çıkıp görünme, şova gelirler ne de reklama şuna buna izin verirler. Sadece daima zihinsel, fiziksel isimsiz kayıtsız emek verir dururlar. Bu insanların kıymetlendirilmeleri vazifesi seni beni onu aşıyor. Yazıyorum. Kitaplarımda da burada da yazıyorum. Elimden gelen bu olduğu için.