Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

18 Aralık 2013

Sergen Yalçın koşmuyor, Fatih Terim ayağına istiyor

Kalıcılık, süreklilik, değişmez statülere rıza ve tüm bunların alaşımıyla oluşan modern çalışma etiği artık; part-time, esnek, mobilize ve öngörülemez yeni iş tanımı ile yahut ortada tanımlanacak bir işin kalmayışıyla birlikte sahneden çekiliyor. Reklamlar yeni zamanların manifestosunu saniyelik geçitler halinde kulağımıza fısıldıyor.

Reklamlar, en çok 'baştan çıkarılanlar' üzerinde etkisini gösteriyor. İkici sırada baştan çıkarılmak için sıraya girmiş, merakla ve iştahla sıranın kendilerine geleceğini umanlar var. Bu ikinci grup, şu an için baştan çıkarılmanın avantajlarını kullanma imkanına sahip olmasa da bastırılma durumunun ebedi olamayacağını, ha(z)k mahrumiyetlerinin bir gün sona ereceğini ve eninde sonunda şeytanın bacağını kıracaklarını hayal ediyor. Aslında sefalet şartlarında korkunç bir monotonluğa mahku00fbm olmuşluğa tahammülü mümkün kılan da, tam da bu hayalin kendisi.

Eğertopyeku00fbn insanlık yok olur ve gezegende yeni bir hayat başlarsa, bizden sonra gelenler yeryüzünü dolduran bu kadar insanın kendi sonunu nasıl getirdiğini, geride bıraktıkları bu kısa reklam filmlerinden anlayabilirler. Gelecekte, insanlığın kendisini iptal ile sonuçlanan trajik hikaye için bir anlama kılavuzu işlevi görebilecek bugünden kalan yegane kayıtlar, bu reklam filmleri olabilir.

Bu kısa filmlerin kurgusu, anlatısı ve dili stratejik, hamleleri seri ve etkili. Reklam kahramanları yeni koşulların post-modern vaizleri, yaşam guruları, misyon yükleyicileri.

Televizyondaki asıl vaiz Nihat Hatipoğlu ya da Ömer Döngeloğlu değil.

Televizyondaki asıl vaiz Sergen Yalçın, Fatih Terim.

Ürünün tanıtımından çok, izleyiciyi bir ürün olarak işleyen, bilince saniyeler süren bir zaman aralığında şiddetli darbelerle nüfuz eden reklamlar, hız ve haz uygarlığının amentüsünü hepimize talim ettiriyor.

Hepimize, yani suç ortaklarına.

Peki ne diyorlar?

-Boşa koşmayın!

Ya da,

-Basarım tek bir tuşa, gelir hepsi benim ayağıma.

-Ayağına gitme, ayağına gelsin.

Ne güzel hayat değil mi?

***

VİCDANDAN KOPAN EYLEMLİLİK

İlerleme, kalkınma, büyüme, teknolojik oyuncaklarımızın sayısının artması.

Tüm bunlar modernlik ile beliren amaçlılık içerisinde yaşamlarımızı biçimlendiren, farklı aidiyetlere mensup insanların yaşamlarını ise bir noktadan sonra 'bir örnek' kılan, bu yönüyle yaşamlarımızı tekilleştiren modern toplum formasyonunun mitleri. Kentleşme, ücretli yaşam, istihdam biçimleri, teknoloji; bir şekilde dahil olunduğunda tüm çıkış kapılarının sürgülenmesi ile neticelenen bir aralıkta herkesi sabitliyor.

Yaşamsal kaygıların nihai değer ve ne olursa olsun maddi imkanların hiçbir zaman sona ermeyecek bir arzu ile artırılması çabasının eşlik ettiği bir koşuşturma, insan ruhunu tarumar ediyor. Bu noktada hepimiz ilerleme, kalkınma ve teknoloji ile suç ortaklığına giriyoruz. Suç ortaklığı kalabalıkların adını koymadığı; lakin iştirak ettiği sesiz bir mutabakata dönüşüyor. Vicdanımız ara sıra homurdansa da eylemlerimizin bu ölümcül panayırdaki istikametini değiştirmeye yetmiyor.

Düşünce ile eylemlerimiz arasında her gün git gide açılan, derinleşen bir yarıkla karşılaşıyoruz. Bu yarığa neden olan bilgi eksikliği değil. Mesele, bir türlü bulunamayan, bulunduğunda yapbozu tamamlayacağımız, boşluğu dolduracağımız, yarığı kapatacağımız bir bilginin şu an için burada ya da bizimle olmaması ile ilgili değil. Bir bilgi yığının tam tepesinde oturmuş yığına bakıyoruz.

Ancak bilginin, düşüncenin buharlaşması eylemin bilgiden ve düşünceden kopması ile neticelenen bir durum var.Gelişme ve ilerleme olduğunu düşündüğümüz her şey düzenle o kadar barışık ki herhangi bir inanç adına söylenenleri kuru bir retorik haline getiriyor. Trajedi en çok eylemlerimizle vicdanımız arasındaki yarıkta ortaya çıkıyor. Eğer bu yarık kapatılamazsa mevcut durum; olası tüm felaketlerin günlük olaylar zincirinin alışılmış halkası haline geleceği ve insanın ayırt edilebilirliğini mümkün kılan tüm izlerin silineceği bir noktaya mütemadiyen sürüklenme halinin dışında hiçbir şey vaat etmiyor. Eğer sağlık, bu kadar tıbbileştirilmeseydi, belki de mevcut durumu daha ciddiye alabilirdik. Sağlıklı yaşamın canlı organizmanın sıhhati ile eşitlendiği bir durumda, ruhun kuruduğu bir iklim o kadar da sağlıksız görünmüyor.

Yaşadığımız dünya bebeklerin donarak öldüğü, çocuk başlarının bombalarla ezildiği, insanın diğer bir insanla kurduğu münasebetlerin ıstıraba dönüştüğü, açlık ve sefaletin kar hesaplarının gölgesinde görünmezliğe mahku00fbm edildiği ve kötülüğün saydamlaştığı bir dünya. O kadar saydamlaştı ki kötülük; artık görünmüyor bile.

Böyle bir dünyada köprülerin trafiği rahatlatacak olmasına sevinemiyor insan.

Böyle bir dünyada ulaşım hızımızın artması, plazaların yükselmesi, internet kullanıcılarının sayısın artması göz kamaştırmaya yetmiyor.Tam aksine yapılan yatırımların istisnasız tümü, bir örnek haline gelen yaşam biçimimizin içinde kıvrandığı bu hayat kurgusunu tahkim ediyor, ömrünü uzatıyor.

Din, tam da bu kriz anlarında bizleri vicdana çağıracak yegane imkan olmasına rağmen, bizzat dini referans alanların eylemliliği içerisinde bile ortaya çıkamıyor. Ritüelleşen boyutuyla sahip çıkılan; ancak yaşamı vicdan, adalet, insaf ve merhamet ile dönüştürecek düşünce olarak sürekli bir ihmalin konusu haline geliyor. Yaşamın kabul edilen mevcut biçimi, böyle bir düşüncenin sunacağı içeriği reddediyor. Ortaya düşünce, inanç ve eylemin telafi edilemeyen açığı çıkıyor.

Anlam doymak bilmeyen bir sünger tarafından emiliyor. Süngerin hacmini genişletmenin rasyonel amaçlılık ile eşitlendiği bir noktada, şifacısı ancak kendimiz olabileceğimiz bir hastalığı yaşıyoruz. Zira esaslı her inanç sıçraması kişisel bir deneyimdir. Hiçbir kişisel deneyim aktarılamaz. Bunu kendimiz gerçekleştireceğiz.

Özgürlüğümüz bizlere Allah tarafından verildi. İrade özgürlüğünün dışındaki her şey ümit vermekten uzak. Bize verileni imkana dönüştürmek ise her zaman için başkasının değil bizim elimizde.

[email protected]

Twitter:@_khora