Kalu bela nedir? Büyüklerimizden çok defa duymuşsunuzdur "Kalu beladan beri Müslümanım" lafını. Peki Kalu beladan beri ne demek? İşte cevabı...
Allah Teala, dünyayı ve varlıkları yaratmadan önce dünyaya gelecek bütün insanların ruhlarını yarattı. Onları ilahî huzurda topladı ve kendilerine, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Ruhlar da, "Evet, bizim Rabbimiz Sen'sin!" dediler. Bu zamana "Kalû bela" denir.
Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, "Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)" demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. (A'raf 172) Allah'ın insanlardan bu şekilde söz alması, Arapça telaffuzuyla "Kalu bela" şeklinde halk arasında yaygınlaşmıştır.
Farsça'da "sohbet meclisi" anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça'da "ben değil miyim" manasında çekimli bir fiil olan elestüden oluşan bezm-i elest terkibi, "Ben sizin rabbiniz değil miyim" hitabının yapıldığı ve ruhların da "evet" diye cevap verdikleri meclis anlamını ifade eder. Bu tabirdeki "elest" kelimesi A'raf sûresinin 172. ayetinden alınmıştır. Bu ayette, geçmişte Allah'ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetlerini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara, "Ben sizin rabbiniz değil miyim" diye hitap ettiği, onların da "evet" dedikleri belirtilmiştir.
Kālû bela nedir?
Allah'la insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye "mîsak", "kālû bela", "ahid", "bela ahdi", "rûz-i elest", "bezm-i ezel" ve "bezm-i elest" gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı, özellikle Osmanlı dinî-tasavvufî edebiyatında meşhur olanı "bezm-i elest" terkibidir. Kur'an-ı Kerîm'in diğer bazı ayetlerinde de aynı konuya dair açık veya dolaylı ifadeler bulmak mümkündür. Rûm sûresinde yer alan bir ayette (30/30) "ed-dînü'l-kayyim" (süreklilik özelliği taşıyan dosdoğru din) tabiriyle anılan Hak dinin Allah tarafından insan fıtratına tevdi edildiği ve onun bu temel özelliğinin değişmeyeceği ifade edilir. Peygamberler tarihinde tevhid inancının büyük savunucusu Hz. İbrahim başta olmak üzere diğer peygamberler de tebliğ hayatlarında dîn-i kayyim denilen bu ilahî-fıtrî inancı bir irşad aracı olarak kullanmışlardır (mesela bk. el-En'am 6/161; Yûsuf 12/40). Yine Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif ayetlerinde Cenab-ı Hakk'ın Hz. Âdem'den, Âdem oğullarından, çeşitli peygamberlerin ümmetlerinden Hak yoldan sapmayacakları konusunda söz aldığı ve onlarla bir nevi antlaşma akdettiği ifade edilir.
Konu ile ilgili olarak hadis diye nakledilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu rivayetlerde belirtildiğine göre Allah Âdem'i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır (el-Muvatta', "Kader", 2; Müsned, I, 272). Übey b. Ka'b'den kendi görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil verip onları konuşturmuş, sonra da kendilerini şahit tutarak, "Ben sizin rabbiniz değil miyim" hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz olduklarını ileri sürmemeleri için bütün kainatı ve Âdem'i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir (Müsned, V, 135).
İnsan her şeyden evvel, Rabbine karşı vefakar olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak O'nun emirlerine riayetle gerçekleşir.
Vefanın en mühim seviyesi;
Cenab-ı Hakk'ın; ruhları yaratıp;
"–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurduğu vakit;
"–Elbette ya Rabbî!.." diye cevap verdiğimiz; «Kalû Bela»daki ahde vefadır. (Bkz. el-A'raf, 172)
KALU BELA AYETİ (A'RAF 172)
Arapçası:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنۢ بَنِىٓ ءَادَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰٓ أَنفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا۟ بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَآ ۛ أَن تَقُولُوا۟ يَوْمَ ٱلْقِيَٰمَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَٰفِلِينَ
أَوْ تَقُولُواْ إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِن قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِّن بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ
Türkçesi:
Ve iz ehaze rabbuke min benî ademe min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum ala enfusihim, elestü birabbiküm, kalû bela, şehidna, en tekûlû yevmel kıyameti inna kunna an haza gafilîn(gafilîne).
Ev tekûlû innema eşreke abauna min kablu ve kunna zurriyyeten min ba'dihim, e fe tuhlikuna bima fealel mubtilûn(mubtilûne). (Araf 172)
Anlamı:
Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, "Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)" demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.
Yahut, "Bizden önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helak mı edeceksin?" dememeniz içindir. (Araf 172)
KALU BELA AYETİ TEFSİRİ
İslam akîdesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başında Allah'ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O'nu İlah olarak tanıyıp kulluk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği biçimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donanmış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun adil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki ayette insanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber verilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.
Tefsirlerde bu ayetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:
1- Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki rivayetlere göre Allah Teala dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını –sonraları ayetin lafzından hareketle "rûz-i elest, bezm-i elest" şeklinde terimleşen– ruhlar aleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut taahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmını diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da –bir başka yoruma göre– bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir.
Böylece insanların, "Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk" diyerek yahut inkarcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef alimleriyle sûfî alimler, Sünnî ve Şiî kelam bilginlerinin çoğunluğu ayeti böyle yorumlamışlardır.
2- Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dün-ya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teala insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış alemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sormakta, onlar da "evet" diyerek bunu tasdik etmektedirler.
İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu ayetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır (Zemahşerî, II, 103). Nitekim başka ayetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur. Mesela Fussılet sûresinin 11. ayetinde göğün ve yerin Allah'ın yasalarına göre işleyişi, "Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!' buyurdu. 'Boyun eğerek geldik' dediler" şeklinde anlatılmıştır.
Mu'tezile ve Matürîdî alimleriyle bazı Eş'arî ve Şiî alimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahreddin er-Razî'nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefîler, Allah'ın insandan ahid ve mîsak almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in, "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar" anlamındaki hadisi de (Buharî, "Cenaiz", 93; Ebû Davûd, "Sünnet", 18) bunu anlatmaktadır.
İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için ayetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. ayette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah'ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.
Tefsir: Diyanet İşleri – Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 623-652





