24 Şubat 2022... Ukrayna için bir "işgal", Rusya için bir "özel operasyon", dünyanın geri kalanı içinse bir savaş. Bu tarihten itibaren Avrupa devletlerinin savunma bütçeleri arttı, ülkeler hızla silahlanma yarışına girdi. Ancak burada kritik bir soru ortaya çıkmaktadır: Avrupa neden bu kadar silahlanıyor? Hedef kim? Tehdit ne? Yoksa bu silahlanma, yeni bir düşman yaratma arayışının bir ürünü mü?
NATO VE AVRUPA İLİŞKİSİ
NATO denince aklımıza çoğu zaman 32 üyeli, sözde eşitlik temelinde hareket eden bir askeri ittifak gelir. Oysa perdenin arkasında çok daha farklı bir tablo vardır. NATO’nun vitrini kolektif güvenlik ise, arka odasında tekil çıkarlar haritası asılıdır. Ve bu haritanın üzerinde kalemi tutan el, çoğu zaman Washington’dan uzanır.
Gerçek şu ki, NATO’nun siyasi ve askeri refleksleri, büyük ölçüde ABD’nin stratejik dürtüleriyle şekilleniyor. Bu bir tesadüf değil, sistemik bir sonuçtur. ABD, NATO’nun sadece lideri değil, esas yüklenicisidir. Öyle ki ittifakın savunma harcamalarının büyük kısmı Pentagon’un bütçesinden karşılanmakta. 2024 verilerine göre, ABD’nin yıllık savunma harcaması 755 milyar dolar. Geri kalan tüm NATO ülkeleri mi? Toplamda ancak 430 milyar doları bulabiliyorlar. Bu finansal uçurum, aslında NATO’nun ruhunu da belirliyor. ABD, sadece para koymuyor; kural da koyuyor. Bir bakıma NATO, Washington’un dünya düzenindeki askeri ajandasını Avrupa haritası üzerinden uygulamaya koyduğu bir platforma dönüşmüş durumda.
Elbette bu durum Avrupa başkentlerinde de fark ediliyor. Ancak yükselen Rus tehdidi, Avrupa ülkelerini gönülsüzce bile olsa ABD’nin çizdiği güvenlik koridoruna girmeye zorluyor. 2024 yılında 20’den fazla NATO ülkesi, GSYH’lerinin en az %2’sini savunmaya ayırdı. Bu harcamalarda başı Polonya ve Estonya çekiyor. Biri %4,12, diğeri %3,43 oranında. Polonya örneği ise tek başına başlı başına dikkat çekici. Ülke, adeta NATO’nun doğu cephesindeki ileri karakolu haline getiriliyor. Washington, Rusya’yı çevreleme politikasını artık Ukrayna üzerinden değil, Varşova üzerinden yürütüyor olabilir. Bu da şu anlama geliyor: Avrupa’nın yeni savunma hattı, Almanya sınırlarında değil; Polonya bozkırlarında kuruluyor.
PEKİ KİME KARŞI?
Avrupa için görünürdeki düşman, açıkça Rusya. Ukrayna'nın Batı kampına dahil edilme çabaları, Rusya’nın tepkisini şiddetlendirdi ve bu durum, Ukrayna’nın işgaliyle sonuçlandı. Rusya, Avrupa’nın gözünde yeniden bir numaralı tehdit haline geldi.
Bunun ardından Batı, Rusya’ya karşı kapsamlı bir strateji izlemeye başladı. Ağır ekonomik yaptırımlar devreye alındı, Moskova uluslararası sistemden dışlanmaya çalışıldı ve Ukrayna’ya milyarlarca dolarlık parasal destek ile büyük miktarlarda silah sevk edildi. Rusya, savaşın ikinci yılı biterken 66 bin ile 120 bin arasında değişen sayılarda askeri personel kaybetti, yüz binlercesi ise yaralandı. Tüm bu durumlar Rusya’yı oldukça zor bir duruma düşürdü. Batılı devletlerin amacı yalnızca Ukrayna’yı savunmak değil, aynı zamanda Rusya’yı uzun vadede ekonomik, askeri ve politik anlamda zayıflatmaktı, öyle de oldu.
NEDEN SİLAHLANILIYOR?
Avrupa’nın yeniden silahlanma sürecine girdiği artık sır değil. Ancak bu gelişmenin satır aralarını okumak isteyenler için asıl soru şudur: Avrupa kime karşı silahlanıyor? Cevap gibi görünen ilk seçenek malum: Rusya. Ne var ki daha önemli olan soru şu olmalı: Avrupa neden silahlanıyor?
Çünkü gerçekçi bir perspektifle bakıldığında, Rusya'nın tüm Avrupa’yı ve dolayısıyla NATO’yu karşısına alacak ne askeri kapasitesi ne de buna yönelik açık bir politik hedefi bulunuyor. Evet, Ukrayna’ya yönelik saldırıları Avrupa’nın doğu sınırlarını ciddi biçimde tehdit ediyor. Ancak Moskova'nın stratejik yönelimi, tüm kıtayı kapsayacak bir genişleme hedefinden oldukça uzak görünüyor.
Yine de bu savaş, Avrupa’nın güvenlik politikalarının yeniden Rusya merkezli düşünülmesine neden oldu. Ve evet, Kremlin’in son dönemde Ukrayna’da kullandığı orta menzilli hipersonik Oreşnik füzesi, teorik olarak tüm Avrupa’yı menziline alabiliyor. Bu durum elbette ki ürkütücü. Ancak unutmamak gerekir ki bu tırmanış tek taraflı değil. Putin, Oreşnik’in ateşlenmesini, Amerikan ATACMS ve İngiliz Storm Shadow füzelerinin Rus topraklarında kullanılmasına verilmiş bir yanıt olarak açıkladı. Bununla da yetinmedi: Rusya, nükleer doktrinini güncelledi. Yeni doktrine göre, eğer Rusya’ya saldıran bir devlet, nükleer silaha sahip başka bir devlet tarafından destekleniyorsa, bu artık yalnızca bir savaş değil; kolektif bir saldırı olarak değerlendirilecek. Bu revizyon, NATO’ya verilmiş dolaylı ama son derece açık bir mesajdı.
Ancak işin bir de iç cephesi var. Moskova'nın karşı karşıya kaldığı ekonomik kırılganlıklar, giderek büyüyen demografik problemler ve özellikle Ukrayna savaşında yaşadığı ciddi kayıplar, böyle agresif bir güvenlik stratejisini uzun vadede taşımasını neredeyse imkânsız kılıyor. Nitekim Rusya, savaşla birlikte yalnızca zayıflamakla kalmadı, aynı zamanda etki alanını daraltarak bazı bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Dolayısıyla Avrupa’nın hızla artan savunma harcamalarını yalnızca “Rusya korkusu”na bağlamak, meselenin yalnızca dış kabuğuna dokunmak olur. Avrupa, Rusya’ya karşı silahlanıyor gibi görünse de, bir yandan da Washington’un güvenlik şemsiyesine güvenmemekten kaynaklanmaktadır.
AVRUPA ORDUSU MU KURULACAK?
Avrupa ülkeleri, uzun süredir dillendirilen ama bir türlü hayata geçirilemeyen o fikre yeniden yöneliyor: Kendi ordusunu kurmak. Ancak her adımda gölgede beliren aynı yapı, bu fikrin önündeki en büyük engel olarak kalmaya devam ediyor: NATO. Daha doğrusu, NATO üzerinden Avrupa’yı stratejik anlamda gözetim altında tutan ABD.
Soğuk Savaş boyunca ABD, Sovyet tehdidine karşı Avrupa’nın hamisi gibi davrandı. Ancak bu ortaklık, bir dostluk ilişkisinden ziyade bir vesayet modeline dönüştü. Washington, Sovyetleri sınırlandırdı evet, ama aynı zamanda Avrupa’nın bağımsız bir askeri ve siyasi aktör olmasını da geciktirdi. NATO yalnızca bir savunma paktı değildi; Avrupa’nın jeopolitik özerkliğini ABD çıkarlarına endeksleyen bir kaldıraçtı. Bugün, Ukrayna’daki savaş bu yapısal bağımlılığı yeniden çıplak biçimde önümüze koyuyor.
Fransa bu oyunu çok önceden fark etmişti. De Gaulle döneminden beri savunduğu şey netti: Avrupa, ABD'nin uzantısı değil, kendi başına bir güç merkezi olmalıydı. Bugün Macron’un “Avrupa ordusu” söylemi, o mirasın modern bir yansıması. Ve Ukrayna savaşı, bu fikri adeta yeniden meşrulaştırdı. Ancak ne var ki, sahadaki gerçekler başka bir tablo çiziyor. ABD, Avrupa’dan çekilmek bir yana, varlığını daha da derinleştiriyor. Bugün NATO’nun Avrupa’daki en büyük üssü Romanya’da kuruluyor. Polonya ve Estonya rekor savunma bütçeleriyle Washington’un güvenlik eksenine daha da sıkı bağlanıyor. Savaş öncesinde Avrupa topraklarında 65 bin Amerikan askeri varken, bu sayı savaşın gölgesinde 100 binlere kadar çıktı. Şu an ise yaklaşık 85 bin Amerikan askeri, Avrupa’nın kalbinde konuşlanmış durumda. Peki bu tabloya bakarak hangi Avrupa ordusundan söz edilebilir?
Tüm bu gelişmelerin üzerine bir de ABD'de değişen siyasi atmosferi eklemek gerekiyor. Trump’ın ikinci dönemi, ABD-Avrupa ilişkilerinde yeni bir kırılmaya işaret edebilir. Trump açıkça Ukrayna savaşının bitmesini istiyor. Ancak bu, zafer değil; daha çok bir “gerçekleri kabullenme” çağrısı. Kırım’ın ve Donbas’ın Ukrayna'ya ait olduğu diplomatik belgelerde yazmaya devam edecek belki, ama sahada fiilen Rusya’nın kontrolünde olduğu da herkesin malumu. Bu, “de jure Ukrayna, de facto Rusya” ikileminin artık Batı başkentlerinde de sessizce kabul edildiğini gösteriyor.