İslam'da felsefenin yeri nedir? İslam felsefesi ne demektir? Felsefenin gerçeğe ulaşmak için gördüğü 'akıl' İslam'da ne ifade ediyor? Aklın tıkandığı noktalarda ne yapılmalı? Nasıl bir yol izlenmeli? İşte İslam'da felsefenin ve aklın yeri ...
İSLAM'DA FELSEFENİN YERİ
Evvela şunu ifade etmeliyiz ki felsefe akla dayanır. İslam ise hem tabiî hudûdu içinde akla, hem de nakle (Kurʼan ve Sünnetʼe) istinad eder. Sonsuz ilim sahibi Yaratıcımızʼın tebliğ ettiği hakîkatlere istinad eden bir tefekkür sistemi ile, beşerî zaaflarla malûl ve gücü sınırlı bir akla dayanan felsefe arasında, mevzu ve gaye itibariyle benzerlik olsa da, metod, vasıta, tefekkür ve tahayyül gücü bakımından büyük farklar mevcuttur.
Buna rağmen, yaygın olan "İslam Felsefesi" tabiriyle; İslam aleminde, İslam tefekkürü içinde yetişmiş mütefekkirlerin veya tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir.[1] Bazen de İslam felsefesi tabiriyle, dînin mücerred hakîkatleri anlatılmak istenir. Yoksa bu tabir, İslamʼın felsefeye müsaid olduğu manasına gelmez.
Mesela İslam da -belli ölçüde- rasyonalist, yani akılcıdır. İslam, akla büyük değer verir. Öyle ki onu, Allah katında mes'ûl sayılmanın iki temel şartından biri sayar. Bu şartların biri, baliğ olmak, yani bülûğa ermek; diğeri ise akil olmak, yani haramı helali, günahı sevabı, yanlışı doğruyu birbirinden ayırt edebilecek seviyede aklî melekelerin gelişmiş olmasıdır. Bu sebeple çocuklar ve mecnunlar, İslam nazarında amellerinden mes'ûl sayılmazlar.
ŞARTLANDIRILMAMIŞ OLAN "SELÎM AKIL"
Akla bu derecede ehemmiyet veren İslam, müʼminleri her vesîleyle, hayat ve kainatın hakîkatlerini ve ilahî beyanların hikmetlerini tefekküre teşvik eder. Bu ise ancak, birtakım menfîliklerle şartlandırılmamış olan "selîm akıl"la yapılabilir.
Bununla birlikte İslam'da, aklın hakîkatleri kavrayış kabiliyetinin sınırsız olmadığı açıkça beyan edilmiştir. Zira Cenab-ı Hak, yarattığı hiçbir varlığa hudutsuz bir kudret lûtfetmemiştir.
Bütün mahlûkatın ilahî bir lûtuf olarak sahip olduğu takatler hudutludur. Akıl da sahibine, hakîkate ulaşma hususunda sınırlı bir imkan sağlayabilir. Hayat ve kainatın ihtiva ettiği hakîkatler ise, aklın bu salahiyet dairesine mahsus olmayıp sonsuzdur. Bu gerçek de aklın, hakîkatleri kamil manada idrak etmekte "lazım", fakat "kifayetsiz" olduğunu gösterir. Bu sebepledir ki İslam alimleri aklı, "akl-ı nakıs" veya "akl-ı cüzʼî" olarak ifade etmişlerdir.
AKLEN DEĞİL KALBEN TASDİK
Yine bundan dolayıdır ki îman; "dil ile ikrarla birlikte -aklen değil- kalben tasdik" neticesinde gerçekleşir. Bu İslamî esas bile, ulaşılmak istenen hedefe sadece akıl vasıtasıyla varılamayıp onun tükendiği anda başlayacak olan kalbî bir faaliyetle, yani "teslîmiyet" ve "ön kabul" ile ulaşılabileceğini gösterir.
Zira beşerî akıl, ne kadar yüksek bir seviyede olursa olsun, onunla elde edilebilecek gerçekler, ilmi sonsuz olan Yaratıcımızʼın bildirdikleri karşısında, bir "hiç" mesabesindedir.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
"…Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır…" (el-A'raf, 89)
Beşerin ilmi ise, yarın başına ne geleceğinden bile habersizdir!..
Bu bakımdan akıl, kendisini yaratan Rabbinin ilahî beyanları istikametinde kullanıldığı takdirde, var oluş gayesini gerçekleştirmiş olur.

İSLAM FELSEFESİ NEDİR?
Umumî manada ve ikibinbeşyüz yıllık bir tarihe sahip bulunan "felsefe" teriminin ifade ettiği anlam içinde "İslam felsefesi" tabiri, miladi VIII-XII. yüzyılları kapsar. Beşyüz yılı aşkın bir süreyle kurulup gelişmiş olan bir düşünce tarihinin üçte birlik bir bölümünü içine alan bu dönemdeki felsefe hareketi, kendi öz fikri kaynaklarının yanında, kısmen Hint-İran ve esas olarak da antik dönem Grek (Yunan) tesiriyle kurulup gelişmiş olan felsefi düşünce ve araştırmaları içine alır. Buna, çağının düşünce ve ilim anlayışına uygun olarak kainatın (evren) bütünü hakkında bir anlayışı ortaya koymak gibi bir özelliği de ilave etmelidir. Bu özellikleriyle İslam felsefesi; genel felsefe tarihi içinde Batı ortaçağ felsefesini etkileyerek, sözü edilen antik çağ ve Helenistik felsefe ile Rönesans, yeni çağ ve modern Avrupa felsefe hareketleri arasında bir köprü vazifesi yapmış ve böylelikle insanlık düşüncesi tarihindeki önemli yerini almıştır. Bu sebeple İslam felsefesini bir kere olmuş bitmiş bir düşünce hareketi olarak değil de onu öncesi ve sonrası ile birlikte, yani etkilendiği ve etkilediği düşünce dünyaları ile birlikte görüp tanımaya çalışmak gerektiği ortadadır.
Bu nedenlerle, İslam felsefesi sadece Doğu düşünceleri ile Batı düşüncelerini biraraya getirip uzlaştıran (eklektik) bir düşünceden ibaret olmayıp; kendi şartlarının, değerlerinin, iç ve dış kaynaklarının orjinal özelliklerini de kendinde taşır. Zira, İslam felsefesi kendinden önceki felsefelerin basit bir devamı değildir; çeviri (tercüme) ve geniş açıklama (şerhler) ve yorumlara ek olarak, kendine ait orijinal düşünürlere ve eserlere sahiptir. Diğer yandan, İslam felsefesi ifadesini sadece felsefe ile ve felasife (filozoflar) denen düşünürlerle sınırlandırmanın doğru olmadığı da ortadadır. Onlara, ekol sahibi durumunda bulunan büyük kelamcıları, sûfileri ve hatta büyük hukukçuları (fukaha) da katmak gerektiği düşünülürse, İslam Felsefesinin değeri ve önemi daha açık bir şekilde anlaşılmış olur.
İslam felsefesinin içine aldığı saha yani onun sınırlarının nereye kadar uzandığı konusu tam açıklıkla ve kesin bir şekilde ortaya konmuş değildir. İslam felsefesi de yemini bazıları sadece filozofların ele aldığı problemlerle sınırlandırmayıp, kelamcılar ve sûfileri de bu ifadenin içinde göstermek gerektiğini ileri sürerken; bazı felsefe tarihçileri de onu antik Yunan felsefesi geleneğini ve bu felsefenin İslam felsefesine yaptığı etkilerini gözönüne alarak Eflatun (Platon) (M.Ö. 427-347), Aristoteles (M.Ö. 384-322). Helenistik felsefe ve Platinos ile Kindî, Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd'ün felsefe çalışmalarına hasredip, dörtyüz yıllık bir dönem ile sınırlandırmanın gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bir yaklaşıma göre ise, yukarıda sözü edilen iki görüşe fıkıh usûlünü (hukuk metodolojisi) de ilave etmek gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca çok yaygın olmamakla beraber, problemlerinin ortak ve tartışmalarının devamlılığı sebebiyle, felsefe ile kelam ilmini; keza bir yönü ile filozof, diğer yönü ile mutasavvıf olan büyük düşünürleri göz önünde tutarak, felsefe ile tasavvuf ekollerini birlikte mütalaa edenler de olmuştur.
Başka bir açıdan bakıldığında
yeni çağ ve modern düşünce akımlarıyla zaman zaman yapılan mukayeselerinin de gösterdiği gibi, o, adı geçen felsefeler için bir kaynaklık görevi de yapmış bulunmaktadır. Aynı şekilde, Batı ortaçağ felsefesi genel yapısı içinde bir din savunması ve propagandası özelliği gösterirken, kendine özgü özellikleri sebebiyle İslam felsefesi, çok yönlü verimlilik ve çeşitlilik ortaya koyar. Çünkü İslam felsefesi yalnız ilahiyat (teoloji) konu ve meselelerine münhasır kalmayıp; diğer dini, beşeri izah ve yorumlar ile sıkı ilgi ve kaynaşma içine girmiştir. Nitekim İslam dünyasında felsefi düşünce hareketinin XIII. yüzyıldan itibaren duraklamasıyla birlikte, başka düşünce hareketlerinde de beliren ağırlaşma ve bu durumun olumsuz neticelerinin daha sonra devam edip gitmiş olması, bu değerlendirmeyi doğrular mahiyettedir.
İslam'a ait her türlü düşünce gibi, İslam felsefesi de, İslam dinini kabul etmiş olan milletlerin oluşumunda her birinin çeşitli oranlarda payı bulunan ortak bir ürünüdür. Mesela; Araplar, Türkler ve İranlılar bu ortaklıkta önemli role sahiptirler. Ayrıca; özellikle çeviriler (tercüme) döneminde olmak üzere, Süryanîler ve İbraniler de İslam felsefesinde katkı sahibidirler. Kuruluş ve gelişme dönemlerinde, yani zaman olarak miladî VIII ile XII, hicrî II-VI. yüzyıllar arasında ve coğrafî olarak da doğuda Türkistan'dan batıda Endülüs'e (İspanya) kadar uzanan geniş bir coğrafya İslam felsefesinin oluşturulup geliştirilmesinde, yukarıda ifade etmeye çalışıldığı gibi, çok çeşitli milletlerden düşünür ve mütercimler rol almışsa da, İslam felsefesinin ifade dili çok büyük ölçüde Arapça olmuştur. Bu sebeple İslam dünyasındaki söz konusu felsefe hareketine yüzyılımızda Arapların benimseyip ısrarla savunmaya çalıştığı şekilde- "Arap felsefesi" adı verilmek istendiği gibi, İslam dininin iki kaynağı Kur'an-ı kerîm ve hadisler dikkate alınarak "müslüman felsefesi"; keza " İslamiyet'te felsefe", " İslam dünyasının felsefesi" gibi isimler verilmeye de çalışılmıştır. Ancak, bütün bunlarla birlikte, söz konusu düşünce hareketinin kaynağı, yayıldığı geniş alan, oluşumunda önemli paylara sahip olan çeşitli milletler ve nihayet onun esas ruhu ve mahiyeti gözönüne alındığında "İslam felsefesi" ifadesinin en uygun bir isim olacağı açıktır.
İslam felsefesi kendine özgü bulunan bütün özellikleriyle birlikte, diğer felsefe ekolleri gibi iyi, güzel doğru ve hakikat ile ilgilenmiş; aynı şekilde kendinden önceki ve sonraki felsefeler tarzında fizik (tabiat), siyaset, (politik), metafizik ve din (ilahiyat) gibi bütün teorik ve pratik konularla ilgili olan araştırma alanlarını kuşatmıştır. Hatta değerler sahasıyla da ilgilenmiş, ortaçağın telakkileri içinde Allah, alem (kainat) ve insan arasındaki münasebeti yorumlayıp izah etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de İslam'ın geniş dairesinden çıkmamaya olabildiğince gayret ve dikkat gösterilmiştir.
İslam dünyasında felsefi düşüncenin bir ekol olarak başlayıp kurulması, iç ve dış bir çok sebebin yanında, özellikle Grek filozoflarının eserlerinin bilhassa süryanice ve grekçe'den arapçaya yapılan ilk çevirileriyle aynı zamanlara rastlar ki, bu dönem İslam tarihinde Abbasî hilafetinin kuruluş sıralan demektir. Ancak İslam felsefesinden en mühim etkiye sahip olan Yunan felsefesinin tesiri doğrudan olmayıp, Helenistik felsefe yani, İskenderiye yoluyla olmuştur. Zira, miladî altıncı yüzyılın baslarında dağılan Atina okullarındaki düşünürlerden bazıları İskenderiye'ye, bir kısmı da Suriye'deki merkezlere gitmişti. Buralarda Eflatun ve Aristo'yu açıklayarak bir felsefe oluşturmuşlardı. Sözü edilen merkezlerde önceleri yunanca yazıları eserler sonradan süryanice ve arapçaya çevriliyordu. İşte İslam dünyasında daha sonra arapçaya intikal ettirilen ve İslam felsefesinin kuruluşunda tesiri olan eserler ilk planda bunlar olmuştu. Bunlara daha yedinci miladi yüzyılın ortalarında müslüman Arapların fethettiği Suriye ve İran'daki Hıristiyan ve yahudi manastırlarındaki ilmi faaliyetleri de ilave etmelidir. Buralarda Yunan felsefesinin, özellikle de eflatun, Aristo ve yeni Eflatunculuğun hristiyanlıkla meczedilmiş eserleri, arapçaya yakın bir dil olan süryanice yazılıyordu. Keza, sözü edilen merkezlerden bazıları tamamen İlahiyata (teoloji) dair düşünceler geliştirirken, felsefe de dini bir hüviyet kazanıyordu. Diğer yandan, gramer, hitabet, felsefe, tıp, musiki, aritmetik, geometri ve astronomi bu okulların yaptığı önemli çalışma alanlarını teşkil ediyordu. Urfa (Edese), Nusaybin (Nisibe), Harran, Cundeşapur ve Antakya da o dönemin basta gelen bilim ve kültür merkezleriydi (Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi çev. Kasım Turhan, İstanbul 1987, s. 11 vd.).
Çeviri çalışmalarında Emevîler döneminin (661-750) çok önemli bir yerinin bulunduğu söylenemez. Fakat, dini ilimlerin yanında akli ilimlere ayn bir rağbet gösteren Abbasîler'de, bilhassa Bağdat'ı devlet ve hilafet merkezi yapan ve süryanca, yunanca ve bir miktarda farsça eserlerin arapçaya çevirisini üslenen kişileri teşvik eden Halife Mansur (H.136-158/M. 753-775) döneminde söz konusu çeviri faaliyeti çok ciddi bir tarzda gelişme gösterdi. Harun Reşid (170-193/886908) ve Memun (198-218/813-833) zamanlarında ise İslam felsefesinin önemli malzemesi sayılabilecek mühim eserler çok sistemli bir çeviri faaliyetiyle arapçaya kazandırıldı. Bu sonuncu Abbasi halifesi, Bağdat'ta Beytü'l-Hikme (Felsefe evi) adı verilen bir akademi kurulmuştu ki, burası İslam felsefesinin kurulup gelişmesinde çok önemli bir etkiye sahip olmuştu (Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemî, İstanbul 1986, s. 32).
Bütünlüğü içinde İslam felsefe hareketini Doğu ve Mağrib (Endülüs) felsefeleri olmak üzere iki büyük kola ayırmak gelenek halini almıştır. Felsefi düşünceyi kurma ve geliştirme bakımından doğu kolu Mısır'dan Türk-İslam'a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyayı kaplar ve Endülüs'e göre çok daha çeşitli ve verimli olmuştur. İslam felsefesinin Endülüs kolu ise, ortaçağ dönemi hıristiyanlarının daha çok dikkatini çekmiş ve batılılar tarafından yazıları eserlerde özel bir yer tutmuştur. Ancak İslam dünyasındaki fikri oluşum ve gelişimde Mağrib kolunun Doğu kadar büyük tesiri olamamıştır.
İslam felsefesi, ele alıp işlediği problemleri bakımından tek tip bir yapı göstermez. Yani hemen hemen her türlü düşünceye ve araştırmaya açık bulunmuştur. Bu sebeple birbirinden çok farklı, İslam dininin özüne yakın veya uzak düşen felsefe akım ve ekollerini bu felsefenin bünyesi içinde görmek mümkündür. İslam felsefesini konu edinen felsefe tarihleri, söz konusu ekolleri ve onların temsilcilerini belli isimler altında toplayarak sistemleştirmişlerdir. İslam felsefesinde yer alan başlıca ekolleri şöylece sıralayabiliriz:
Tabiat Felsefesi:
Aslında İslam düşüncesi tarihinde başlı başına tabiat felsefesi denilebilecek bir felsefe akımı yoktur. Fakat, tarihi gelişimi içinde İslam dünyasında en yaygın felsefi ekol olan Aristocu (Meşşaî)luktan önce ve henüz Kelam ilminin kurulmaya başladığı dönemde ortaya çıkan felsefe hareketine Tabiat felsefesi denmektedir. Bu akımın genel ortak özelliği tabiat ilimlerinden yola çıkarak felsefe yapmaya çalışması ve Sokrat öncesi (M.Ö.5.y.y.) tabiat felsefesi ite Hint felsefesinin etkilerinden doğarak IX ve X. yüzyıllarda daha çok tabiat bilginleri tarafından kelam ilmiyle ilgili çalışmalara karşılık olarak felsefe diye isimlendirilmiştir. Tabiat felsefesi adıyla; Tabiiyyun (Doğu felsefecileri Natüralistler), Maddiyyun ya da Dehriyyun (Materyalistler), Batinîler ve nihayet bir çok görüş ve anlayışı birleştirerek seçmeci (eklektik) bir özellik gösteren İhvanu's-safa (temiz kardeşler) ifade edilmek istenir.
A- Tabiiyyun (Natüralistler-Doğa felsefecileri)
Bu ekol mensupları deney ve tümevarım (istikra) metodunu İslam düşünce dünyasında ilk defa kullanan ve bilginin kaynağı olarak daha çok duyumları kabul eden ilk felsefe akımıdır. İslam felsefesi ve ilim tarihinin büyük simalarından biri olan Ebû Bekr Zekeriya Razi (841?-925?) tarafından kurulmuştur. Razi Batı ortaçağında Rhazes, el-Razes ya da Albubator adıyla ün yapmış ve eserleri batıya çevrildiği gibi, İslam dünyasında da kalıcı etkiler göstermiştir. Felsefeye dur görüşlerinden çok, bir tabip olarak ün kazanmış olan Razi; tıp, matematik ve diğer tabiat ilimlerine dair eserler vermiştir. Fizikte ışığın kırılması olayını ilk defa onun gösterdiği bilinir. Boşlukta çekimin varlığını ispatlamaya çalışmış, simya araştırmaları yapmıştır (İbn Nedim, Fihrist, s. 415-416; İbn Cülcül, Tabakatü'l-Etıbba ve'l Hukema, 77 vd, Kahire 1955).
Aristo'nun(M.Ö. 384-322) ortaçağa hakim olan formal mantığına ve bu mantığın esası olan kıyas teorisine tenkitler yöneltmiş, onun yerine endüktif (tümevarım) metodunu savunmuştur. Buradan hareketle de deneyi ve gözlemi akıl yürütmeden üstün tutarak, Batıda Rönesans ve yeniçağdaki metod anlayışlarından çok önce bilimsel anlayışı savunmuştur. Sisteminde fizikten metafiziğe ulaşmak isteyen bir metod takip etmiştir. Razi'ye göre nefs (ruh) bedenden önce gelir; beden nefse tabidir. Tıbbı ruh-beden bütünlüğü içinde görmeye çalışarak, hekimlerin beden kadar ruhu da tedavî etmesinin gerekliliğine işaret etmiştir.
Razi, felsefesinde beş tane kozmogonik prensibe dayanır. a- Allah, b-Boşluk (hala') yani mutlak mekan, c-Müddet (süre) yani mutlak zaman, d-Ruh (nefs), e- Madde Razi'ye göre alemin (evren) var olması için bu beş prensip gereklidir. Kendisi, bütün inanç ve dinlere karşı büyük bir hoşgörü ile bakmıştır. Düşüncesi tarihinde dinleri birleştirmek fikrini ileri sürenlerin ilkidir. Felsefî sisteminde ruhun ölmezliğine inanan Razi, bu görüşüyle maddecilerden (materyalistler) uzaklaşır. Fakat, ruhların bedenden bedene göçünü (tenasüh) kabul ettiği için de İslam kelamcılarına ve İslam inançlarına ters düşer. Din felsefesinde, felsefe ve dinin uzlaştırılamayacağı kanaatini ileri sürmüştür. Razi, Ortaçağa hakim görüşlere sahip olan Aristo'nun otoritesini kabul etmediği için de, İslam felsefesinde yaygın felsefe okulu olan Meşşailiğe ters düşmüştür. Sözü edilen bu sebeplerden dolayı Razi ve tabiatçı felsefe ekolü, İslamî düşünce hayatında derin etkiye sahip olamamıştır (İ. Hakkı İzmirî, Şeyhu'l-Etıbba Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriya Razi, Daru'l Fünûn İlah. Fak. mec. sayı, I. s. 151-165 İstanbul 1986).
B- Maddeciler (Dehriyyûn, materyalistler)
Materyalist felsefe ekolü de tabiatçılar gibi duyulurdan başka bilgi kaynağı kabul etmez; ve tek gerçek olarak maddeyi benimser. Zamanı (dehr) ezeli yani yaratılmamış diye kabul etmelerinden ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar etmelerinden dolayı Muattıla diye de isimlendirilmişlerdir. Maddeciler kainatın yaratılmış (mahluk) olmadığını iddia ederler. Bu ekole mensup olanlara Maddiyyun, Mülhidler, Hissiyûn ve Ateistler gibi isimler de verilmiştir. Maddecilerin önemli fikirleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1- Her varlık bir bakıma maddidir, maddeden ayrı bağımsız ruh yoktur.
2- Alem (kainat) ve Tanrı bir ve aynı şeydir. Onun için kainattan ayrı irade sahibi, hür ve şuurlu bir yaratıcı yoktur.
3- İnsanın varlığı küllî varlığın bir sonucundan ibarettir. Maddeci ekolün en ünlü temsilcisi İbn Ravendî (ö. 910) dir. Eserlerinin çoğunda ateizmi işlemiştir. Maddeciler düşüncelerini açıkça yayamamışlar, daha çok Batiniler arasında gizlenmeye mecbur olmuşlardır. Bütün bu din dışı ve inkarcı görüşleri sebebiyle İslam felsefesi tarihinde kalıcı ve etkili bir ekol oluşturamamışlardır (H. Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, s. 215-216 İstanbul 1946).
C- Batinilik
Karmati (Kirmeti), Mezdeki, Ta'limiye, Melahide, İsmailiye, Hürremiye ve Muhammire gibi adlarla da anıları Batinilik adına çok çeşitli felsefi kavramlar (septizm, mistik unsurlar ve akılcılığın karışımından oluşan fikirler) ileri sürülmüştür. Batinî anlayışa göre İslam dininde her ifadenin bir zahirî (dış) diğeri de batınî (gizli-iç) olmak üzere iki manası vardır. Asıl olan batınî manadır. Ve bu mana anlaşılıp nüfuz edilmeden Batınî olunamaz. Genelde siyasi özelliği ağırlıklı olan Batınîlik Ehl-i Sünnet birliğini yıkmak düşüncesi taşmıştır. Batınîliğin en önemli özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
a- Halifelik yerine imamlığı kurmak. İmam, kendisinde ilahî sıfatlar bulunan ve Hz. Ali'nin soyundan gelen üstün bir insandır.
b- Siyasi iktidarı elde etmek gayesiyle gizli teşkilatlar kurmuşlardır.
c- Siyasî görüşlerine uygun olarak bir hukuk sistemi meydana getirmişlerdir.
d- İmameti merkezi ve en mühim bir müessese olarak görmüşlerdir (Ahmet Emin, Duha'l-İslam, c.III, s. 235 vd. Kahire, t.y.).
e- İmam bu dünyadaki her şeyin bilgisine sahiptir.
f- İmam, İslami esaslara ve nasslara istediği anlamı vermek kudret ve yetkisine sahiptir.
g- En yüksek mutluluk dinin dış manası batınî (iç-gizli) manaya çevirmekle mümkündür. Bu durumda ancak İmama tabi olmakla elde edilebilir.
Batıniliğin felsefîgi yönünün önemli yönleri de kısaca şöyledir:
a- İslam kelamcıları ve filozoflarının alemin hadis (sonradan var edilmiş) olduğu fikrine karşıdırlar.
b- Peygamberleri ve mucizeyi kısmen kabul ederler.
c- İmamlar masumdur; yani, her türlü hata ve günahtan uzaktırlar.
d- Zahir (görünen-dış), hakikatin kabuğu; batın (iç) ise, özü ve gerçeğidir. Bu sebeple, dinleri zahirî manasıyla değil de batınî manasıyla anlamak gereklidir. Bu da ancak, dini kaynakları (nasslar) açıklama (tefsir) yoluyla değil de, yorum (te'vil) suretiyle olabilir (Geniş bilgi için bk. Gazzalî ve Batınîlik, Ankara 1964).
D- İhvanü's-Safa. (Temiz Kardeşler-İslam Ansiklopedistleri)
İslam Felsefesi tarihinde kendilerine has görüşleri bulunan bir başka felsefe ekolü de ihvanü'l-Safa diye şöhret bulmuş olan bir topluluğun düşünceleridir. Bunlar kendilerine göre taassup içinde kabul ettikleri müslümanları aydınlatmak din ile felsefeyi uzlaştırmak, tabiat ilimlerinden yararlanarak geliştirdikleri ilim anlayışını ve felsefi görüşlerini yaymak için çalışmışlardır. Bir dernek gibi ortaya çıkan İhvanü's-Safa'nın dini olduğu kadar siyasî ve felsefî bir özelliği de bulunur. Düşüncelerini yayabilmek için, devirlerinin her türlü bilgisini içine alan ve elliyi aşkın risaleden (kitapçık) oluşan bir ansiklopedi meydana getirmişlerdir ki, "Resail-i İhvan-ı Safa" adında günümüze kadar gelmiştir. Sistemlerinde eğitime ayrı bir önem vererek, insanları çeşitli yaş gruplarına ayırarak, onlara ayrı bilgileri içiren farklı eğitim-öğretim programları uygulamışlardır (İhvanü's-Safa, er-Resail, IV 42 Beyrut, ty.).
E- Meşşailik
İslam düşüncesi tarihinde "felsefe" veya "İslam felsefesi" denince ilk akla gelen düşünce akımı Meşşailik'tir. Bu düşünce sistemi yukarıda belirttiğimiz tabiat felsefesine paralel olarak ortaya çıkmış ve kısa bir sürede en uygun felsefî bir sistem halini almıştır. Çağının bütün felsefe meselelerine bünyesinde yer veren Meşşailik, mantık ve matematiğe dayanır. Yani onun esas karakteri akılcı (rasyonel) olmasıdır. Hicri üçüncü yüzyılda doğuşundan sonra kısa sürede Sünni telakkiye uygun bir yapıya bürünmüş; böylece İslam düşünce dünyasının hakim ve yaygın felsefesi olmuştur.
Meşşaîlik veya Meşşaî felsefe adıyla şöhret kazanan bu felsefe akımına Osmanlıca'da "Aristo talisiyye" de denmiştir. Meşşailik terimi Grekçe "Peripatetisme" kelimesinin arapçada aldığı karşılıktır. Peripatetisme ise Grek filozofu Aristotelesin (M.Ö. 384-322) Atinada kurduğu okulun bahçesinde derslerini öğrencileriyle gezinerek yapmasını ifade eder (İsmail Fennî, Luğatçe'i-Felsefe, s. 504, ist.1341).
Meşşaîlik, İslam dünyasında Aristûtalis, Aristatalis veya Aristû ismiyle de tanınan Aristotelesin, başta mantık ve metafizik olmak üzere psikoloji (ruh), astronomi, tabiat, siyaset, ahlak ve diğer düşüncelerinin İslam dünyasındaki yorumlarını ve tesirlerini ifade eder. Meşşaî terimi bu anlamına ilave olarak ayrıca Aristo ile Eflatun(M.Ö.427-327)felsefelerinin uzlaştırılmasını, keza, Plotinos (M.S. 204-270) ve Yeni Eflatunculuk (Neoplatonizm) un tesirlerini de içine alır. Bütün bu özellikleriyle Meşşaîlik, asıl felsefi meselelerde İslam'ın esaslarına bağlı kalan, metod yönünden başta Aristo'yu takip eden ve Eflatun ile yeni Eflatuncu felsefelere de bünyesinde yer veren bir ekol olarak karşımıza çıkar (Mahmud Kaya, İslam Kaynakları Işığında Aristoteles ve felsefesi, İstanbul 1983; De Lacy O'lary, İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, s. 73).
Meşşaî felsefe, yukarıda anıları filozofların eserlerinin arapçaya kazandırılmasından sonra IX. ile XII. yüzyıllar arasında kuruluşunu ve gelişimini tamamlayarak en önemli temsilci filozoflarını yetiştirmiştir. Ebu Yusuf, Yakub b. İshak el-Kindi (ö. 873?) Meşşaı ekolün ilk filozofu olarak kabul edilir ve kendisine "Feylesûfu'l-arab" (Arap filozofu) ünvanı verilmiştir. Bu ekol, onun öğrencisi Türkistanlı filozof Ahmed el-Serahsî (ö. 899) ile devam ettirilir. Ancak İslam felsefesi, Meşşailik ve filozof terimlerinin çağrıştırdığı en büyük sima, yine Türkistanlı bir düşünür olan büyük Türk-İslam Filozofu Ebu Nasr el-Farabî (870-950) dir. Felsefe, Farabî ile bütün meseleleri içinde ele alınmış ve tam anlamıyla sistemleştirilmiştir. Bu sebeple de Aristo birinci öğretmen (muallimi-evvel) kabul edildiği gibi, Farabi' ikinci öğretmen (Muallim-i sani) ünvanıyla şöhret bulmuştur. Meşşailik, Farabi'den sonra da, daha çok ahlak meseleleriyle uğraşan İbn Miskeveyh (ö. 1030) ve yine büyük bir Türk filozof olduğu kadar bir bilim adamı olan ve ortaçağın en başta gelen tabibi olarak bilinen İbn Sina (980-1037) ile temsil edilen Meşşailik, Mağrib de (Endülüs) İbn Bacce (ö. 1138), İbn Tufayl ve nihayet son büyük temsilcisi ve Aristo'nun ortaçağdaki en büyük yorumlayıp açıklayıcısı (Sarih) İbn Rüşd (1126-1198) ile olgunluğuna ulaşıp tamamlanmıştır.
İbn Rüşd'den sonra İslam düşünce hayatındaki felsefe hareketi sönmeye başlamış; dogmatik-skolastik bir mahiyete bürünerek verimli dönemlerindeki önem ve değerlerini kaybetmiş; Kelam ilminin içinde eritilmiş durumda varlığını hissedilmeden devam edip gitmiştir. Fakat, bu felsefenin önemli etkileri ortaçağ Hristiyan Avrupasında görülmüştür.
Yukarıda belirtildiği gibi, İslam düşüncesi tarihinde asıl felsefe hareketi Meşşailik olduğu halde, yine felsefi özellikleri bulunan başka düşünce akımları da bulunmaktadır. Bunlardan en önemli iki akım, Şahabeddin Sühreverdî (1155-1191) nin adıyla beraber anıları İşrakîlik ile, esas özelliği Meşşailiğe karşı bir tepki olarak ortaya çıkan ve İslam düşünce dünyasında çok yüksek bir değere sahip felsefe tenkitçiliği ile şöhret kazanan Ebû Hamid el-Gazzalî (505-1111)'nin ortaya koyduğu düşünce hareketidir.
İşrakilik, felsefe akımı olarak Meşşailikten daha sonra ortaya çıkmıştır. Kelime anlamıyla işrak "ışığın açılması, parlama, güneşin doğması" manalarına gelir. Bu nedenle ona "Nur felsefesi" de denmiştir. Başlıca özelliği olarak, bilgi meselesinde mantık ve akıl yürütme metoduna karşı olan İşrakîlik, akıl üstü bilgi kaynakları olarak gördüğü keşf, ilham ve sezgiye büyük değer verir. Meşşailik ile tasavvuf arasında bir yer tutar. Onun için manevî sezgi bu felsefenin esasını teşkil eder ve hakikat sadece işrak ve kalp yoluyla elde edilebilir (Yusuf Ziya Yörüken, Hayakilu'na-Nur Tercümesi ve Şerhi, Sühreverdi'nin Felsefesi, (Nur Heykelleri) s. 23 vd. İstanbul 1924).
Esasında Meşşailiğe bir tepki mahiyetinde ortaya çıkan, fakat tamamen kendisine has yapısı ve özellikleri olan Gazzali'nin tenkitçi derin düşünce sistemi ise, başlı başına bir ekol kabul edilebilir. Çünkü, İslam düşüncesi hayatında her biri birer büyük ekol olan tasavvuf, kelam, hukuk, mantık, ahlak ve felsefede Gazzalî'nin tesiri, derin ve yaygın bir biçimde zamanımıza kadar gelmiştir. Diğer yandan onun düşünceleri birer felsefi spekülasyon alarak kalmayıp, her seviyedeki insana ulaşma imkanı bulmuştur. Hatta bu sebeple Gazzalî'nin sisteminin, İslam dünyasında Sünni doktrinin bir savunması ve ifadesi olduğu rahatlıkla söylenebilir (Necip Taylan, Gazali'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İstanbul 1989, s. 167 vd.).
Sonuç olarak; İslam felsefesi kendinden önce kurulmuş olan büyük düşünce hareketleriyle temasa geçmiş, onlardan aldıklarını yorumlamış ve çağının hemen her türlü milli, sosyal dini meseleleriyle ilgilenmiş çok önemli düşünce akımıdır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları





