Allah dostu olmak, Allah'a dost olmak her Müslümanın hayalidir. Ama Allah'a giden o yol çetin imtihanlarla doludur, nefis terbiyesi hepimiz yapamayız. Ama yapanları sever sohbetlerinde bulunmaya gayret ederiz. İşte o zorlu imtihanları geçmiş hayatı örnek olacak bir Veli, muhterem hocalarının ''padişahlar ardınca yürüsün'' övgüsüne mazhar olmuş bir gönül sultanı. Kendileri mübarek hayatlarında belkide çoğu insanın altından kalkamayacağı imtihanlarla karşılaştı. Saltanat koltuğundan Allah adamlığına giden yolda karşılaştıklarını Alah'a olan sadakati ve sevgisi ile aşan örnek bir kul. İsterseniz bu zatı tanıma şerefine ulaşalım. Aziz Mahmut Hüdai kimdir?
Asıl adı Mahmûd'dur. "Hüdayî" ismi ve "Azîz" sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri'nin neslinden olup, "seyyid"dir. Bunu ilahîlerinin birinde:
Ceddim ü pîrim sultan
Sen'sin ya Rasûlallah
diyerek kendisi de ifade eder.
Koçhisar'da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar'da geçmiştir.
O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz padişah devrini idrak etmiş bir gönül sultanıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.
İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdayî Hazretleri, maneviyat rehberleri arasında müstesna bir mevkii haizdir. O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri'nin yapmış olduğu kıymetli irşad, hizmet ve faaliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nadir bir manevî şahsiyettir. Allah rızası istikametinde ihlas, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdayî Hazretleri, sahip olduğu zahirî ve batınî liyakat sebebiyle de hem padişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak tebarüz etmiştir.
Osmanlı'nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdayî Hazretleri, bir yandan sultanların adil, gayretli ve maneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricalinin ve halkın gönül yaralarını adeta hazık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergahı, gönüllerin huzur ve saadete kavuştuğu bir mekan olmuştur.
Gerçekten onun devri, saadetle felaketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyasî bakımdan gittikçe artan ve ictimaî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizamın sarsılıp bozulmasının, 2. Genç Osman'ı fecî bir sûrette katletme derecesine ulaştığı ve 4. Murad'ın tahtının önünde sadrazamı Hafız Ahmed Paşa'nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta bile bulaşmış olduğu düşünülürse, o günlerin siyasî ahvali daha iyi anlaşılır.
İşte böyle çalkantılı bir devirde İslam tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk'ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdayî Hazretleri, dergahına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idaresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların sığındıkları yegane yer, onun dergah-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilaver Paşa ve Ali Paşa gibi zevat, başları her dara düştükçe bu dergaha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdayî Hazretleri'nin dergah-ı şerîfi, kimsenin zarar ve ziyanının erişemeyeceği, günümüz tabiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekan hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekandan başka hiçbir dergah, bu kadar hürmet ve ihtirama nail değildi.
Burada Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri'nin böyle bir makamı haiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesna liyakati elde edişinin nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hassaten ve dikkatle durmak gerekir. Zira onu bu kemale ulaştıran metod, maneviyat yolunda yürüyenlere müstesna bir numûne-i imtisaldir.
Hüdayî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alaka ile gönül alemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nazırzade'nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nazırzade ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa'ya tayin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhadiye medresesinde müderrisliğin yanında Cami-i Atîk mahkemesinde kadı naibi oldu.
Onun kamil manada tasavvufa sülûk edip marifetullaha nail olması da işte bu zamana rastlar. Şöyle ki:
KADI MAHMUT ÜFTADE'Yİ BULUYOR
Her türlü ilmî liyakat ve makamına rağmen Hüdayî Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dava çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikayetle mahkemeye müracaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd'a şunları söyledi:
"–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hatta: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!.."
Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikayetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevaben:
"–Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hatta o mübarek beldelerde bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emanet ettim…" dedi.
Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı:
"–Bu nasıl olur efendi?!." diye sordu.
Adamcağız da anlatmaya başladı:
"–Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede'ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kabe'deydim!.." dedi.
Böyle bir hadiseye ilk defa şahid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi.
Bunun üzerine hala mukaddes topraklardaki rûhaniyet ve maneviyat iklîminin taze hissiyatı içinde olan adamcağız, saf, fakat manidar bir cevapla haykırdı: "–Kadı efendi! Allah Teala'nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kabe'ye gidemesin?" dedi.
Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gayet manidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde davayı iptal etmek zorunda kaldı.
Fakat, yüreğine muammalı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irade çağlayanı, sarhoş bir halde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhal Eskici Mehmed Dede'ye koştu. Hakîkat ve esrar deryasına dalabilmek için ona intisab etmek istedi. Ancak Eskici Dede:
"–Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kamili Muhammed Üftade Hazretleri'ndendir." dedi.
Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve saikle Üftade Hazretleri'nin dergahına yöneldi. Fakat hikmet-i ilahî olarak dergaha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergaha vardı. Pîr'in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi.
Meşhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi'yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, gelişen ahvalden manen haberdardı. Ancak Kadı Efendi'nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi:
"–Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayatınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zaten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?" dedi ve dergahın kapısına doğru yürüdü.
ŞÖHRET HAYATINDAN ALLAH DOSTLUĞUNA
Bir yandan şeyhin manevî cazibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerametler karşısında hayret vadilerinde dolaşan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrak etmişti. Kararı kesindi. Zira nefs engelini aşıp vasıl-ı ilallah olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:
"–Efendim! İradesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçareyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!" dedi.
Bunun üzerine tebessüm eden Üftade Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyazata girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi'nin can u gönülden teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dahil eyledi.[1]
Sonra da Kadı Mahmûd'un kalbindeki kesafetin temizlenmesi için, yani kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergahın hela temizliği vazifesini de ona verdi.
Üftade Hazretleri'nin huzûruna tam bir teslîmiyet ve halisiyet içinde gelen Kadı Mahmûd Efendi, üstadının emirlerine can u gönülden tabî oldu. Nefsaniyetini besleyen bütün dünyevî alakalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin talimatlarına ram ederek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahalînin:
"–Bizim kadı efendi, delirmiş galiba!"
"–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!.." şeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstadının verdiği vazifeleri şevkle îfaya çalıştı.
Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu.
Nefsindeki son varlık ve benlik emaresini bertaraf etmesi ise, pek meşhurdur:
Bir gün Kadı Mahmûd, hela temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nida duydu:
"–Ey ahali! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!.."
Gönlünün zayıf bir anını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:
"–Demek yerime yeni bir kadı geliyor!. Âh bîçare Mahmûd, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun hela temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!" dedi.
Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dair söz vermişti. Derhal tevbe ve istiğfar ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde mukàbele etti:
"–Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dair üstadına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu halin nedir?.."
Ancak Kadı Mahmûd, bu hale o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfaline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine ceza olarak hela taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnada Üftade Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd'a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edayla, hitab etti:
"–Evladım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübarek bir Sünnet-i Seniyye'dir." dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine manî oldu.
Sonra şöyle buyurdu:
"–Evladım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gayesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allah'a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!.."
Kadı Mahmûd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemal-i edeple îfaya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.
Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i iradî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak "Allah" lafzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnada hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çaresiz ve iradesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübarek ellerine değer değmez Üftade Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı haline nazar ederek tebessümle:
"–Su biraz fazla ısınmış evladım!" dedi.
Buna pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:
"–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!.." dedi.
Üftade Hazretleri de:
"–Evladım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!.." cevabını verdi.
Zira Hüdayî Hazretleri, girdiği sıkı riyazatla nefsinin terbiyesi yolunda helallerden istifadeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk'a ram ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel halin bereketlerine nail olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hale gelmişti. Bir defasında dergahın yolu üzerinde daha evvel vefat etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selam verdikten sonra bunu üstadına arz etti. Hazret-i Üftade ise:
"–Evladım! Yapmış olduğun riyazat sayesinde rûhunu iyice kemale erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyazatımız zamanında aynı hal içinde idik." buyurdular.
Bir gün Üftade Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi'nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş'eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftade Hazretleri'ne takdim etti.
Üftade Hazretleri, diğer mürîdanın meraklı bakışları arasında sordu:
"–Evladım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?.."
Kadı Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
"–Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine manî olmaya razı gelmedi. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!.."
Bu güzel ve mana dolu cevaba son derece memnûn olan Üftade Hazretleri'nin dilinden o anda:
"–Hüdayî, Hüdayî… Evladım! Bundan sonra ismin Hüdayî olsun!.. Ey Hüdayî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin.." ifadeleri döküldü.
Böylece Kadı Mahmûd, Hüdayî oldu. Zira o, artık kainattaki esrar-ı ilahiyyeye ve kudret akışlarına aşina olmuştu. Âdeta kainat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap haline gelmişti.
Bundan böyle Hüdayî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, haiz bulunduğu üstün ve müstesna manevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine "Azîz" sıfatı da ilave edilerek Azîz Mahmûd Hüdayî diye yad olundu.
Yalnızca üç sene gibi kısa bir zamanda Üftade Hazretleri'nin baş talebesi durumuna gelmiş bulunan Hüdayî Hazretleri'nin bu yükselişi dolayısıyla eski dervişandan bazılarında hoşnudsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftade Hazretleri, onların gönül alemlerini tashîh için şu güzel usûle başvurdu:
Bir kış akşamıydı. Üftade Hazretleri, talebelerine maneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek manidar bir şekilde:
"–Evlatlarım! Acaba asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?" dedi.
Bütün dervişler, bu suale şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hatta bir kısmı:
«Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!» diye düşündü.
Ancak üstadına büyük bir teslîmiyetle bağlı olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmûd Hüdayî Hazretleri, bu talepte bir hikmet olduğunu düşünerek edeple:
"–Hocam! Müsaadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!" dedi.
Verilen izin üzerine de hemen bağa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı. Bunun, üstadının bir kerameti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve doğruca dergahın yolunu tuttu. Yolda zikrullah ile meşgul bir vaziyette gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle fark edemediği bir kuyunun içine düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir halde idi ki, yukarıdan bir ses duydu:
"–Evladım! Uzat elini!"
Baktı; nur yüzlü bir zattı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdayî, kendisini kurtaran bu zata, henüz kim olduğunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan kayboldu.
Nihayet elinde taze üzüm sepeti ile dergaha varan Hüdayî Hazretleri, başından geçenleri üstadına nakletti. Üftade Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır -aleyhisselam- olduğunu beyandan sonra diğer dervişlere:
"–Evladımız Hüdayî'nin kemali tamam olmuştur. O hilafeti çoktan hak etmişti zaten." dediler.
Bundan sonra Üftade Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar'a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdayî Hazretleri, bilahare manevî bir işaretle Bursa'ya döndü. Son demlerini yaşayan üstadı Üftade Hazretleri'ne büyük bir gönül iştiyakı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gayet memnun kalan Hazret-i Üftade bir gün:
"–Oğlum! Padişahlar rikabında yürüsün!" diye duada bulundu.
Hüdayî Hazretleri, üstadı'nın vefatından sonra Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi'nin delaletiyle İstanbul'a yerleşti.
Onun Üsküdar'da kurduğu dergah, kısa zamanda her tabakadan insana hitab eden maneviyat ve irfan mektebi haline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alakasını celb etti. Onları da dergahın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle 3. Murad Han, 1. Ahmed Han, 2. Genç Osman Han ve 4. Murad Han, Hüdayî Hazretleri'nin yakın irşadına mazhar oldular. Hüdayî Hazretleri, bunlardan 4. Murad Han'ın kılıç kuşanma merasiminde bizzat bulunmuş ve adet olduğu üzere Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri'nin türbe-i saadetlerinde Hazret-i Ömer'in kılıcını yeni padişaha bizzat kuşandırmıştır.
Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri'nin İstanbul'a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu padişah, başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye'nin geniş sınırlarına ve ihtişamına, gerekse yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da haliyle yaşanıyordu. İşte bunu fark eden Hüdayî Hazretleri, hiç kimsenin cür'et dahî edemeyeceği bir vazifeyi, yani sultanı irşad vazifesini zarûreten üstlendi. 3. Murad Han'a, onu Hak ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mahiyetlerine göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûbu haiz olması, Hazret-i Hüdayî'nin bu irşad vazifesinde ne kadar salahiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire malik olduğunu göstermesi bakımından calib-i dikkattir. Zira celadeti sebebiyle 3. Murad'a bu îkazların, yüksek seviyede bir manevî tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara ait mektuplardan bazı bölümler şöyledir:
"Sultanım! Şerîat gemisine binip takva yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk'a muhabbet rüzgarıyla îtidal ve istikamet üzere yol al! Zahirin ve batının şartlarını, yani şerîat ahkamı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adalet dedikleri, işte budur!.."
"Saadetli Padişahım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allah ve Rasûlü'nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adaletin ikàmesidir. Bid'atlerin atılıp Sünnet'lerin icrasıdır."
"Sultanım! Allah'ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muamelede bulunmazsanız ihanet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duayı da keserler…"
"Sultanım! Sakarya suyunu geçip odun tedarikini murad etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kağıthane suyunu getirip halka bununla ziyafet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarayı sevindirdiniz."
"Sultanım! Bizim işimiz ashab-ı gurur ve gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irşad eylemektir. Takva yoluna girip amel-i salih işlemeye teşviktir. Böylece ıslah edici salihlerden olmak, Cenab-ı Allah'tan muradımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allah'a sığınırız."
Bu şekilde kıymetli nasihat ve irşadlarıyla başta sultan olmak üzere bütün devlet ricali arasında tesir ve nüfûzu artan Hüdayî Hazretleri, Ferhad Paşa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya manevî kumandanlık yapmıştır.
Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri'nin Sultan 1. Ahmed ile münasebet halkasının ilkini teşkil eden rüya tabiri hadisesi pek meşhurdur. Bu tabirle birlikte Hüdayî Hazretleri'ne alaka ve hürmeti son derece artan 1. Ahmed Han, Hazret-i Pîr'in ilahîlerine nazîre yazacak kadar onda fanîleşmiştir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselam-'ın rüya tabiri ilminden son derece nasibdar olan Hüdayî -kuddise sirruh-'un, bu yönüyle cihan sultanlarını istikametlendirmesi ve yapmış olduğu tabirlerdeki isabeti, onun bu husustaki liyakat ve salahiyetinin bir nişanesidir.
Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstadı Hüdayî Hazretleri'ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdayî Hazretleri kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivasî Hazretleri'ne gönderdi. Abdülmecîd Sivasî Hazretleri'nin hediyeyi kabul etmesi münasebetiyle de bir ziyaret esnasında:
"–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdayî Hazretleri'ne göndermiştim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!" dedi.
İfadelerdeki nükteyi anlayan Sivasî Hazretleri de şu manidar cevabı verdi:
"–Sultanım! Hazret-i Hüdayî bir ankàdır ki, laşeye tenezzül etmez!"
Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdayî Hazretleri'ne uğradı. Ona da:
"–Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu." dedi.
Hüdayî Hazretleri de mütebessim bir çehre ile:
"–Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryadır. Koca deryaya bir damlacık masiva kiri düşmesi, onun safiyetine zarar vermez!" buyurdu.
Bu menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tazimlerini, husûsiyle Hüdayî Hazretleri'nin kemalini göstermektedir. Zira manevî münasebetlerde irşad vazifesi dolayısıyla, padişahla yakınlık kuran Hüdayî Hazretleri, maddî münasebetlerde ise son derece müstağnî idi. Zira dünyaya meyl ü muhabbeti artırıp maneviyatı zedeleyebilecek bir tehlike arz eden maddî ikramlar, onun asıl vazifesi olan irşad faaliyetine manî olabilirdi. Ancak bazı durumlarda padişah ihsanının reddedilmemesinin de bir ikram olduğu an'anesine riayet etmişse de, aldıklarını dergah inşasında, mürîdana hizmette ve kurduğu vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bazı hallerde de kendisine takdîm edilen hediyeleri geri göndermiştir.
1. Ahmed Han'dan sonra 2. Genç Osman ile de irtibatını devam ettiren Hüdayî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç padişahı da istikametlendirmek husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye'nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişata dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir padişahtı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar padişahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizamı bozulmasın diye şeyhülislamların müsaade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil göndermek sûretiyle bu farîzayı îfa etmişlerdi.
Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdayî Hazretleri, Sultan Genç Osman'ın hacca niyetlenip kadîm an'aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu îkaz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdayî Hazretleri'nin ısrarlı îkazlarına rağmen teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdahil olmasıyla Sultan'ın Hicaz'a gitmesinden maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği şeklinde anlaşıldı. Sultan'ın bu hamlesini akàmete uğratmak isteyen zorbabaşılar, derhal hadiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte "haile", yani dram diye anılagelen malum çirkin cinayeti işlediler.
Bu hadise, Hüdayî Hazretleri'nin manevî îkazındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir şekilde sergilemiştir.
Devlet ricalinden diğer bazıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için Hüdayî Hazretleri'nin dergahına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir tehlikeden muhafaza edebilmişlerdir. Zira Hüdayî Hazretleri'nin dergahına gerek devlet, gerekse ehl-i şekàvet herhangi bir müdahalede bulunamazdı. Bugünkü tabirle dergahın adeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr'in delaletiyle -Halil Paşa gibi- iade-i îtibara mazhar olurlardı.
2.Genç Osman'ın şehadeti üzerine tahta geçen 4. Murad Han, henüz on dört yaşında idi. Eyüp'te yapılan kılıç kuşanma merasimine evvelce beyan ettiğimiz üzere devrin en mûteber şeyhi sıfatıyla Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-dua ile yeni sultana kılıç kuşandırdı.
4. Murad Han, tahta geçtiğinde çok küçük yaşlarda olduğundan ipler validesinin ve birtakım devlet ricalinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan 4. Murad Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdayî Hazretleri'nin dergahına giderek gönlünü manen takviye eder, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyaretleri samimî bir dervişin edep ölçüleri içinde gerçekleştiren 4. Murad Han, bir gün yanına lalasını da almıştı. Dergahın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içeriden bir dervişin:
"–Kimdir?" sualine lala, alışkın olduğu üzere derhal:
"–Yedi iklîm padişahı es-Sultan ibnü's-Sultan Murad Han-ı Rabi' Efendimiz teşrîf eylediler. Hemen Şeyh Hazretlerine bildirile!.." deyiverdi.
Derviş de:
"–Bu kapı saltanat kapısı değil!" cevabını vererek kapıyı açmadı.
Lalasının haline tebessüm eden 4. Murad Han:
"–Lala! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır." dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçeriden gelen aynı suale büyük bir edeple:
"–Şeyh Hazretleri'ne Murad kulunuz geldi deyiniz!" ifadesiyle mukàbele etti.
Bunun üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.
O sıralar hayli yaşlanmış bulunan Hüdayî Hazretleri, her türlü liyakatle kemale erebilmesi için 4. Murad Han'a müstesna bir alaka göstermekteydi.
İşte bu alaka ve muhtelif irşadlarının bir bereketidir ki 4. Murad Han, gün geçtikçe madden ve manen tekamül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük davaları omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle ordudaki ve ahalî arasındaki disiplini sağlayarak daha o gün yıkılma tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir badireden kurtardı.
İşte Hüdayî Hazretleri'nin en büyük kerametleri, cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbabının gönül hissiyatını besleyici birçok kerametleri de bulunmaktadır.
Hüdayî Hazretleri'nin pek meşhur olan kerametlerinden biri de, gayet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar'dan salim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah Teala'nın izniyle kayığın takip ettiği yol, adeta süt-liman olmuş ve dört bir yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.
Halen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdayî Yolu" denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdayî Hazretleri'nin günümüze kadar uzanan bariz bir kerametidir.
Osmanlı Devleti'nin son günlerine kadar Boğaz'da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar'dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdayî -kuddise sirruh- dergahına, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi dergahına, Beykoz'dan geçerken de Hazret-i Yûşa -aleyhisselam- tarafına doğru tevcîh ederek "Fatiha"ya davet ederlerdi.
Bir zamanlar halkın, İstanbul'da medfun olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!
Bir kimse Hüdayî Hazretleri'nin kimya ilmine vakıf olduğunu duyarak Hazret-i Pîr'e geldi ve:
"–Efendim! Sizin kimya ilmine vakıf olduğunuzu duydum, ne buyurursunuz?" dedi.
Hüdayî Hazretleri, hiçbir şey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı ve üzerlerine üfledi. Allah'ın izniyle yapraklar, birer altın varak haline geldi.
Hadiseyi şaşkın bir şekilde seyreden zavallı adam da, aynı şeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Adamı manidar bir şekilde seyreden Hüdayî Hazretleri şöyle buyurdu:
"–Oğlum! Bilesin ki kimya ilmini öğrenmek, nefsini kimya etmekten ibarettir…"
İstanbul'da çok şiddetli bir taun hastalığı zuhûr etmişti. Her gün binlerce kişi bu hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir şey gelmeyen ahalî, çaresiz bir halde Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri'ne koştu. Gözyaşlarıyla dua taleb etti. O da şöyle buyurdu:
"–Bu türlü işlere karışmak bizim meşrebimize uygun değildir. Ancak madem ki hastalığın şiddeti dolayısıyla ısrar ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi ağacının altında bir hasıra sarılıp yatan ve «Hasır-pûş Dede» denilen bir zat vardır. Ona başvurun! Eğer kabul etmeyecek olursa, selamımızı söyleyin!.."
Bunun üzerine halk, doğruca denilen şahsa gitti. Fakat meczup meşrepli bu zat, halkın meramını dinleyince büyük bir öfke ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr'in selamını ilettiler. Selamı alır almaz ayağa fırlayan meczup Hasır-pûş Dede, hemen kendisinden istenilen duaya başladı. Duadan sonra da:
"–Bugün bir kimsenin daha cenazesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!" dedi.
Ardından Hüdayî Hazretleri'nin başka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına büründü.
Gerçekten o gün taundan bir kişi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan kalktı.
Hüdayî Hazretleri'nin ilmî hüviyeti sayesinde ulemadan da birçok mürîdi vardı. Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi, oğlu Es'ad Efendi gibi zatlar, onun irşad halkasına katılanlardandı. Tasavvuf, tefsir, fıkıh gibi muhtelif alanlarda otuza yakın eser vermiştir. Kadılık ve müderrislik vazifelerini bırakmışsa da, bu onun bir nevî vazife değişikliği sebebiyledir. Yoksa dîn-i mübîn yolunda ne ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfana meyletmemek doğru değildir. Zira ilimsiz bir irfan ve irfansız bir ilim, serapa ziyandır. Bunun için tasavvufa girdikten sonra:
İlahî çün halas ettin müderrislik kazasından
Visalin lûtfedip kurtar bizi varlık azabından
demekle birlikte bizzat şeyhinin emri muvacehesinde vaizlik vazifesine devam etmiştir. Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de sürdürmüştür. Çünkü o, bunları değil, nefsini terk etmişti.
Hüdayî Hazretleri'nin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirak edip de icazet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.
Bu meyanda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle der:
"Velîler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında "rasûl" olanlar gibidir. Hazret-i Hüdayî de, yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi haiz olarak şeyhi Üftade Hazretleri'ne bir ayna vazifesi görmüştür."
İrşad ve manevî terbiyesini şiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretleri, bu sahada da gönülleri tenvîr eden pek tesirli eserler vermiştir. Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiş şiiri vardır.
Hüdayî Hazretleri, bu şiirlerinden birinde gönülden masivanın çıkarılıp sırf Allah muhabbetinin yerleştirilmesi husûsunu şöyle ifade eder:
Neyleyeyim dünyayı
Bana Allah'ım gerek.
Gerekmez masivayı
Bana Allah'ım gerek.
Ehl-i dünya dünyada
Ehl-i ukba ukbada
Her biri bir sevdada
Bana Allah'ım gerek.
Dertli dermanın ister
Kullar sultanın ister
Âşık cananın ister
Bana Allah'ım gerek.
Bülbül güle karşı zar
Pervaneyi yakmış nar
Her kulun bir derdi var
Bana Allah'ım gerek.
Beyhûde hevayı ko
Hakk'ı bula-gör ya hû
Hüdayî'nin sözü bu
Bana Allah'ım gerek.
Hüdayî Hazretleri, şiirlerinde Yûnus Emre Hazretleri'nin takip ettiği yoldan giderek gönülleri maneviyat ile yoğurur. Kulları, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliği karşısında îkaz eder:
Kim umar senden vefayı,
Yalan dünya değil misin?
Muhammedü'l-Mustafa'yı
Alan dünya değil misin?
Yürü hey bî-vefa yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünya değil misin?
Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünya değil misin?
Eğer, şah u eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekan tutmaz sende
Vîran dünya değil misin?
Kimisini nalan edip
Kimisini giryan edip
Âhir-i kar uryan edip
Soyan dünya değil misin?
İşin gücün daim yalan
Çok kişiden arta kalan
Nice kerre boşaluben
Dolan dünya değil misin?
Bu şekilde dünyanın hakîkatini insana hatırlatan Hüdayî Hazretleri, insanın sahip olduğu yüce makama, yani halîfetullah olma sırrına dikkat çeker. Bu sırrı, insanın Hak katından bu varlık alemine gelişi ve yine Hakk'a dönüşü hakîkati çerçevesinde şöyle anlatır:
Ezelden aşk ile biz yane geldik!
Hakîkat, şem'ine pervane geldik!
Tenezzül eyleyip vahdet ilinden,
Bu kesret alemin seyrane geldik!
Geçip ferman ile bunca avalim
Gezerken alem-i insane geldik!
Fena buldu vücûd-i fanî mutlak,
Bıraktık katreyi ummane geldik!
Nemiz ola Hudaya Sana layık
Heman bir lûtf ile ihsane geldik!
Umarız erelim bakî hayata,
Civar-ı Hazret-i Rahman'e geldik!
Geçip ahir bu kesret aleminden,
Hüdayî halvet-i Sultan'e geldik!..
Bütün evliyaullah gibi Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in dasitanî muhabbetinde zirveleşen Azîz Mahmûd Hüdayî -kuddise sirruh-, gönlündeki Rasûlullah aşkını şöyle dile getirir:
Kudûmun rahmet ü zevk u safadır ya Rasûlallah
Zuhûrun derd-i uşşaka devadır ya Rasûlallah
Nebî idin dahî Âdem dururken ma u tıyn içre
İmamü'l-enbiya olsan revadır ya Rasûlallah
Hüdayî'ye şefaat kıl eğer zahir eğer batın
Kapına intisab etmiş gedadır ya Rasûlallah…
Hüdayî Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla Boğaz'ı geçerken şiddetli bir fırtına çıkmış, şu şiirle Cenab-ı Hakk'a iltica etmiştir:
Allahümme ya Hadî
Âsan eyle yolumuz!
Sehhil ubûra'l vadî
Tiz geçir tut elimiz!
Ya Rab fazl u cûd ile
Kemal-i şuhûd ile
Hakkanî vücûd ile
Islah eyle halimiz!
Görüldüğü gibi hizmetini geniş bir sahaya yayıp muvaffakıyetle sürdürmüş olan Hüdayî Hazretleri, yaşamış olduğu asra ve sonraki yüzyıllara silinmez bir mühür vurmuş olarak 1628 miladî tarihinde ardında sayısız muhib, müntesib ile pek çok eser ve vakıf bırakarak bahtiyar bir şekilde rahmet-i Rahman'a yürümüştür.
Rahmetullahi aleyh!
Onun yapmış olduğu hizmetler, devletin ve milletin selameti açısından pek mühim bir ehemmiyeti haizdir. O, cihan padişahlarını dahî yönlendirebilmiş, böylece koca bir mülkün emîn ellerde temadîsi





