büyük İslam düşünürü ve mutasavvıf Mevlana, Türk ve İslam aleminin en büyük mutasavvıflardan biri olarak kabul edilen Mevlana (Celaleddin-i Rumi) hz.'nin vuslat yılı yaklaşınca insanlar, Mevlana (Celaleddin-i Rumi) kimdir? sorsunun cevabını araştırıyor. Hakkında daha çok bilgi sahibi olmak isteyen haberimize göz atmalı.

6 Rebîülevvel 604'te (30 Eylül 1207) Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi (Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 22; Eflakî, I, 73). Öte yandan Dîvan-ı Kebîr'deki bir şiirinden hareketle (III, 49) Şems-i Tebrîzî ile buluştuğunda (642/1244) altmış iki yaşında olduğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği ileri sürülmüşse de (Gölpınarlı, ŞM, III [1959], s. 156-161), Hellmut Ritter bu iddiayı geçerli bulmamıştır (EI2 [İng.], II, 393). Mevlana, Mes̱nevî'nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celaleddin'dir. "Efendimiz" anlamındaki "Mevlana" unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. "Sultan" manasına gelen Farsça "hudavendigar" unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle "Belhî" olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu'ya nisbetle "Rûmî, Mevlana-i Rûm, Mevlana-i Rûmî" ve müderrisliği sebebiyle "Molla Hünkar, Molla-yı Rûm" gibi unvanlarla da zikredilmektedir.

Eserlerinde verdiği bazı bilgiler dışında Mevlana ve çevresiyle ilgili bilgiler büyük ölçüde oğlu Sultan Veled'in İbtidaname'si (Veledname), müridlerinden Ferîdûn-i Sipehsalar'ın Risale'si ve torunu Ulu Ârif Çelebi'nin müridi Ahmed Eflakî'nin Menaḳıbü'l-ʿarifîn'ine dayanır. Eflakî'nin çağdaşı Abdülkādir el-Kureşî de el-Cevahirü'l-muḍıyye adlı Hanefî ulemasına dair eserinde onunla ilgili kısa bilgi yer alır (III, 343-346). İbtidaname'deki bilgiler birinci elden olmakla birlikte kısa ve özlüdür. Birçok hususta en ayrıntılı bilgileri içeren Eflakî'nin eserinde ise bazı abartı, çelişki ve hatalar mevcuttur.

Mevlana'nın eserlerinde soyuna dair bilgi bulunmamaktadır. Risale-i Sipehsalar'da Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled'in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği belirtilmekte ve el-Cevahirü'l-muḍıyye'de Hz. Ebû Bekir'e varan şecere kaydedilmektedir. Eflakî ve sonraki müelliflerden Abdurrahman-ı Camî ile Devletşah da onun Hz. Ebû Bekir soyundan geldiğini kaydeder. Öte yandan Eflakî, Bahaeddin Veled'in bir sözüne dayanarak onun soyunun anne tarafından Hz. Ali'ye ulaştığını söyler (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 75). Türklüğü ile ilgili tartışmalar ise son döneme ait olup büyük ölçüde, "Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür" şeklindeki rubaîsi çerçevesinde cereyan etmiş, şiirdeki Türk kelimesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kısmı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini ileri sürmüştür.

Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled, Belh'e yerleşmiş bir ulema ailesine mensuptu ve "sultanü'l-ulema" unvanıyla tanınmıştı. Sipehsalar'a göre tarikat silsilesi Ahmed el-Gazzalî'ye ulaşan Bahaeddin Veled'in Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübra'nın müridi olduğu da kaydedilmektedir. Eflakî'ye göre Bahaeddin Veled'in annesi Harizmşahlar hanedanından Alaeddin Muhammed Harizmşah'ın kızıdır (a.g.e., I, 7-9). Daha eski bir kaynak olduğu halde Risale-i Sipehsalar'da yer almayan bu rivayetin Eflakî'nin hayal ürünü olduğu ileri sürülmüş ve müellifin daha sonra Bahaeddin Veled'in Sultan Alaeddin Harizmşah'ın torunu olduğuna dair hiçbir şey söylemediğine dikkat çekilmiştir (a.g.e., II, 1252 [neşredenin notu]). Yine Eflakî'ye göre, Yunan felsefesini benimsedikleri için Fahreddin er-Razî ve Zeyn-i Kîşî gibi alimlerle onların görüşlerine uyan Harizmşah Alaeddin Muhammed'i vaazlarında ağır şekilde eleştiren Bahaeddin Veled'in (Maʿarif, I, 82) yöneticiler ve ulema ile arasının açılmasını fırsat bilen karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığı içinde bulunduğunu ileri sürmüşler, bunun üzerine Harizmşah Alaeddin Muhammed ondan ülkeyi terketmesini istemiş (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 12-13), o da ailesiyle birlikte Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Ferîdûn-i Sipehsalar, Bahaeddin Veled'in hükümdarla arasının açılmasından sonra ülkeden çıkarılması kararında Fahreddin er-Razî'nin hususi gayretleri olduğunu belirtmekteyse de (Risale-i Sipehsalar, s. 12-13) Eflakî'nin kaydettiğine göre Bahaeddin Veled, Belh'ten Fahreddin er-Razî'nin vefatından en az üç yıl sonra 609'da (1212-13) ayrılmıştır (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 16). Mevlana bu sırada beş yaşındadır. Sultan Veled ise Bahaeddin Veled'in ülkeden çıkarılması kararına temas etmeksizin Belh halkından incindiği için aldığı manevî işaretle Hicaz'a gitmek üzere şehri terkettiğini ve henüz yolda iken Belh'in Moğollar tarafından istila edildiğini belirtir (İbtidaname, s. 240). Reynold Alleyne Nicholson ve Hellmut Ritter, Bahaeddin Veled'in sırf Moğollar'dan kaçmak için Belh'i terkettiğini ileri sürmüşlerse de (Mevlana Celaleddin Rûmî, s. 16; İA, III, 54) kaynaklarda bu yönde bir kayıt yoktur.

Bahaeddin Veled'in Hicaz yolculuğuyla ilgili olarak Ferîdûn-i Sipehsalar ile Eflakî'nin verdiği bilgiler birbiriyle uyuşmamaktadır. Mevlana'nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat'a ulaşmış, orada Şehabeddin es-Sühreverdî tarafından karşılanmış, Bağdat'tan Kûfe yoluyla Hicaz'a gitmek üzere iken Moğollar'ın Belh'i işgal ettiği haberini almıştır (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 15-20). Horasan şehirlerinin Moğollar tarafından 617 (1220) yılında istila edildiği bilindiğine göre Bahaeddin Veled'in Bağdat'ta bu tarihte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Eflakî'nin yolculuğun daha sonraki safhaları hakkında verdiği tarihler bu bilgiyle çelişmektedir. Eflakî, Bahaeddin Veled'in Hicaz'dan dönerken Şam'a uğradığını, 614'te (1217) Malatya'ya, 616'da (1219) Sivas'a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşehir'e geçerek kendi adına yaptırılan medresede dört yıl ders okuttuğunu, oradan Larende'ye (Karaman) gittiğini, burada da adına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptığını, ardından Sultan Alaeddin Keykubad'ın daveti üzerine Konya'ya yerleştiğini belirtir. Ayrıca Mevlana'nın on yedi veya on sekiz yaşında iken Larende'de Semerkantlı alim Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun'la evlendiğini, 623'te (1226) Sultan Veled'in, bir yıl sonra da diğer oğlu Alaeddin'in dünyaya geldiğini kaydeder (a.g.e., I, 22-29, 48, 303). Eflakî'nin ifadesinden, Mevlana'nın Larende'deki medresede yedi yıldan fazla süren eğitimini tamamlayıp evlendiği anlaşılmaktaysa da bu onun hem evlilik yaşı hem de çocuklarının doğum tarihiyle uyuşmamakta, verdiği tarihler Larende'ye yerleştikten bir ya da iki yıl sonra evlendiğini göstermektedir. Mevlana'nın annesi Mümine Hatun Larende'de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevîhanesi inşa edilmiştir. Ferîdûn-i Sipehsalar ise Mevlana'nın Konya'ya geldiğinde on dört yaşında olduğunu belirtmiştir (Risale-i Sipehsalar, s. 14-15). Buna göre Bahaeddin Veled'in 618 (1221) yılında Konya'ya geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Veled ise hiçbir ayrıntıya girmeden Bahaeddin Veled'in Hicaz'dan Rum diyarına geldiğini ve Sultan Alaeddin Keykubad'ın onu Konya'da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir (İbtidaname, s. 241-242). Öte yandan Mevlana'nın Fîhi ma fîh adlı eserinden Harizmşah'ın Semerkant'ı kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant'a gittiklerini göstermektedir. Ayrıca Bahaeddin Veled'in yol üzerinde bulunan Nîşabur şehrine uğradığı, burada Ferîdüddin Attar'ın kendilerini ziyaret ettiği ve tasavvufî mesnevisi Esrarname'yi Mevlana'ya hediye ettiği belirtilmektedir (Camî, s. 460; Devletşah, s. 193). Devletşah'a göre bu görüşmede Ferîdüddin Attar Mevlana için babasına, "Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, alemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır" demiştir. Hellmut Ritter, Ferîdüddin Attar'ın o tarihlerde muhtemelen hayatta olmadığını belirterek bu buluşmayı şüpheli görmüşse de (İA, III, 53) Attar'ın 618 (1221) yılına kadar yaşadığı bilinmektedir (DİA, IV, 95).

Mevlana, ilk hanımı Gevher Hatun'un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali'nin kızı Kira (Kerra, Gera) Hatun'la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emîr Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya geldi.

Bahaeddin Veled, Konya'da Altınapa (Altun-aba/Altunpa) Medresesi'nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülahir 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat etti. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlana (Eflakî, I, 29, 32, 48) babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı. Ertesi yıl Mevlana'nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan, Bahaeddin Veled'in müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî şeyhini ziyaret etmek için Konya'ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü öğrendi (Sultan Veled, s. 244-246). Seyyid Burhaneddin'in daha önce şeyhinin vefatından haberdar olduğu, rüyasında Bahaeddin Veled'in kendisine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya'ya geldiği de kaydedilmektedir (Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 120; Eflakî, I, 56-57). Seyyid Burhaneddin Konya'ya gelince Larende'de bulunan Mevlana'ya mektup yazarak onu Konya'ya çağırmış, buluştuklarında babasının hem zahir hem hal ilimlerinde kamil bir şeyh olduğunu, kendisinin zahir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hal ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlana, Seyyid Burhaneddin'e mürid olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir (a.g.e., I, 57). Eflakî, Seyyid Burhaneddin'in, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlana'yı zahir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam'a gönderdiğini söyler. 630 (1233) yılında gerçekleştiği anlaşılan bu seyahat sırasında Seyyid Burhaneddin Konya'dan Kayseri'ye kadar Mevlana'ya refakat etmiş, Mevlana buradan Halep'e gitmiş, Seyyid Burhaneddin ise geri dönmeyip Kayseri'nin yöneticisi Sahib İsfahanî'nin yanında kalmıştır. Mevlana Halep'te Hallaviyye Medresesi'nde aynı zamanda şehrin yöneticisi olan Kemaleddin İbnü'l-Adîm'den ders almıştır (a.g.e., I, 77). Sipehsalar onun İbnü'l-Adîm'den birkaç medresede ders okuduğunu belirtmiş (Risale-i Sipehsalar, s. 30), ancak bunların adını zikretmemiştir. Ardından Şam'a geçerek Mukaddemiyye Medresesi'ne yerleşen Mevlana'nın (Eflakî, I, 81) Halep'te ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Eflakî onun Şam'da dört ya da yedi yıl ikamet ettiğinin söylendiğini belirtmişse de (a.g.e., I, 77, 81) Bedîüzzaman Fürûzanfer, Şam'dan döndükten sonra Seyyid Burhaneddin'in (ö. 639/1241) henüz hayatta olmasını dikkate alarak Mevlana'nın bu şehirde dört yıldan fazla kalmasının mümkün olamayacağını ileri sürmüştür (Mevlana Celaleddin, s. 60). Mevlana'nın Arap dili ve edebiyatı, lugat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icazet aldığını söyleyen Sipehsalar onun Şam'da Muhyiddin İbnü'l-Arabî, Sa'deddîn-i Hammûye, Osman-ı Rûmî, Evhadüddîn-i Kirmanî ve Sadreddin Konevî ile uzun müddet sohbet ettiğini belirtir (Risale-i Sipehsalar, s. 24-25, 30).

Eflakî, Mevlana'nın Şam'dan Kayseri'ye döndüğü sırada Sahib İsfahanî'nin kendisini sarayında misafir etmek istediğini, ancak Seyyid Burhaneddin'in buna razı olmadığını, ilimde babasını geçtiğini söyleyip "ledün ilminden inciler saçması için" halvete girmesi gerektiğini belirterek onu hazırladığı bir hücreye koyduğunu ve peş peşe üç erbaîn çıkarttırdığını, ardından birlikte Konya'ya gittiklerini, Seyyid Burhaneddin'in burada ona irşad için icazet verdikten sonra Kayseri'ye döndüğünü ve burada vefat ettiğini, Mevlana'nın onun kabrini ziyaret edip tekrar Konya'ya gittiğini kaydeder (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 81-84). Sultan Veled ise Mevlana'nın Seyyid Burhaneddin'e dokuz yıl hizmet ettiğini, mana aleminde gönüllerinin birleştiğinden dolayı sözde, özde ve sırda bir olduklarını, Burhaneddin'in bu dünyadan göçmesiyle Mevlana'nın tek başına kaldığını, Allah'a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyazet çektiğini, sayısız kerametleri zuhur ettiğini, bu arada irşad faaliyetinden geri durmayıp halka vaaz vermeyi, çoğu ulema ve yönetici kesiminden olan müridleriyle sohbet etmeyi sürdürdüğünü anlatır (İbtidaname, s. 247-248).

Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in vefatından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı (a.g.e., s. 249). Dönemin pîrleri tarafından "Tebrizli Kamil" olarak isimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebaf'ın hizmetinde bulunmuş, ardından birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Bir görüşe göre Rükneddîn-i Sücasî'ye, bir başka görüşe göre ise Baba Kemal Cendî'ye de mürid olmuştu. Camî adı geçen şeyhlerin hepsiyle görüşmüş olma ihtimalinden söz etmektedir (Nefeḥat, s. 464-465). Eflakî, Şems'in Konya'ya 26 Cemaziyelahir 642 (29 Kasım 1244) tarihinde geldiğini söyler ki (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 84; II, 618) bu, Sultan Veled'in verdiği bilgiyle hemen hemen aynıdır. Eflakî'nin kaydettiği tarih Şems-i Tebrîzî'nin sözlerinden derlenen Maḳālat'ta da bulunmaktadır (Konuşmalar, I, 132). Maḳālat'ta, "Beni velîlerinle tanıştır" diye dua etmesi üzerine rüyasında, "Seni bir velîye yoldaş edelim" denildiğini, onun nerede olduğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak tanışma vaktinin henüz gelmediğinin söylendiğini anlatan Şems ile Mevlana arasında ilk karşılaştıkları sırada geçen konuşmanın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsalar, bir gece Konya'ya gelip Pirinççiler Hanı'na yerleşen Şems-i Tebrîzî'nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlana ile göz göze geldiğini, ilk manevî etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlana'nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems'in söze başlayarak Bayezîd-i Bistamî'nin, Hz. Peygamber'in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir"; "Cübbemin içinde Allah'tan başka kimse yoktur" gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed'in ise, "Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim" dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder. Mevlana, cevap olarak Bayezîd'in kamil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem'in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlana ile kucaklaşmıştır (Risale-i Sipehsalar, s. 126-127).

Eflakî'ye göre ise Şems-i Tebrîzî Konya'ya geldiğinde Şekerciler Hanı'na yerleşmiş, Mevlana, ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerinde giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Muhammed hazretleri mi büyüktü yoksa Bayezîd-i Bistamî mi?" diye sormuş, Mevlana, "Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velîlerin başıdır" diye cevap verince Şems, "Peki ama o, 'Seni tesbih ederim Allahım, biz seni layıkıyla bilemedik' dediği halde Bayezîd, 'Benim şanım ne yücedir. Ben sultanların sultanıyım' diyor" demiş, bunun üzerine Mevlana, "Bayezîd'in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed'in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı (el-İnşirah 94/1). Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gitmişlerdir (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 86-87; II, 618-620).

Olayı Eflakî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Camî ayrıca şöyle bir rivayet aktarır: Mevlana havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek, "Bunlar nedir?" diye sormuş, Mevlana, "Bunlar kīl ü kāldir" diye cevap verince, "Senin bunlarla ne işin var?" diyerek kitapları havuza atmış, ardından Mevlana'nın tepkisi üzerine onları tekrar toplamış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlana, "Bu nasıl sırdır?" diye sorunca Şems, "Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiştir (Nefeḥat, s. 465-467).

Devletşah'ın Teẕkire'sinde (s. 196-197) Şems'in sorusu, "Mücahede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlana buna, "Sünnet ve şeriat edeplerini bilmektir" cevabını verince Şems, "Bunların hepsi zahire mütealliktir" demiş, Mevlana'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da, "İlim odur ki insanı malûma ulaştırır" diyerek Senaî'nin, "Cehalet seni senden almayan bir ilimden daha kıymetlidir" anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlana bundan çok etkilenmiş ve bu olayın ardından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.

Eflakî'nin çağdaşı Abdülkādir el-Kureşî karşılaşmanın Mevlana'nın evinde gerçekleştiğini belirtir. Mevlana öğrencileriyle birlikte bir meseleyi müzakere ederken Şems içeriye girer ve yanlarına oturur. Bir müddet sonra kitapları işaret ederek Mevlana'ya, "Bunlar nedir?" diye sorar. O da, "Sen bunları bilmezsin" diye cevap verir. Ardından kitapların arasında bir ateş belirir. Mevlana telaşlanarak, "Bu ne haldir?" deyince Şems, "Sen de bunu bilmezsin" diyerek çıkıp gider (el-Cevahirü'l-muḍıyye, III, 345). Öte yandan yukarıdaki kaynaklardan tamamen farklı olarak İbn Battûta'nın kaydettiği, tasavvufî hiçbir incelik taşımayan olayın gerçek dışı olduğu söylenebilir (Seyahatname, I, 323).

Eflakî'ye göre bu karşılaşma Mevlana'nın Şems ile ilk karşılaşması değildir. Daha önce tahsil için gittiği Şam'da dolaşırken Şems-i Tebrîzî başında külahı ve keçeden siyah elbisesiyle Mevlana'nın yanına gelip elini öpmüş ve, "Dünyanın sarrafı, beni anla" dedikten sonra kalabalığa karışıp gitmiştir (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, I, 82). Eflakî bir başka yerde bu olayı Şems ile Mevlana'nın yerlerini değiştirerek anlatır (a.g.e., II, 618).

Mevlana, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alakasını kesmiş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış, bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems'e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlana'nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlana'yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini farkeden müridlerin Mevlana'dan özür diledikleri kaydedilmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğrenen Mevlana dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır (gazel tarzında yazılmış manzum Arapça ve Farsça dört mektup metni için bk. Eflakî, II, 701-703). Bu mektuplardan ilkinin tarihi 21 Şevval 643 (11 Mart 1246) olduğuna göre (a.g.e., II, 630) Şems Konya'da on altı ay kadar kalmıştır.

Eflakî, Mevlana'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindibarî" denilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külah geçirip üzerine şekeravîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak sema meclislerini başlattığını söyler (a.g.e., I, 88-89). Sipehsalar onu sema yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir (Risale-i Sipehsalar, s. 128). Sultan Veled, daha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlikte Konya'ya döndüklerini belirtir (İbtidaname, s. 59-60; ayrıca bk. Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 131-132; Eflakî, II, 695-696). Mevlana ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsa-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Mûsa'nın peygamber olmasına rağmen Hızır'ı araması gibi Mevlana'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems'i aradığını söyler (İbtidaname, s. 48).

Mevlana ile Şems, bu defa Mevlana'nın medresesindeki hücresinde altı ay boyunca marifetullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selahaddîn-i Zerkûb'dan başkası giremiyordu (Eflakî, II, 691). Bu arada Şems, Mevlana'nın evlatlığı Kimya Hatun'la evlendi (Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 133). Müridler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled'e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlana'dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı (Sultan Veled, s. 62, 64). Şems-i Tebrîzî'nin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılında olduğu belirtilmektedir. Eflakî, Şems kaybolmadan önce kendisine suikast teşebbüsünde bulunulduğunu söyler. Şems, Mevlana ile sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerinden biri Şems'in dışarıya çıkmasını istemiş, Şems de Mevlana'ya, "Beni öldürmek için çağırıyorlar" deyip çıkmış, o anda Şems'e bir bıçak saplanmış, Şems şiddetli bir nara atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiştir (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, II, 684). Eflakî suikastçıların içinde Mevlana'nın oğlu Alaeddin'in de olduğunu, bu sebeple diğerleri gibi onun da bir belaya uğrayıp öldüğünü ve Mevlana'nın oğlunun cenazesine katılmadığını belirtir. Sipehsalar ise Mevlana ve Şems'in Sultan Veled'e daha fazla ilgi göstermeleri sebebiyle Alaeddin'de kıskançlık başladığını, ayrıca Şems Kimya Hatun'la evlendiği sırada kış olduğu için Mevlana'nın kendilerine mutfağın sofasını tahsis ettiğini, Alaeddin babasının yanına geldiğinde buradan geçmek zorunda kaldığından dikkatli ve saygılı olması hususunda Şems'in onu uyardığını, bunu hazmedemeyip tepki gösteren Alaeddin'in durumu halka anlatmasının dedikoduların artmasına sebep olduğunu belirtmekle yetinmiştir (Risale-i Sipehsalar, s. 133).

Eflakî, Şems-i Tebrîzî'yi hiçbir yerde bulamayan Mevlana'nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, II, 687). Sultan Veled, Şems'in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden sema yaptığını belirtmektedir (İbtidaname, s. 65, 69). Mevlana bir müddet sonra Şems'i bulmak umuduyla Şam'a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır (a.g.e., s. 71, 73-76). Bedîüzzaman Fürûzanfer'e göre Mevlana bu dönemde tam dört defa Şam'a yolculuk yapmıştır (Mevlana Celaleddin, s. 117). Eflakî, onun üçüncü gidişi sırasında müridlerle ilgilenmesi için yerine Hüsameddin Çelebi'yi bıraktığını ve Şam'da yaklaşık bir yıl kaldığını, Rum sultanı başta olmak üzere ileri gelen alim ve yöneticilerin Anadolu'ya dönmesi için mektup yazmaları üzerine geri geldiğini kaydeder (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, II, 698-699). Eflakî'nin aktardığı diğer rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sultan Veled'e rüyasında atıldığı kuyuyu bildirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu kuyudan çıkarıp Mevlana'nın medresesine, medresenin mimarı Emîr Bedreddin'in yanına defnetmiştir (a.g.e., II, 700-701). Eflakî'nin kaydedip daha sonra Camî'nin de zikrettiği diğer bir rivayete göre ise Şems'in kabri Bahaeddin Veled'in yanındadır. Devletşah, Şems'i Mevlana'nın oğlu Alaeddin'in öldürdüğüne dair halk arasında bir söylentinin yayıldığını, ancak bunun kesinlikle doğru olmadığını ifade eder.

Sultan Veled, Mevlana'nın daha sonra kendisini çağırarak Selahaddîn-i Zerkûb'a tabi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır (İbtidaname, s. 79-81). Kuyumculukla meşgul olan Selahaddin gençliğinde Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmîzî'ye, ardından Mevlana'ya intisap etmiş (Eflakî, II, 705), Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı (Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 134-135). Mevlana bu defa Selahaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı. Selahaddin'in cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil sayılmadığını söyleyen bir kısım müridler daha da ileriye gidip onu gizlice öldürerek bir yere gömmeyi planladılarsa da suikast önlendi (Sultan Veled, s. 87-88, 92; Ferîdûn-i Sipehsalar, s. 137-138). Mevlana da Şeyh Selahaddin hilafet makamına geçtikten sonra eski dostlarından Çavuşoğlu'nun ona düşman olduğunu belirtmek suretiyle müridlerin kıskançlığına işaret etmektedir (Fîhi ma fîh, s. 89). Mevlana, Selahaddîn-i Zerkûb'un kızı Fatma Hatun'u oğlu Sultan Veled'e alarak aralarında akrabalık bağı oluşturdu. Selahaddîn-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Mevlana, hilafet makamına müridlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsameddin Çelebi'yi geçirdi. Sultan Veled babasının Şems-i Tebrîzî'yi güneşe, Selahaddîn-i Zerkûb'u aya, Hüsameddin Çelebi'yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder (İbtidaname, s. 143). Mes̱nevî'nin ortaya çıkması Hüsameddin Çelebi'nin teşvikiyle olmuştur. Mevlana, Hüsameddin Çelebi'nin hilafet makamına geçişinden Sultan Veled'e göre on (a.g.e., s. 153), Sipehsalar'a göre dokuz (Risale-i Sipehsalar, s. 190, 197) yıl sonra rahatsızlanarak 5 Cemaziyelahir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe "şeb-i arûs" (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anılagelmiştir. Sultan Veled, Mevlana'nın cenazesine her din ve mezhepten çok kalabalık bir insan topluluğunun katıldığını, müslümanların onu Hz. Muhammed'in nuru ve sırrı, hıristiyanların kendilerinin Îsa'sı, yahudilerin de kendilerinin Mûsa'sı olarak gördüklerini söyler (İbtidaname, s. 153). Eflakî'ye göre Mevlana cenaze namazını Sadreddin Konevî'nin kıldırmasını vasiyet etmiştir (Menaḳıbü'l-ʿarifîn, II, 593). Sipehsalar, namazı kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada Sadreddin Konevî'nin hıçkırıklarla kendinden geçtiğini, bu sebeple namazı Kadı Siraceddin'in kıldırdığını belirtmektedir (Risale-i Sipehsalar, s. 116). Mevlana'nın ardından Hüsameddin Çelebi on yıl daha hilafet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geçmiştir.

Mevlana'nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insanlar sema meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak Mevlana bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, yöneticilerin aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen göstermiştir. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Keykavus, Celaleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr Bedreddin Gevhertaş, IV. Kılıcarslan, Muînüddin Pervane, Mecdüddin Atabeg, Emînüddin Mîkail, Taceddin Mu'tez, Sahib Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celaleddin Müstevfî, Atabeg Arslandoğmuş, Kırşehir hakimi Cacaoğlu Nûreddin, doktoru Reîsületıbba Ekmeleddin en-Nahcuvanî kendisine büyük saygı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervane'nin eşi Gürcü Hatun, IV. Kılıcarslan'ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müridleri arasında bulunuyordu.

Moğollar'la ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlana'nın Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Halbuki Mevlana'nın Moğollar'la ilgili görüşleri olayları tasavvufî perspektiften ele alıp yorumlamasından ibarettir. Mevlana bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile getirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Onun bütün hadiseleri yorumlayışının temelinde en olumsuz durumlarda bile olumlu yönlerin ve gelişmelerin olabileceği anlayışı yatmaktadır. Nitekim Mevlana'nın öngördüğü şekilde Konya'yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu şehre saldırmamış ve Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.

Mevlana'nın Fahreddîn-i Irakī ile yakın dostluğu vardı. Irakī, Konya'da Sadreddin Konevî'nin derslerini takip ettiği sırada Mevlana'nın sema törenlerine katılmaktaydı. Mevlana'nın Sadreddin Konevî ile ilişkilerinin ilk zamanlar iyi olmamakla birlikte giderek düzeldiği, başlangıçta semaa muhalif olan Sadreddin Konevî'nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlana ile dost olduğu görülmektedir. Mevlana'nın onun bazı derslerine katıldığı rivayeti kesin değildir. Mevlana ile görüşüp sohbet edenler arasında Kübreviyye'nin kurucusu Necmeddîn-i Kübra'nın halifesi Necmeddîn-i Daye, Haydariyye'nin kurucusu Kutbüddin Haydar'ın halifesi Hacı Mübarek Haydar, Sa'dî-i Şîrazî, Kutbüddîn-i Şîrazî, Hümamüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.

Düşüncesi. Mevlana kamil manada alim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının yanında başladığı öğrenimini gittiği Halep ve Şam'da sürdürmüştür. İlk tasavvufî eğitimini de yine babasından almıştır. Sultanülulema lakabıyla tanınan babası Bahaeddin Veled'in Kübreviyye'nin kurucusu Necmeddîn-i Kübra'nın halifesi olduğu söylendiği gibi Ahmed el-Gazzalî'den gelen tarikat silsilesinden hilafet aldığı da belirtilmektedir. Mevlana, babasının ölümünden sonra herkesin gönlünden geçenleri bildiği veya Şems-i Tebrîzî'nin geleceğini bildirdiği için "Seyyid-i Sırdan" diye anılan halifesi Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî tarafından irşad edilmiştir. Sipehsalar'ın "Fahrü'l-meczûbîn" diye kaydettiği lakabından coşkun bir sûfî olduğu anlaşılan Seyyid Burhaneddin'in ardından Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması Mevlana'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturur. Mevlana Şems'in Konya'ya gelmesinden sonra vaazlarını, medresedeki dersleri, müridleri irşadı bir yana bırakmış, ilahî aşk ve vecdi terennüm eden asıl Mevlana bu dönemde doğmuş, önceleri aşkı takvasında gizli iken takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvan-ı Kebîr'deki şiirlerin büyük bir kısmını bu devirde söylemiş, Dîvan-ı Kebîr'in tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İslam kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mes̱nevî takip etmiştir.

Mevlana'daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur'an ve Sünnet'tir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım ..." beytiyle bunu dile getirmiş, "Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek bir müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir.

Rıza Kulı Han'ın 1863 yılında Tahran'da bastırdığı divanda (Dîvan-ı Şemsü'l-ḥaḳāʾiḳ; bu eser Midhat Baharî Beytur tarafından Dîvan-ı Kebir'den Seçme Şiirler adıyla Türkçe'ye çevrilerek üç cilt halinde yayımlanmıştır [Ankara 1965]) ve 1884'te Hindistan'da yayımlanan Külliyyat-ı Şems-i Tebrîzî'de bulunan bazı şiirler dolayısıyla Mevlana'nın gulat-ı Şîa'dan olduğu ileri sürülmüştür. Ancak Bedîüzzaman Fürûzanfer'in, matbu ve yazma bütün divanları inceleyip yedi cilt halinde neşrettiği divanda bu şiirlerin yer almadığı görülmektedir.

Mevlana üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin etkisi olup olmadığı tartışılmıştır. Bazı araştırmacılar Mevlana ile İbnü'l-Arabî'nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklinde takdim ederken bazıları İbnü'l-Arabî'nin yüksek irfan sahiplerine hitap eden görüşlerini Mevlana'nın anlaşılır kıldığını, böylece halkın seviyesine indirdiğini belirtmiş, bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.

Mevlana'ya göre her ne kadar görünüşte ayrılık olsa da varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) esastır. İman-küfür, hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir, Allah'a nisbetle hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük olmadan kötülüğü terketmek imkansızdır. Yine küfür olmadan din olmaz, çünkü din küfrü bırakmaktır. Bunların yaratıcısı da birdir. Ona göre ikilikten kurtuluş (gerçek tevhid) kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir. Birlik ittihat ya da hulûl değil kulun kendi izafî varlığından geçmesidir. Allah'ın yanında iki "ben" söz konusu olamaz. Bu konuyla ilgili olarak, "Sen 'ben' diyorsun, O da 'ben' diyor. Ya sen öl ya da O ölsün ki bu ikilik kalmasın. O'nun ölmesi imkansız olduğuna göre ölmek sana düşer" demekte ve tasavvufun hedefi olan "ölmeden önce ölme" ilkesine vurgu yapmaktadır. Mevlana'ya göre kul benliğinden sıyrılmakla gerçek anlamda irade hürriyetine kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimsenin iradesi tıpkı varlığı gibi Allah'ta fani olmuştur. Onun irade ve ihtiyarı Allah'ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ferdiyetinden kurtulmadan yaptıklarını Allah'a isnat etmek yalancılıktır.

Yalnız akla önem verdikleri için filozofları ve onların etkisinde kalan kelamcıları noksan gören Mevlana kıyasın ve istidlalin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre dünyevî işlerde yararlı olan akıl mahiyeti icabı ilahî hakikatlere ulaşmada ve Hakk'a vuslatta ayak bağı olabilir. Manevî yolculuk için ilahî aşk gereklidir. Aklın yetersiz kaldığı alanlardan biri de aşk ve ahvalidir. Kur'an'da, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever" buyurulmuştur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilahîdir.

İnsanın yaratılışıyla ilgili açıklamalarından dolayı Mevlana'yı Charles Darwin'in evrim nazariyesinin ilk habercisi olarak tanıtanlar olmuştur. Onun insana dair, "O göklerden unsurlara, unsurlardan cansızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet babası ve annesi onun dağılmış olan maddesini mevalid aleminden toplamıştır. İnsan mevalid aleminden önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde, göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sıfat ise zatın aynıdır. İnsan sûretine gelip bu alemde olgunluğa erişenler bu sûretten çıkınca sûretsizlik alemine varacaklar, mutlak varlığa kavuşacaklardır" şeklindeki açıklamaları ve yine, "Cansızdım, bu sûretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen bir varlık haline geldim, nebat oldum. Nebattan öldüm, hayvan sûretinde göründüm. Hayvanlıktan da öldüm, insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim, melekler alemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terketmek gerek" şeklindeki ifadeleri evrimi değil tasavvuftaki "devir" anlayışını yansıtmaktadır. Ölümle birlikte beden yine toprağa, ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla bunun evrim teorisiyle ve tenasühle alakası bulunmamaktadır.

Mevlana'nın düşüncesiyle ilgili Doğu'da ve Batı'da pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Celaleddin Hümaî'nin Mevlevîname: Mevlevî Çe Mîgûyed: ʿAḳāyid ve Efkar-ı Mevlana Celaleddîn Muḥammed Mevlevî (I-II, Tahran 1362 hş.) ve Rahîm Nejad Selîm'in Ḥudûd-i Âzadî-i İnsan ez Dîdegah-ı Mevlevî: Cebr ve İḫtiyar (Tahran 1364 hş.), Halîfe Abdülhakîm'in The Metaphysics of Rumi: A Critical and Historical Sketch (Lahore 1965), Annemarie Schimmel'in The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalaloddin Rumi (London 1980), William C. Chittick'in The Sufi Doctrine of Rumi: An Introduction (ts.) ve The Sufi Path of Love: The Spiritual Teachings of Rumi (Albany 1983), K. Khosla'nın The Sufism of Rumi (Great Britain 1987), John Renard'ın All the King's Falcons: Rumi on Prophets and Revelation (Albany 1994) adlı eserleri örnek olarak zikredilebilir.

Onun görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve eserlerinden yapılan tercümeler vasıtasıyla bugün dünyada geniş bir kitleyi etkilemiştir. Biyografisi ya da düşünceleriyle ilgili araştırmalarda görüşlerinin dünyanın her yanına nasıl ulaştığı, farklı kültür ve inançtan insanları nasıl etkilediği üzerinde de durulmuştur. Bu çerçevede Efdal İkbal'in The Impact of Mowlana Jalaluddin Rumi on Islamic Culture adlı eserinde (Tahran 1974) Mevlana'nın Hindistan ve Pakistan üzerindeki tesiri, Annemarie Schimmel'in The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalaloddin Rumi isimli eserinin (London 1980) son bölümünde (s. 367-396) Doğu ve Batı'ya etkisi, Şefik Can'ın Mevlana: Hayatı Şahsiyeti Fikirleri'nin (İstanbul 1995) genişçe bir bölümünde (s. 202-262) Türk, İran ve Hint edebiyatları ile Batılılar üzerindeki tesiri, Emine Yeniterzi'nin Mevlana Celaleddin Rûmî adlı çalışmasının (Ankara 1995) bir bölümünde (s. 93-110) Türk, Doğu ve Batı edebiyatlarındaki etkisi, son olarak Franklin D. Lewis'in Rumi Past and Present East and West: The Life Teachings and Poetry of Jalal al-Din Rumi isimli eserinin (Oxford 2000) oldukça geniş bir bölümünde (s. 467-643) İran, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Arap ülkeleri, Osmanlı, Türkiye ve Batı ülkelerinde tesiri ele alınmıştır.

Mevlana'nın hayatı, eserleri ve görüşleriyle ilgili yazma kaynakları ve araştırmaları bir araya getiren çalışmalar da yapılmıştır. Bunların ilki, Hellmut Ritter'in Türkiye kütüphanelerindeki yazma eserleri ve diğer araştırmaları topladığı çalışmasıdır ("Philologika, XI, Mavlana Galaladdîn Rûmî und sein Kreis", Isl. [1940], s. 127-135; bunun muhtasar şekli için bk. TM, VII-VIII [1940-1942], s. 278 vd.). Bu konudaki en kapsamlı çalışma ise Türkiye içinde ve dışında ulaşılabilen bütün kütüphanelerin katalogları, ayrıca ansiklopediler, dergiler, yıllıklar, gazeteler taranmak suretiyle Mehmet Önder, İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından iki cilt halinde gerçekleştirilmiştir (Mevlana Bibliyografyası I, Ankara, ts.; II, Ankara 1974). Adnan Karaismailoğlu da Mevlana kongrelerinde sunulan tebliğleri bir araya getirmiştir (Mevlana Kongrelerine Sunulmuş Tebliğler Bibliyografyası, Konya 1996). Ayrıca İran'da Mandana Sadık Behzad tarafından kaleme alınan Kitabname-i Mevlevî adlı eserde (Tahran 1351 hş.) ve Kitabşinasî-yi Îran'ın (Tahran 1366 hş.) VII. cildinde (s. 959-968) Mevlana ile ilgili çeşitli dillerde yapılan çalışmalar derlenmiştir. Bunlardan başka Müfide H. Başarır'ın The New York Public Library, The Research Libraries'de bulunan eserlerin tanıtıldığı makalesiyle (1. Milletlerarası Mevlana Kongresi: Tebliğler, s. 307-312) Gabriel Mandel Han el-Afgānî'nin bir makalesi ("La bibliographie italienne sur Mevlana", a.g.e., s. 123-129) vardır.

Eserleri. Mevlana'nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsç

Muhabir: Yazar Silinmiş