Bazen istikrarsız olmasına rağmen Sokrat, her zaman "hakikat aşığı" bir insan oldu. Hiçbir zaman devlet ve hükümete sığınarak gerçek arayışında olmadı: gerçekleri devlet veya hükümete uyarlayarak anlamadı. Fikir namusunu elden bırakmayan Sokrat, aslında Hıristiyanlık için Hz. İsa, Müslümanlar için Hallaç kadar değerli bir konumda ve onlar kadar mazlum bir sonla karşılaştı. Önce sorgulamalar geldi, sonra mahkûmiyeti ve sonra ölümü. Hapislikten kurtulması mümkünken, kaçmadı. Kaçarsa zalimleri haklı çıkarma endişesi ve düşüncelerinin değerini düşürme kaygısı taşıyordu.

Sokrat'ın ölümünü hazırlayan suçlamalar arasında onun bir sofist olduğuydu ve öğretilerini parayla sattığı ve gençleri yoldan çıkarttığı ve kutsallara karşı kışkırttığı iddiası yatıyordu. Buna delil olarak da şair Meletus Sokrat'ı şarlatan olarak temsil eden bir tiyatro oyununu kullandı. Aristophanes'in Bulutlar adlı oyununda Sokrat şarlatan bir sofist olarak gösteriliyordu. Dahası, oyunu bizzat Sokrat'ın kendisi de tiyatro izlemiş ve sadece gülmüştü. Aleyhinde delil olarak kullanılan Sokrat tasviri aslında Sokrat'ın parodisiydi; gerçek Sokrat ise parodisini izliyordu. Ama savcı ciddiydi; önce Sokrat'ı "Atina'nın huzurunu" bozmakla suçladı, sonra mahkûm ettirip hapse attırdı.

Hakikat arayışlarında tek düsturu çıkar gözetmeden sorgulamalar yapmasıydı. Ancak onu yaşarken Sofist olmakla suçlayanlar oldu. Sofistler Eski Yunan'da hiçbir şeyin istikrarı olmadığını ifade ederek, her şeyi "gerçek" görebilen ve gösterebilen meddahla belagat ustası arasında gezinen mantıkçı insanlardı.

Sofistler Yunan felsefesinde pek çok açıdan bir eksen kayma dönemini ifade ederler. Sofistlerin mantığında Eflatun ve Aristo'nun aradığı gerçek yoktu. Hatta aslında "gerçek" yoktu. Mantıkla ve lafazanlıkla ikna ettiğiniz her şey gerçek olabilirdi. Gerçek kavramını, daha önceleri tartışılan "etik" bağlantısından ayırmışlardı. Dahası aslında "sofist" kelimesinin anlamını bile zamanla onlar yozlaştırdılar. Yunanca "sophistes" kelimesinden gelen "sofist" terimi sonraki yüzyıllarda asıl anlamından uzaklaşmıştır. Felsefe tarihi bakımından önemli bir değişim dönemini anlatır. Kelime anlamıyla "bilen, bilgili kimse" demekti. Belli bir alanda temayüz etmiş, uzman ya da "üstadı" olmuş kimseye "sofist" denirdi.

Daralan ve sofistlerle yozlaşan anlamda sofist, "cerbeze-safsata uzmanı" "laf cambazı" anlamında değişim yaşadı. Atina'da siyasi rejim olarak demokrasi, dolayısıyla halkın siyasi iktidar üzerinde ilgi ve etkisi giderek yoğunlaşacak ve güçlenmişti. Halkın eğitim, öğretim, sanat konularında düşünce ve isteği artmıştı.

Ancak sıkıntılar da vardı. Toplumsal ve siyasal alanda yükselmek isteyen kimse, belli soylu bir aileden gelmiş olmaya, kişisel kahramanlık göstermeğe ihtiyaç duymuyordu. Buna karşılık teorik bilgi ve söz söylemek sanatına ihtiyacı vardı. Senatoda, halk meclislerinde, mahkemelerde basan elde etmek için "söz" birinci derecede önem kazanmıştı. İşte sofistler bu isteğe cevap vermeğe, bu alanda istekli olanları tatmin etmeğe çalışmışlar ve bunda da be başarılı oldular.

Sofistlerden önceki inceleme alanları bilgi teorisi, etik, ruhiyat vb. idi. Oysa sofistler bu durumu bütünüyle değiştirdiler. Dil, mantık cambazlığı, bilgi teorisi, ahlak alanında ileri sürülen görüşler ile uğraşmak daha yararlı ve karlıydı. Üstelik sofistler ilk olarak küllî hakikat var olup olmadığı sorusunu kuramsal alandan pratik ahlak alanına kadar genişlettiler.

Sofistler Atina şehir devletinin siyasi ve toplumsal, maddî ve manevi hayatının, özetle toplumun kurumları, ahlak, din, tarih, gelenek, yasa konulandaki düşünüş ve uygulanış tarzları üzerinde şüphe uyandırmakta mahirdiler. Çünkü sofistler gerek bilim, gerek irade konulan dolayısıyla felsefeye sübjektiviteyi getiriyorlardı. Bunun asıl kaynağı, çıkış noktası ise, ferdi olanın tanınmasında ortaya çıkıyordu. BU sübjektiflik hakkaniyetli bir bireysel duruş değildi. Bireysel çıkarları toplum çıkarlarının üzerinde tutan, ama kim nasıl isterse halkı ona ikna etmeye tasarımlanmışlardı.

Örneğin, Protagoras'a göre, her eşyanın, algının bağlı olduğu şartlara bağlı bir hakikati vardır ve genel olarak geçerli bir hakikat yoktur. Sözgelimi, belli sıcaklıktaki su hasta olan kimseye farklı, sağlıklı olana farklı gelir. Heraklit gibi Protagoras da sürekli değişimi, oluşu kabul ediyorsa da ulaştıkları sonuç aynı değildir. Böylece rölativizme ulaşan Protagoras, duyumlardan gelen algıyı tek bilgi kaynağı olarak kabul eder.

Protagoras olsun, öteki sofistler olsun, insanların teorik alanda düşünmelerini yararsız görürler ve hayatın pratik yönüne ağırlık verirler. Dolayısıyla doğal, toplumsal, özellikle siyasî durum ve şartların öğrenilmesi, bunlara egemen olunması önemlidir. Protagoras insanların ve toplumun inandığı "tanrıların" var olup olmadıklarının bilinemeyeceğini de ileri sürer. Çünkü bu konuda kesin bilgiye ulaşmada insan hayatının kısalığı, bizzat konunun kapalılığı birer engeldir.

Gorgias ise bu anlayışı daha ileri götürerek görüşlerini üç noktada yoğunlaştırdı: 1) Hiçbir şey mevcut değildir; 2) Eğer mevcut olsaydı, biz onu bilemezdik; 3) Bilseydik bile, başkalarına bildiremezdik.

Böylece, Protagoras'ta şüphecilik tahkik amacı ötesinde, her şeyin inkarı noktasına ulaşır. Yani Protagoras'ın her görüşün doğruluğunu öne sürmesine karşılık, Gorgias her görüşün yanlış olduğu sonucuna ulaşarak felsefe tarihinde "bilimsel nihilist" nitelemesine hak kazanacaktır.

Hippias ise, yasanın insana musallat bir zorba olduğunu, zorla ile insana doğaya aykırı birçok şeyleri yerleştirmeye yönelttiğini ileri sürer. Toplumsal düzeni oluşturan değer normları, mesela ahlak, hukuk ve örf böyledir. Hippias bu nedenle anarşizmin öncülerinden sayar. Ne var ki, başka sofistlere bakıldığında Hippias ılımlı kalır.

(Perşembe günü devam edelim inşallah)

Muhabir: Yazar Silinmiş