Bu Altı Mananın Sebepleri

Kalp Huzuru'nun Sebebi

Kalp huzurunun sebebi 'himmet'tir. Çünkü senin kalbin, himmetine tabidir. Kalp, neye karşı ihtimam duyarsan ve seni en fazla ne alakadar ederse ancak onunla hazır olabilir. Herhangi bir iş seni sıkı bir şekilde ilgilendirirse,ister istemez kalbin orada da hazır bulunur; kalp bu şekilde yaratılmış, tasvir edilmiş ve musahhar kılınmıştır. Kalp namazda hazır değilse, faaliyetten düşmüş sayılmaz. Aksine o zaman da himmetinin sarfolunduğu dünya emirlerinde cevelan etmektedir. Kalbin izharı için gerekli çare, himmetini namaza sarfetmendir. İstenilen hedefin namaza bağlı olduğunu idrak etmedikçe himmetini namaza sarfetmeye muvaffak olamazsın. Şöyle ki, ahiretin daha hayırlı ve devamlı olduğuna inanacak, buna götüren yolun da namaz olduğunu kabul edeceksin. Bu hakîkat, dünyanın, ahirete nisbetle hakir ve dünya hayatının da geçici olduğu bilgisine bağlandığı zaman, bütün bunlardan fariğ olup namazda kalp huzuru hasıl olur.

Sana ne zarar ve ne de kar getirmeyecek olan bazı büyüklerin huzurunda bile bu gibi bir düşünce ile kalp huzurunu temin edebilirsin. Bu bakımdan padişahların padişahına ki dünya ve ahiretin, menfaat ve karı O'nun kudret elindedir onunla münacat ederken bu çeşit düşünce ile dahi kalp huzurunu kazanamazsan sakın bunu iman zaafiyetinden başka bir illete bağlama, derhal imanının takviyesine çalış!İmanın takviyesinin yolu kitabımızın başka bölümlerinde belirtilmiştir.

Tefehhüm'ün Sebebi

Bunun sebebi, kalp huzuru temin edildikten sonra düşünce ve zihni, devamlı olarak manayı idrak etmeye sarfetmektir. Bu halin temini ve tedavisi, kalbin ihzarında kullanılan tedavi formülüyle beraber düşünceye yönelmek, ve vesveseleri bertaraf etmeye gayret sarfetmektir. İnsanoğlunu hakikatten ayıran vesveselerin bertaraf edilmesi ve bu hastalığın tedavisi, onun sebeplerini kökünden kesmekle mümkün olabilir. (Yani vesveselere sürükleyen sebeplerden el çekmekle mümkün olur).

Çünkü insan kalbinden bu sebeplerin kökü kesilmedikçe sonuçları onlara karşı olan vesveselerden kurtulmaya imkan bulunmaz. Birşeyi fazla seven insan, onu daima hatırlar. Mahbubun hatırlanması da ister istemez kalbe hücum eder. İşte bu sırra binaendir ki, Allah'tan başkasını sevenin ibadeti, vesveselerden bir türlü kurtulamaz.

Tazim'in Sebebi

Tazim, kalbî bir haldir ve iki marifetten doğmaktadır.

A) Allah'ın celal ve azametinin marifetidir. Bu marifet imanın esaslarındandır; çünkü azametine inanılmayan bir varlığın büyüklüğü nefse kabul ettirilemez.
B) Nefsin hakir, hasis, musahhar ve büyütülmüş bir köle olduğunu bilmek marifetidir. Böylece, bu iki marifetten Allah'a karşı meskenet, zillet ve Allah'tan korkmak duygusu doğmuş olur. İşte bu tür bir duyguya 'tazim' denir. Nefsin hakirliği marifeti ile Allah'ın celalinin marifeti mezcedilmedikçe tazim ve huşû hali meydana gelmez. Çünkü başkasına muhtaç olmayan ve nefsinden emin olan bir kimsenin, muhtaç olmadığı bir zatın büyüklüğüne delalet eden sıfatlarını bildiği halde, ona karşı huşû ve tazim beslememesi caiz ve mümkündür. Çünkü tazim ve huşûu duyması için kendi nefsinin hakir ve muhtaç bir durumda olduğunu bilmesi lazımdır.

Heybet'in Sebebi

Bu, nefiste beliren bir haldir. Bu hal, Allah Teala'nın kudret, satvet ve kainattaki meşiyetinin, kainata değer vermeksizin tenfiz edilmesinden doğar. Aynı şekilde bu hal, 'Allah Teala, geçmiş ve geleceklerin tamamını helak etse mülkünden bir zerre dahi eksilmeyecektir' hakîkatiyle beraber peygamberler ve velîlerin başına gelen musibet ve çeşitli belaların düşünülmesinden neş'et etmektedir. Halbuki bu musibet ve belaları rahatlıkla defetmeye muktedir olduğu ve bu konuda dünya padişahlarının tam aksine yetkili bulunduğu da inkar edilemez bir hakikattir. Çünkü dünya padişahlarının hazineleri, vermekle tükenir ve gelen belaları defetmeye de her zaman için muktedir olamazlar.

Kısacası Allah'ı bilme sıfatı arttıkça korku ve heybet de o nisbette artar. Münciyat bölümünün 'Korku ve Heybet' kısmında bunun sebepleri genişçe izah edilecektir.

Reca'nın Sebebi

Allah'ın lutfunu, keremini, nimetlerinin umumîliğini, sanatının inceliklerini bilmek, namaza karşılık cennet va'dinin doğruluğuna inanmaktır. Allah'ın bu va'dine inanılır ve lütfu bilinirse o zaman bu ikisinin biraraya gelmesinden kaçınılmaz olarak ümit ve reca doğup meydana gelir.

Haya'nın Sebebi

İbadet konusundaki kusurunu anlamak ve idrak, Allah Teala'nın büyük olan hakkının edasından acizliğini bilmek demektir. Bu sebep, nefsin ayıplarını, afetlerini, ihlasının azlığını, kötülüğünü, bütün fiillerinde geçici şeylere daha meyilli olduğunu bilmekle daha da gelişip takviye olunmaktadır.

Bununla beraber Allah Teala'nın celalinin gerektirdiği büyüklüğünü bilip, Allah'ın ne kadar ince ve gizli olurlarsa olsunlar kalbin vesveselerine ve her gizliye muttalî olduğunu bilmek de bu sebebi kuvvetlendirmektedir. Bu bilgiler yakînen var olduktan sonra haya diye adlandırılan hal zaruri olarak doğar insanda...

İşte bu sıfatların sebepleri bunlardır, elde edilmesi istenilen her sıfatın tedavisi ancak sebebinin ihzar edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamdan sebebin bilinmesi, tedavinin de bilinmesi demektir. Bütün bu sebepleri bağlayıcı vasıf önce iman, sonra yakîndir. Yakîn 'den gayem; beyan ettiğim bütün bu bilgilerin mecmûudur. Bunlara yakîn demenin manası, şüphenin ortadan kalkması, İlim kitabının Yakîn bahsinde geçtiği gibi bu bilgilerin kalbi istila etmesi demektir. Kalp ancak yakîn nisbetinde korkar.

İşte bu sırra binaen Hz. Aişe 'Allah Rasûlü bizimle, biz de onunla konuşurduk. Namaz vakti geldiğinde ise sanki ne o bizi, ne de biz onu tanımaz olurduk' buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre Allah Teala, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ey Musa! Beni, azaların tirtir titrediği halde yadet. Beni yadettiğinde kalbin mutmain olup korku ile dolsun. Beni zikrettiğin zaman dilini kalbinin ötesinde kıl. Huzurumda zelil köleler gibi kararlı ol. Kork ve benimle sıdk diliyle konuş!

Yine rivayet edildiğine göre, Allah Teala, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ümmetinin asilerine söyle ki, beni zikretmesinler. Çünkü ben nefsime (zatıma); beni yadedeni yadetme vazifesini yük-ledim. Bu bakımdan ümmetinin asileri beni isyan anında yadettikleri zaman, ben de kendilerini lanet ile yadederim. Allah Teala'nın bu hükmü, zikrinden gafil olmayan asiler hakkında varid olmuştur. Acaba isyan ve gaflet bir araya gelirse durum nasıl olur?

Kalpler hakkında zikrettiğimiz manalara göre insanlar şu kısımlara ayrılır:

1. Namazını tam kılan ve namazda bir lahza dahi olsun kalp huzuruna ermeyen gafil.

2. Namazı tam kılan ve kalbi bir lahza dahi olsun gaib olmayan, aksine namaz boyunca ihtimam ile dolu bulunan, hatta namazla meşgul olduğu için etrafında cereyan eden hadiselerle hiç ilgilenmeyen kimse. İşte bu sırra binaendir ki Müslim b. Yesar, Basra camiinde namaz kılarken yıkılan cami duvarından habersiz olarak namazına devam etmiş ve ancak insanların 'geçmiş olsun' dileklerinden sonra haberdar olmuştur.

Selef-i salibinden Said b. Müseyyeb, uzun bir müddet (bu müddet, Ebu Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulub adlı eserinde 40 yıl olarak belirtilmiştir) cemaata devam ettiği halde sağında ve solunda namaz kılanları hiçbir zaman tanımamıştır.

Hz. İbrahim'in namazda iken korkudan kalbinin sesi, iki mil mesafeden duyulurmuş...

Selef-i salihînin bazıları namaza durdukları zaman yüzleri sarararak, tirtir titremeye başlarlardı.

- Bütün bu hadiselerin gerçekleşmesi çok tabidir. Çünkü bu hadiselerin binlerce emsali, kendisini dünyaya kaptıran, aciz, zayıf ve atiyyeleri cılız olan dünya hükümdarlarından korkan kimselerde dahi müşahede edilmektedir. Hatta bir padişahın veya bir vezirin huzuruna girip ona ihtiyacını arzettikten sonra çıkan birisine 'Sen padişahın veya vezirin huzuruna girerken sağında veya solunda kimler vardı veya padişahın sırtındaki elbise nasıldı?' diye sorulsa, himmetini elbiselere bakmaktan ve etrafındaki insanları süzmek-ten çevirip, sadece ihtiyacıyla meşgul ettiği için etrafındakiler ve elbiselerini tarif etmekten aciz kalır.

Bu bakımdan her mukallidin amel dereceleri farklıdır. Kişinin namazından nasibi, korkusu, huşûu ve tazimi nisbetindedir; çünkü Allah Teala'nın nazargahı kalplerdir. Allah zahirî hareketlere bakmaz. İşte bu sırra binaen bir sahabî şöyle demiştir: 'İnsanlar kıyamet gününde namazlarının hey'etleri olan itminan, itidal, zevk ve lezzet almak hey'etlerinin benzeri ile haşrolunur'.

Bu kanaati ibraz eden zat, doğru söylemiştir. Çünkü insanlar dünyada hangi hey'et üzerinde ölmüş ise aynı hey'ette, dünyada hangi durumda yaşamışsa aynı durumda haşrolunurlar. Bu hususta şahsın zahiri ile ilgili durumlar nazar-ı itibara alınmaz; aksine kalbinin hali dikkate alınır. Bu bakımdan ahiret evinde insanların sîretleri, kalplerinin sıfatlarına göre teşekkül eder. Ancak Allah'ın huzuruna sağlam bir kalp ile gelen kimse kurtulur. Allah'tan lütuf ve keremiyle güzel tevfîkini ümit ederiz.

Muhabir: Yazar Silinmiş