İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikad Derecelerinin Tertibi (2)

Bazı şeyler de zatından ötürü değil, haricî bir illetten dolayı haramdır. Müslüman kardeşinin, muhayyerlik sınırları içindeki pazarlığına karşı çıkmak, cuma ezanı okunduğu zaman alışveriş yapmak ve çamur yemek gibi... İşte bunlar, başkasına zarar verdiği için haramdır. Haramın bu çeşidi iki kısma ayrılır:
a) Çoğu ve azı zarar veren -ki buna haram ismi ıtlak olunur (öldürücü zehir gibi),
b) Çoğu zarar veren.
Çoğu zarar veren bu ikinci kısma mübah ıtlak olunur: Bal gibi. Çok yemek, tansiyonu yüksek olan bir kimseye, sıcak memleketlerde zarar verir. Çamurun çoğunu yemek de bal gibidir. Çünkü o da aynen bal gibi, çok yenildiğinde vücuda zararlıdır. Çamura ve içkiye haram, bala da helal demek, nisbetlere göredir. Bu bakımdan, eğer birşeyde nisbetler eşit görünürse, en uygun ve karışıklıktan en uzak hüküm onu tafsilen açıklamaktır. O halde, bu hakîkat bilindikten sonra
Kelam ilmine dönerek şöyle deriz:
Kelam ilminde hem menfaat, hem de zarar vardır. Bu ilim, menfaat verdiği zaman helal olur. Bazan mendûb, hatta durumun iktizasına göre vacib olur. Başkasına zarar verdiği anda da zararlı olmak itibarıyla haram. olur. Zararına gelince, şüpheye yol verir insanı batıl inançlara karşı tahrik eder ve kalpleri hak inançların kesinlik ve samimiyetinden uzaklaştırır. Bu Kelam ilmine ilk defa dalan kimseler için hasıl olan bir durumdur. Böyle bir insanın, bilahare, delil ile, bu şüphelerden döneceği de şüphelidir. Bu durum şahıslara göre değişmektedir.

İşte Kelam'ın hak inanç bahsindeki zararı budur. Ayrıca bid'atçıların inançlarını takviye ederek onları kalplerinde yerleştirir. Öyle ki, bid'atta ısrar eder, onu müdafaa istekleri harekete geçer. Fakat bu zarar, cedelden doğan taassup vasıtasıyla meydana gelir. Bu hikmete binaen, halk tabakasından bazı bid'atçıların bu inançlarını yumuşaklıkla, en kısa bir zamanda kazımak mümkün olmaktadır. Ancak mücadele ve taassup beşiği olan bir memlekette doğup büyümüşse o zaman iş değişir. Bu durumda geçmiş ve gelecek alimlerin hepsi bir araya toplanarak onu bid'atından caydırmaya çalışsalar yine de muvaffak olamazlar ve bu kötü bid'atı onun göğsünden söküp atamazlar. Bilakis nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu kalbini öyle kaplamış ve onu hakkın idrakından öylesine uzaklaştırmıştır ki, böyle bir insana "Acaba Allah'ım, kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle hakikatin, gözle görülecek derecede hasmın tarafında olduğunu sana göstermesine razı mısın?' denildiği zaman, hasmının sevinmesinden korkarak, bu hakikate razı olmayacaktır. İşte, memleketler ve milletler arasında yayılan önlenmesi imkansız hastalık budur. Bu, fesadın bir çeşididir ve tartışmacılar taassuba kapılarak bu fesad tohumunu ekmişlerdir. İşte Kelam'ın zararları bunlardır.

Kelam'ın yararlarına gelince, zannedilir ki, Kelam 'ın faydası hakikatleri keşfetmek ve olduğu gibi bildirmektir. Halbuki heyhat! Kelam ilminde bu şerefli gayeyi hedefleyecek bir durum hiç de mevcut değildir. Aksine onda mevcut olan şey karıştırmaktır; keşfetmek ve bildirmekten daha çok dalalete götürmektir. Kelam, muhaddis veya hadîslerin zahirî hükümlerine tabi olan kimselerden dinlenilirse böyledir. Fakat çok zaman kalbe İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır' hükmü gelebilir. Ama bu hükmü evvela Kelam ilmini denemiş, hakikî tecrübelerden sonra ona düşman olmuş ve bu ilimde zirveye yükselmiş, hatta bu hududları da geçerek Kelam ilmiyle ilgili çeşitli ilimlerde de derinleştikçe derinleşmiş ve hakikatlerin marifetine bu yönden, yani Kelam yönünden ulaşmak için yolların kapalı oldugunu kesinlikle öğrenmiş kimselerden işitirsin. Yemin ederim ki, Kelam ilmi, birtakım meselelerin izahını, tarifini ve keşfini yapmaktan hali değildir.

Fakat onun bu durumu, Kelam sanatına dalmadan da kendiliğinden bilinmesi kolay olan apaçık emirler hakkında geçerlidir. Kelam'ın menfaati tektir ve bu da daha önce izah ettiğimiz gibi halk tabakası nezdinde akidenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid'atçıların teşvişinden korumaktır.

Çünkü halk tabakası zayıftır. Bid'atçının küçük bir mücadelesine velev ki o, haddizatında fasık bir insandan gelmiş olsun gönül kaptırabilirler. Fakat fasık ile muaraza etmek de fışkı bertaraf edebilir. İnsanlar daha önce izah ettiğimiz akide ile mükelleftirler. Çünkü şeriat onları, o inançlarla mükellef kılmıştır ve bunda din ve dünyalarının salahı vardır. Selef-i Salihîn ve alimler icma ve ittifakla, halk tabakasının inançlarını bid'atçıların telbis ve teşvişlerinden korumayı zaruri gördüler. Nasıl ki, devletin de avam tabakasının mallarını, zalim ve gasıpçıların tasallutundan korumakla mükellef olduğu gibi...

Kelam'in zararlarını ve yararlarını böyle geniş bir şekilde bildirdikten sonra diyebiliriz ki, tartışmacı, mahir doktor gibi, tehlikeyi keşfedip tedaviyi ona göre ayarlamalıdır. Zira mahir doktor, ilaçları ancak faydalı olabileceği yaralara sürer. Bu da ihtiyaç anında ve ihtiyaç nisbetindedir.

Bu hükmün açıklaması şöyledir: Halk tabakası çeşitli sanat-' larla meşguldür. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz hakîkî akideyi öğrenmek şartıyla onları inandıkları akidelerde sapasağlam bırakmak vacibdir. Zira Kelam'ı bu gibilere öğretmek, katıksız zarardan başka birşey değildir.
Çünkü onların saf zihinleri çoğu zaman Kelam ilminin ayrıntılarıyla karışır, şek ve şüphelere düşer. İnançları sarsılabilir. Delilleri anlayacak iktidarda olmadıkları için de ıslahları mümkün olmaz,
Bid'ata inanan halk tabakasına gelince, bunları hakka, taassupla değil, lütuf ve yumuşaklıkla davet etmek, ikna edici ve latif konuşmalar yapmak suretiyle kalplerine tesir etmek, onu Kur'an ve sünnetin va'z ve korkutma ile karışık delilleriyle ikna etmek en uygun harekettir. Zira böyle bir hareket, kelamcıların şartı üzerine vazedilmiş cedel ilminden daha yararlıdır. Çünkü halk tabakası Cedel ve Münazara ilmini dinledikleri zaman zihinlerinde şöyle bir inanç belirir: Bu, cedelin bir çeşididir. Kelamcı bunu, halkı kendi inancına çekmek için öğrenmiştir. Her ne kadar cevap vermekten aciz kalmışsam da benim mezhep ve meşrebimde bulunan kimseler onu susturmaya muktedirdirler. Bu bakımdan, öyle birisiyle ve bid'ata inanan bir kimseyle de mücadele etmek haramdır. Zira şek ve şüpheye düşen bir kimsenin bu şüphesini, yumuşak konuşmalarla, va'z u nasihatlarla ve Kelam'ın derinliğinden uzak, muhatabca makbul veya yakın görünen delillerle izale etmek vacib dir.

Cedel yoluyla delilleri sayıp münazara etmek, sadece bir yerde yararlıdır. Şöyle ki: Mesela halk tabakasından birisi, başkasından dinlediği bir cedel ile herhangi bir bid'ata saplanmış ve inanmıştır. İşte böyle bir kimseye karşı hakka dönsün diye kendisini bid'ata inandıran Cedel'in benzeriyle mukabele edilir. Bu da, mücadele ilmiyle ürısiyeti olan ve artık halk tabakasına yapılan va'z u nasihat ve korkutmalardan ibret almayacak dereceye gelmiş bir kimse hakkında icra edilir. Zira böyle bir kimseyi ancak cedel macunları şifaya kavuşturabilir. Bu bakımdan, bu gibilerle müna-zaraya girmek caizdir. Ancak böyleleriyle yapılacak münazara sınırlı olmalıdır.

Bid'atların az bulunduğu ve çeşitli mezheplere sahne olmayan memleketlerde ise sadece İslamî inançların kendileri söylenebilir, onları ispatlayıcı deliller serdedilemez. Bunun için şüphenin vu-kuu beklenir. Eğer şüphe vaki olursa bunu izale edecek kadar delil getirilmesine tevessül edilir. Eğer bid'at, memlekette yayılmışsa ve müslüman yavrularının kandırılmasından korkuluyorsa, o vakit, Risale-i Kudsiye adlı kitabımızda hududları gösterilen Kelam miktarının öğretilmesinde beis yoktur. Böyle bir durumda, müslüman yavrulara o kadarcık Kelam ilmi öğretilmelidir ki, bid'atçılarla mücadele anında o mücadelelerden gelen menfî tesirleri defedebilsinler. İşte bu, Kelam'ın muhtasar miktarıdır. Biz, mezkûr risalemizi, kısa olduğu için, bu kitabımıza dercetmiş bulunuyoruz. Bu risaleyi okuyan talebede; zeka ve uyanıklık varsa ve zekasıyla kendisine tevcih edilen sualin yerini biliyorsa veya nefsine herhangi bir şüphe gelmişse, o zaman mahzurlu olan illet başgöstermiştir ve hastalık belirli bir hale gelmiştir. Bu bakımdan el-İktisad fil-îtikad adlı ve elli sayfadan ibaret bulunan kitabımızdaki Kelam miktarını öğrenmeye teşebbüs etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.

Bu kitabımızda, akaid kaideleri üzerinde düşünmenin hududları aşılmamış, kelamcıların diğer bahislerine yer verilmemiştir. Eğer kitabımız talebeyi ikna ederse ne ala... İkna etmezse, o zaman hastalık müzmin bir hale gelmiş ve şiddeti yükselmiştir.

Bu hastalık bulaşıcıdır. Bu bakımdan kendisini tedavi eden doktor (hocası), imkan nisbetinde, yumuşak bir şekilde hastalığın giderilmesine çalışmalıdır ve bununla beraber hakkındaki ilahî kaza ve kaderi de beklemelidir ki ya Allah Teala'nın uyarmasıyla hakkı bulsun ya da şek ve şüpheye devam ederek kendisi için takdir edilen sona doğru sürüklenip gitsin.

el-İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde ve ona benzer kitaplarda Kelam'ın, yarar verecek bir miktarda olması umulmaktadır. Bu kitabın ihtiva ettiği miktardan fazla olan Kelam ise iki kısma ayrılır:
A) Akaid kaidelerinin gayrinden bahseden kısımdır. îtimad ve idraklardan bahsetmek gibi. Görgü bahsine dalmak, onun men
veya amyî diye adlandırılan bir zıddı var mıdır, yok mudur; eğer zıddı varsa birdir, o da görünmeyenlerin tamamından menolmaktır veya görünmesi mümkün olan herşey için adetleri miktarınca bir men'in sabit olması ve daha bunlardan başka nice hurafeler, dalalete götürücü tabirler ve terimler...17
B) Dinî inançlara ait kaidelerin isbatında kullanılan delilleri mecrasından çıkarıp daha fazla ve teferruatlı bir şekilde takrir ve mevzuun dışında birtakım sualler ve cevaplarla irad etmektir. Bu, dinleyenleri daha fazla dalalete sürükleyen, dinî akidelerle ikna olmayan bir kimseyi daha fazla cehalete sevketmek için sarfedilen bir gayrettir. Çünkü birçok konuşmalar vardır ki, uzatıldıkları takdirde daha fazla karışıklığa sebep olmaktadır.

Eğer birisi çıkar da; 'İdrak ve itimadlara ait hükümlerden bahsetmekte, okuyucu ve dinleyicilerin zihinlerini geliştirmek gibi bir yarar bahis konusudur; zira kılıcın cihad aleti oluşu gibi, hatırlatmak ve düşünceye sevketmek de dinin aletidir. Bu bakımdan zihinleri böyle bahislerle geliştirmekte bir beis yoktur' şeklinde iddiada bulunursa cevaben deriz ki, bu iddia, tıpkı 'Satranç oynamak, zihnin ve fikrin ufuklarını genişletir. O halde satranç dindendir' demek gibidir. Halbuki satranç, heva ve hevesten başka birşey değildir. İnsan zekası, sair şerî ilimlerle de gelişebilir. Hem böyle bir gelişmenin zekaya herhangi bir zarar getirmesi de tasavvur olunamaz!
Bu kadarcık bir açıklama ile Kelam ilminin mezmûm ve memduh (övülen ve yerilen) kısımları bilinmiş oldu. Yine Kelam ilminin hangi durumda kötüleneceği ve hangi durumda övüleceği; bu ilimden kimin yarar veya zarar göreceği keyfiyeti de bu açıklamalarla öğrenilmiş bulunmaktadır.

'Bid'atçıyı reddetmek hususunda Kelam ilmine ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Zamanımızda da bid'atlar yayılmış ve umumî bir bela halini almış olduğundan dolayı Kelam ilmine ihtiyaç olduğu bir gerçektir; o halde bu ilmin bilinmesini farz-ı kifaye saymak icap eder. Tıpkı mal ve can emniyetini koruyan idarecilik, hükümdarlık ve benzerlerini bilmek gibi...

Diğer taraftan alimler Kelam ilmini neşretmek, okumak ve araştırmakla iştigal etmedikçe bu ilim devam etmeyecek ve ortadan kalkacaktır. Halbuki bu ilim olmadan insanların, mücerred tabiatlarında bid'atçıların şüphelerini hall ü fasletmek keyfiyeti mevcut değildir.

Bu bakımdan en uygun yol, Kelam ilmini okutmanın ve araştırmanın da farz-ı kifayelerden sayılmasıdır. Ama ashab-ı kiramın zamanı, bu hükmün dışındadır. Çünkü 'o devirde bu ilme şiddetli ihtiyaç yoktu' derseniz, bilin ki, Kelam ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur:
Her memlekette bu ilmi bilen, bid'atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttır. Bu durumda ancak Kelam ilmini talim etmekle mümkündür. Fakat Fıkıh ve Tefsir ilimleri gibi, bütün müslümanlara Kelam öğretilmesi doğru değildir. Zira Kelam ilmi deva, Fıkıh ise gıda gibidir. Gıdanın zararından korkulmaz. Amma daha önce de söylediğimiz gibi, zararın çeşitleri vardır.

Bu bakımdan bir alim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir:
1- Kelam ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmi çalışmalara adamış olmalıdır. Zira başka bir sanatla iştigal edenleri, bu meşguliyetleri, ilmin tamamını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten men etmektedir.

2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zeka, sür'at-i intikal ve fesahat bulunmalıdır. Çünkü zekası müsait olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamaz. Sür'at-ı intikale sahip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamaz. Bu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaat-tan çok zarar vardır.

3- Kelam ilmini öğrenenin tabiatında salah, diyanet ve takva hasletleri bulunmalıdır. Şehvetleri kendisine galip gelmemelidir. Çünkü fasık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olur. Zira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilir. Böyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklifin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganimet ve fırsat addeder. Elbette ki böyle bir insanın fesadı, ıslahından kat kat fazladır.

Bu ince taksimatları bildiğin zaman, sana gün gibi aşikar olur ki, Kelam ilminin medhedilen bu delilleri ancak Kur'an'ın ince, kalpleri tesir altına alıcı, nefisleri ikna edici kelimeleri cinsinden-dir; yoksa birçok insanın anlayamadığı inceliklere ve taksimlere dalmak değildir. Farzedelim ki, insanlar taksimata ve anlaşılamayan inceliklere vakıftırlar. Böyle de olsa onların birer balon, sahibinin elinde zihinleri karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan birer konuşma sanatı olduğuna inanırlar. Fakat bu incelikleri bilen bir insan, bu sanatta, kendisi gibi mahir birisiyle karşılaştığı zaman mukavemet gösterir ve çok inatçı bir şekilde mücadeleye devam eder.

Daha önce, İmam Şafiî ve bütün selef alimlerinin, işaret ettiğimiz zararlardan ötürü Kelam ilmine dalmayı yasakladıklarını biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki, İbn Abbas'ın Haricîlerle olan, Hz. Ali'nin ve başka selef alimlerinin kader hakkındaki münazaraları herkesçe bilinmektedir. Bunların hepsi ihtiyaç anında yapılmıştır.

Böyle bir münazara ise her an güzeldir ve övülmeye layıktır.
Evet, zaman değişir. Bazan Kelam ve Cedel ilmine ihtiyaç çok, bazan da az olur. Bu sebeple Kelam ilmiyle ilgili hükmün değişmesi her an için mümkündür.
Halk tabakasının inanmakla mükellef bulunduğu, yolunda mücadele ettiği ve şüphelerden koruduğu hüküm işte bu zikredilendir. Şüphelerin izalesine, hakikatlerin keşfine, eşyanın olduğu gibi bilinmesine, bu kaidenin lafızlarının zahirden anlaşılan sırlarının idrakına gelince, onun anahtarı ancak ve ancak mücahededir. Şehvetlerin yok edilmesi, tamamen Allah'a yönelik bir fikre dalınması, Allah'ın mahza rahmetidir. Bu rahmetin güzel kokularına talip olanlar, ondan ancak nasipleri kadar feyz alır. İsteyenler, o rahmeti kabul edecek yerin genişliği ve kalbin temizliği nisbetinde nasibdar olur. Bu rahmet derinliği idrak edilemeyen ve sahiline varılamayan bir denizdir ...

Mesele
'Senin bu konuşman, bu ilimlerin zahir ve batınlarının olduğuna işarettir. Bir kısmı gözle görülür derecede açıktır. Bir kısmı da gizlidir, ancak mücahede, riyazat ve fütursuz araştırma, saf fikir, matlubda başka dünyanın bütün meşgalelerinden hali bulunan sır ile açılıp vuzuha kavuşur. Bu iddia ilk bakışta, şeriata muhalif gibi görünür. Zira şeriatın zahiri ve batını gizlisi ve açığı yoktur. Bilakis şeriatta zahir, batın, gizli ve açık hepsi birdir' diyecek olursan, bilmiş ol ki, bu ilimlerin, gizli ve açık diye ikiye taksim edilmesi, hiçbir basîret sahibi tarafından inkar edilemeyen bir hakikattir. Bu hakikati ancak, çocukluk devresinde birşeyler öğrenmiş ve bilahare malûmatı donmuş; zirveye, alim ve velilerin makamına erişmemiş acizler inkar eder. Bu keyfiyet şer'î deliller,den açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ki, Kur'an'ın hem zahiri ve hem de batını vardır. Kur'an'ın haddi ve matla'ı vardır.18

Hz. Ali (göğsüne işaret ederek) şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak burada çok ilim vardır. Keşke bu ilimleri taşıyıcı kimseleri bulsaydım

Hz. Peygamber başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır:
Biz peygamberler, Allah tarafından halk ile akıllarının alabileceği bir şekilde konuşmakla emrolunduk.19

Bir kimse, bir kavme, anlayamayacakları bir konuşma yaparsa, onun bu konuşması, onlar için fitne vesilesi olur.20

Allah Teala da şöyle buyuruyor:
Biz bu misalleri, insanlar için açıklıyoruz. Bunları (bu misallerin güzelliklerini ve faydalarını) ancak alimler anlar.
(Ankebût/43)

Hz. Peygamber diğer bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz, ilmin bir kısmı vardır ki, hazinelere benzer. O'nu ancak Allah'ı bilen alimler çözer. Çözüldükten sonra da onlara ancak Allah'tan gafil bulunan kimseler hücum ederler.21

Bu hadîs-i şerîfî Kitab'ul-îlim'de de zikretmiştik. Diğer bir hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur:
Eğer benim bildiklerimi siz de bilseydiniz, mutlaka az güler ve çok ağlardınız.22

Fakat Hz. Peygamber; kendisinin bildiği fakat bizce bilinmeyen bir sırrı Allah tarafından 'İnsanların anlayışı bu sırrın idrakından acizdir, onun için bunu ifşa etme emri veya buna benzer birşey bulunmasaydı neden ifşa etmesindi? Hz. Peygamber bunu ashab-ı kirama (veya umum halka) niçin söylemesindi? Şek ve şüphe yoktur ki, eğer Hz. Peygamber bildiklerini söyleseydi, dinleyenler kendisini tereddütsüz tasdik edeceklerdi.

İbn Abbas (r.a) 'O Allah'tır ki, yedi gök ve arzdan da onların mislini (yine yedi kat) yaratmıştır. Allah'ın emir ve kazası bütün bunların arasında inip duruyor. Bilesiniz ki, Allah herşeye kadirdir ve ilmiyle herşeyi kuşatmıştır' (Talak/12) ayeti münasebetiyle 'Eğer bu ayetin gerçek yorumunu söylesem, mutlaka beni taş yağmuruna tutardınız' (Başka bir rivayette ise ".. mutlaka bana 'kafirsin' derdiniz") buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyuruyor: 'Hz. Peygamber'den iki yük dolusu ilim öğrendim. Birisini neşrettim ve söyledim; diğerini ifşa etseydim mutlaka kafam kesilirdi'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ebubekir size üstün olmasını çok oruç veya çok namazla değil, göğsünde yerleşen bir sır ve hikmet sayesinde sağlamıştır.23

Allah Teala Hz. Ebubekir'den razı olsun! Hiç kuşkusuz üstünlüğüne vesile olan göğsündeki sır, dinî kaidelerle ilgili ve onların dışına çıkmayan bir hakikattir. Halbuki dinî kaidelerden olan birşey, zahirî cephesiyle Hz. Ebubekir'den başka müslüman-larda da görünmektedir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Âlimin ilmi üç kısımdır:
1- Zahir ilmi; bu ilmi, zahir ehline verir.
2- Batın ilmi; bunu da ancak batından anlayanlara izhar eder. 3- Kendisi ile Allah arasında bulunan ilim ki bu ilmi hiçbir kimseye izhar etmeye me'zun değildir'.

Ariflerin bazıları 'Rubûbiyetle ilgili sırrı ifşa etmek, küfrün ta kendisidir' buyurmuştur.
Bazıları da şöyle dedi: 'Rubûbiyetle ilgili bir sır vardır. Eğer iz-har edilirse, nübüvvet iptal edilir. Nübüvvetin de bir sırrı vardır. Eğer o sır keşfedilirse, ilim iptal edilir. Allah'ı bilen alimlerin de bir sırrı vardır. Eğer o alimler bunu izhar ederlerse ahkam-ı diniyye iptal olunur'.

Eğer bu sözü söyleyen zat, peygamberliğin, zayıf kimselere verilmeyeceği için iptal olunacağını kastetmemişse bu söz yanlış ve hilaf-ı hakikattir. Sahih ve doğru hüküm şöyledir: O gizli ve rubûbiyetle ilgili sır ile nübüvvet arasında hiçbir şekilde tenakuz mevcut değildir ki, izharı ile nübüvvet iptal edilsin. Kamil insan, kalbindeki nurun marifet ve takva nuruyla çelişmediği ve sönmediği bir kimsedir. Takvanın zirvesi ise nübüvvettir.

Mesele
"Zikrettiğin bu rivayetlerin ve hadîslerin birtakım te'villeri vardır. Bu bakımdan zahir ile batının ihtilafını beyan ediniz. Çünkü eğer batın, zahirle çelişiyorsa, o vakit batında şeriatın iptali sözkonusudur. Bu 'Hakîkat, şeriatın hilafıdır' diyen bir kimsenin iddiasıdır. Böyle bir iddia ise küfrün ta kendisidir. Çünkü şeriatın zahirden, hakikatin ise batından ibaret olduğu iddia ediliyor. Eğer zahir ile batın arasında tenakuz ve ihtilaf yoksa o vakit batın, zahirin ta kendisi demektir. Bu bakımdan ilmin, zahir ve batın olarak taksim edilmesi keyfiyeti de ortadan kalkmış olur. Bu keyfiyet ortadan kalkınca da şeriatın ifşa edilmeyecek herhangi bir sırrı kalmaz. O vakit hafî ile celî (zahir ile batın) aynı şey olur" dersen, bilmiş ol ki, bu sual büyük bir felaketi tahrik etmekte, dolayısıyla insanı, Mükaşefe ilimlerini inkar etmeye sürüklemektedir. Bu da Muamele ilminin maksûdunun dışına çıkmaktır. Halbuki kitabımızın hedefi muamele ilminin dışına çıkmamaktadır. Çünkü daha önce zikrettiğimiz inanç ve akideler, kalbin vazifelerindendir. Biz bu inançları, kalben tasdik ve kabulle mükellefiz; hakikatlere varacak derecede incelemekle mükellef değiliz. Böyle bir mükellefiyet halkın umumuna yüklenmemiştir. Eğer zikredilen inançlar, amel kısmına dahil olmasaydı, onları bu kitaba dersetmezdik. Eğer onlar, kalbin zahiriyle ilgili amellerden olmayıp sadece batını ile alakadar olsalardı, biz onları kitabımızın birinci kısmında irad etmezdik. Hakîkî keşfe gelince: O, kalp sırrının sıfatı ve batınıdır. Fakat hayali, zahir ile batının mütenakız olduklarına dair bu sualde olduğu gibi tahrik etmeye dalındığı zaman bu meseleyi hall u fasl edecek veciz bir kelama ihtiyaç vardır.

'Hakîkat, şeriata muhaliftir veya batın zahire mün'akizdir' diyen bir kimse imandan çok küfre yakındır. Mukarreblerin özelliği bulunan sırlar ki bunları mukarreblerin dışında çoğu kimseler idrak edemez ve işlemeye de yeltenmez.

Muhabir: Yazar Silinmiş