Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulan sureler, Kur'an'da yer alıyor. Bunlardan biri olan Duha Suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Duha Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

1. Yemin olsun güneşin yükselip en parlak halini aldığı kuşluk vaktine,

Rivayete göre risaletin ilk zamanlarında Resûlullah (s.a.s.)'e vahyin gelmesi kısa bir müddet kesilmişti. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzüldü. Bunun kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle olmasından korku ve endişe duyuyordu. Müşriklerin de onun Rabbi tarafından terk edildiği yönünde ithamları oluyordu. (bk. Buharî, Tefsir 93; Müslim, Cihad 114-115) Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)'in hüznünü gidermek ve onu teselli etmek üzere bu sûre iner. Güneşin aydınlığının her tarafı kuşattığı kuşluk vaktine ve iyice sükûn bulduğu geceye yemin edilerek, Cenab-ı Hakk'ın onu asla terk etmediğini ve ona darılmadığını müjdeler.

Gündüz ve gecenin nasıl bir hikmeti varsa, vahyin kesilmesinin de mutlaka bir hikmeti vardır. Bunun Allah'ın terk etmesi veya darılmasıyla bir alakası yoktur. Belki vahyin kesilmesinin, gündüz ve geceye yemin edilmesi ile şöyle bir irtibatı olabilir: İnsan gündüz çalışır, çabalar ve yorulur. Bu bakımdan gece karanlığı, yorgun olan insanın sükûnet bulması ve dinlenmesi için lüzumlu olur. Aynı şekilde ilk olarak gelen vahiyler, henüz bu işe yeni başlamış olan Peygamberimiz (s.a.s.)'e çok tesir ediyordu. Rûhen ve bedenen gerginliğe ve yorgunluğa sebep oluyordu. İşte bir müddet vahyin kesilmesi, Efendimiz (s.a.s.)'in gerginlikten kurtulup sükûnet bulması içindir. Bir manada vahiy güneş aydınlığı gibiyken, onun kesilişi de gecenin sükûnetine benzetilmiştir.

Akabinde Cenab-ı Hak, Habîbi'ni bırakmadığının ve darılmadığının bir işareti olarak öncelikle ona geleceğe ait müjdeler verir:

2. Karanlığı koyulaşıp sükûnete erdiği zaman geceye ki:

3. Rasûlüm! Rabbin seni ne terk etti ne de sana darıldı.


Rivayete göre risaletin ilk zamanlarında Resûlullah (s.a.s.)'e vahyin gelmesi kısa bir müddet kesilmişti. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzüldü. Bunun kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle olmasından korku ve endişe duyuyordu. Müşriklerin de onun Rabbi tarafından terk edildiği yönünde ithamları oluyordu. (bk. Buharî, Tefsir 93; Müslim, Cihad 114-115) Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)'in hüznünü gidermek ve onu teselli etmek üzere bu sûre iner. Güneşin aydınlığının her tarafı kuşattığı kuşluk vaktine ve iyice sükûn bulduğu geceye yemin edilerek, Cenab-ı Hakk'ın onu asla terk etmediğini ve ona darılmadığını müjdeler.

Gündüz ve gecenin nasıl bir hikmeti varsa, vahyin kesilmesinin de mutlaka bir hikmeti vardır. Bunun Allah'ın terk etmesi veya darılmasıyla bir alakası yoktur. Belki vahyin kesilmesinin, gündüz ve geceye yemin edilmesi ile şöyle bir irtibatı olabilir: İnsan gündüz çalışır, çabalar ve yorulur. Bu bakımdan gece karanlığı, yorgun olan insanın sükûnet bulması ve dinlenmesi için lüzumlu olur. Aynı şekilde ilk olarak gelen vahiyler, henüz bu işe yeni başlamış olan Peygamberimiz (s.a.s.)'e çok tesir ediyordu. Rûhen ve bedenen gerginliğe ve yorgunluğa sebep oluyordu. İşte bir müddet vahyin kesilmesi, Efendimiz (s.a.s.)'in gerginlikten kurtulup sükûnet bulması içindir. Bir manada vahiy güneş aydınlığı gibiyken, onun kesilişi de gecenin sükûnetine benzetilmiştir.

Akabinde Cenab-ı Hak, Habîbi'ni bırakmadığının ve darılmadığının bir işareti olarak öncelikle ona geleceğe ait müjdeler verir:

4. Senin için sonsuza dek bir sonraki an, bir önceki andan, ahiret de dünyadan daha hayırlı olacaktır.

5. Rabbin sana istediklerini verecek, sen de razı olacaksın.


Buna göre:

› Resûlullah (s.a.s.) için sonsuza dek bir sonraki an bir önceki andan, sonra gelen önce gelenden, işin sonu başından daha hayırlı olacaktır.

Bunu açmak gerekirse, hayatının başlangıcına göre peygamberlik dönemi; vahyin başlangıcına nazaran bir müddet kesilmesi; kesilmesine nazaran tekrar başlaması; bu sûre indikten sonra karşılaşacağı her halin, her işin başına göre sonu; içinde bulunduğu saat, gün, hafta, ay ve yıla göre gelecek saat, gün, hafta, ay ve yıl daha hayırlı olacaktır. Neticede ahiret de onun için dünyaya göre hayırlı olacaktır. Bu müjde, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) her an, her nefes Yüce Rabbine doğru kesintisiz ve düşüşü olmayan bir yükseliş halinde olduğunu haber verir. Bu müjdenin, Mekke'nin ilk yıllarında Peygamberimiz (s.a.s.)'in, yanındaki bir avuç müslümanla görünüşte muzaffer olmasına küçük bir ihtimal bile yokken verilmiş olması daha büyük bir mana ifade eder.

› Rabbi ona hem dünyada hem ahirette büyük ihsanlarda bulunacak, O da hem Rabbinden hem de verdiklerinden razı olacaktır.

Nitekim Efendimiz'in tebliğ ettiği İslam, kısa zamanda yayıldı. Kendi asrında, hulefa-i raşidîn döneminde ve diğer müslüman hükümdarlar devrinde fetihlerle yüceldi. İslam yeryüzünün doğusuna, batısına, her tarafına ulaştı. Âhirette ise Efendimiz cennetin en güzel yerinde, Makam-ı Mahmud'da olacaktır. Kendisine şefaat-ı uzma hakkı verilecektir. Bu ayet-i kerîme Kur'an-ı Kerîm'de en çok ümit veren ayetlerden biridir. Çünkü ümmetine çok düşkün olan merhamet ummanı Efendimiz, ona ümmet olma şerefini taşıyan herkese şefaat edip onu cehennemden kurtarmadan gönlü razı olmaz.

Yüce Allah, geleceğe ait verdiği bu müjdeleri mutlaka yerine getireceğine dair bir teminat olarak, bu kez de Efendimiz (s.a.s.)'e, küçüklüğünden itibaren bulunduğu ihsanları hatırlatmaktadır:

6. O, seni bir yetîm olarak bulup da barındırmadı mı?

7. Seni dinî hükümlerden habersiz bulup vahyederek dosdoğru yola eriştirmedi mi?

8. Seni yoksul bulup zengin etmedi mi?


Efendimiz (s.a.s.)'e olan bu ilahî lutuflar şunlardır:

Birincisi; Resûlullah (s.a.s.), ana karnında altı aylık iken babası ölmüş, dünyaya yetim olarak gelmişti. Altı yaşına kadar onu annesi şefkatle büyüttü. Annesinin vefatından sonra sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalip onu istisnaî bir muhabbetle yetiştirdi. Dedesinin ölümünden sonra, amcası Ebu Talib onu himayesine aldı. Gerçek bir baba gibi onu muhabbetle koruyup kolladı. Hatta nübüvvetten sonra bile bütün Kureyşi karşısına alarak, göğsünü on sene kadar yeğeni için siper etmişti. İşte bunlar, o Yetîm hakkında ilahî himaye ve barındırmanın beşer planında bir tecellisinden başka bir şey değildi. Dileseydi onu sahipsiz bırakıp heba edebilirdi. Fakat merhamet etti, onu sadefinde saklı dürr-i yetîm gibi tertemiz büyütüp yetiştirdi.

İkincisii; Resûl-i Ekrem (s.a.s.), kendisine vahiy gelmeden önce kırk sene Mekke'de müşrik bir toplum içinde yaşadı. Kendisi hanîfti. Allah'ın birliğine inanıyor, putlara asla tapmıyor, toplumda iyice yaygınlaşmış olan hiçbir günaha tevessül etmiyordu. Ahlak yönünden de pek yüksek bir seviyeye sahipti. Fakat günahlara dalmış insanların durumuna üzülüyor, onların kurtuluşu için çareler düşünüyor, lakin ne yapacağını bilemiyordu. O hiçbir zaman akıl ve din yönünden sapık olmamıştır. Fakat Kur'an gibi mûcize bir kitaptan, İslam gibi insanlığın kurtuluşunun reçetesini sunan mükemmel bir dinden haberdar değildi. Allah ona peygamberlik verip vahiy göndererek onu doğru yola eriştirmiştir. Çaresiz insanlara nasıl el uzatıp, hastalıklarına deva olacağını öğretmiştir. İşte ayette ضَٓالًّا (dāllen) ve هَدٰى (heda), kelimeleriyle bu durum kastedilir.

Nitekim onun bu haline işaret eden şu ayet-i kerîme dikkat çekicidir:

"İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur'an'ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Biz Kur'an'ı bir nûr kıldık ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ulaştıralım. Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın." (Şûra 42/52)

"Sen, aslında bu kitabın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu sana ancak Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde sakın kafirlere arka çıkma!" (Kasas 28/86)

Üçüncüsü; Allah Resûlü (s.a.s.) fakir bir ailede doğup büyüdü. Babasından kendisine fazla bir miras da kalmamıştı. Sonra Cenab-ı Hak onu önce Şam'a yaptığı ticaret seferinden elde edilen bereketli kar ile zengin etti. Hz. Hatice ile evlendikten sonra da ona bütün servetini hibe etmesiyle zengin kıldı. Daha sonra kendisine ilahî bir lutuf olarak ihsan buyrulan fetihler ve ganimetler ile zenginlik elde edilmiştir. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.), kendine ihsan edilen bütün imkanları, ailesinin zaruri ihtiyaçları dışında Allah yolunda sınırsız bir cömertlikle harcamıştır. Buradaki "zenginleş­tirme"den maksat, Cenab-ı Hakk'ın Habîbi'ne gönderdiği vahiy ile onun ruh alemini, kalp dünya­sını zenginleştirmesi, onu hem kendisini hem tüm beşeriyeti aydınlatabilecek zenginlik­te hakikatlere mazhar kılması da olabilir.

Yüce Mevlamız, ihsan buyurduğu bu nimetler mukabilinde Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)'e şu üç şeyi yapmasını emir buyurur:

9. Öyleyse sakın yetîmi ezme, onu küçümseyip üzme.

10. İsteyeni de azarlama.

11. Rabbinin her türlü nimetini şükürle an ve anlat!


Birinci talimat yetimlerle alakalıdır. Yetîmi ezmemek; onu zayıf görüp küçümseyerek üzmemek istenir. Onun maddeten ve manen tüm haklarının korunması ve en küçük bir hakkının yenmemesi talimatı verilir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.) yetimliği tatmış ve hakkındaki ilahî lütfu görmüştü. Yetîm büyüyen, yetîmin halinden daha iyi anlar. Bu sebeple yetimlik zamanında kendi gördüğü ilahî lütfu, ümmetinin yetimlerine göstermekle mesul tutuldu. Bu yüzdendir ki Resûlullah (s.a.s.) yetimlere son derece alaka gösterir, tüm ihtiyaçlarını karşılar, müslümanları da bu hayırlı amele teşvik ederdi:

"müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetîme iyi muamele edilen evdir. müslümanlar içinde en kötü ev de yetîme kötü muamele edilen evdir." (İbn Mace, Edeb 6)

"Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu mutlaka cennete koyar." (Tirmizî, Birr 14/1917)

"Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır..." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250)

Merhamet Ummanı Efendimiz (s.a.s.)'in şu örnek davranışı ruhları tesir altına alıp mü'mini yetimlerin hamisi olmaya yönlendirme bakımından ne kadar güzeldir:

Beşir b. Akrabe (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Uhud günü Resûlullah (s.a.s.) ile karşılaştım.

«−Babam ne durumda?» diye sordum.

«−Şehîd oldu, Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun!» buyurdu. Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve devesine bindirdi. Sonra da:

«−Ben baban, Âişe de annen olsun istemez misin?» buyurdu. Ben de:

«−Anam-babam sana feda olsun ya Resûlallah, tabiî ki isterim!» dedim.

Şu anda saçlarım ağardığı halde, Resûlullah'ın mübarek elinin değdiği yerler hala siyah kalmıştır." (Heysemî, Mecma'u'z-zevaid, VIII, 161; Ali el-Müttakî, Kenzu'l-ummal, XIII, 298/36862)

İkinci talimat el açıp bir şey isteyen veya ilim ve benzeri herhangi bir talepte bulunan kimseyle alakalıdır. Bunları azarlamak, onlara sert konuşmak yasaklanır, onlara iyi davranmak emredilir. Eğer bir kimse maddi manada bir hacetini dile getirdiğinde, şayet imkan varsa ona yardım edilmelidir. Eğer yardım etme imkanı yoksa yumuşak sözle ve nezaketle özür beyan edilmelidir. Fakat hiçbir şekilde azarlamak, sert davranmak ve kovmak caiz değildir.

Allah dostlarından Mahmûd Samî Ramazanoğlu (k.s.)'un şu davranışı bu konuda ne güzel bir örnektir:

Sami Efendi (r.h.)'in bir Anadolu seyahati esnasında Ürgüp'te bir kişi otomobillerini çevirerek kendisinden sigara parası ister. Bir sehavet güneşi olan Sami Efendi, bazı yol arkadaşlarının içten itirazlarına rağmen:

"–Mademki istiyor, vermek lazım" diyerek, etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı hiç düşünmeden verir. Buna memnun olan fakir de niyetini değiştirip:

"–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım" diyerek sevinçle oradan ayrılır.

Bu hadise aynı zamanda sadaka olarak verilen malın helalliği ve niyetin temizliği karşılığında meydana gelen iyilik ve güzellik tecellîsine dair açık ve ibretli bir misaldir.

Diğer ibretli bir misal de meşhûr sûfî Hasan Basrî (k.s.)'tan:

Bir derviş, Hasan Basrî hazretlerinden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi.

"–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!" dediler. Hasan Basrî (k.s.) şöyle cevap verdi:

"–Bir defasında bir muhtaç mescide geldi ve; «Karnım aç!» dedi. Biz gaflet ettik, hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük. O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim» diye yemin ettim." (Topbaş, Faziletler Medeniyeti, II, 308)

Âyette bahsedile اَلسَّٓائِلُ (sail)den maksat "soru soran kişi" de olabilir. Buna göre soru soran kimse ne kadar karışık sual tevcih ederse etsin, her halükarda ona şefkatle cevap vermek gerekir. Böyle durumlarda kızmak, azarlamak ve kovmak caiz görülen bir davranış değildir.

Üçüncü talimat ise Allah'ın nimetlerini şükran ve minnetle anmak ve anlatmakla alakalıdır. Âyette bahsedilen "nimet", Allah Teala'nın Efendimiz (s.a.s.)'e verdiği ve vermeyi va'dettiği her türlü nimetlerdir. Bunların en büyüğü ise şüphesiz Kur'an ve peygamberlik nimetidir. Bu nimetlerin her birinin kendine münasip bir anlatma şekli vardır. İnsanın dil ile Allah'a şükretmesi, bütün nimetlerin kendisine Allah'ın bir lütfu olarak verildiğini bilmesidir. "Nübüvvet nimetini anlatmak", tebliğ ve daveti hakkını vererek ve doğru bir şekilde yerine getirmektir. "Kur'an nimetini anlatmak", onu insanlar arasında yaymak ve talimatlarını insanlara anlatmaktır. "Hidayet nimetini anlatmak", yolunu şaşırmış, sapıklığa düşmüş insanlara doğru yolu göstermektir. Bu işi yaparken de bütün zorluk ve zahmetlere sabırla tahammül etmektir. Bu şekilde her nimete münasip bir şükür ve teşekkür halinde bulunmaktır.

Duha sûresinin peşinden gelmekte olan İnşirah sûresi de, Efendimiz (a.s.)'a olan ilahî lutuf ve müjdeleri saymaya devam edecektir:

Muhabir: Yazar Silinmiş