Haçlıların korkulu rü'yası, Niğbolu fatihi, İklîm-i Rûm Sultanı Yıldırım Bayezit'in hayatı en çok merak edilen Osmanlı sultanları arasına girdi. I. Bayezid (Yıldırım Bayezid) kimdir? Detaylar haberimizde.
KISACA YILDIRIM BÂYEZİD KİMDİR?
Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirne'de doğdu. Babası Murad Hüdavendigar, annesi Gülçiçek Hatun'dur. Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten ve hızlı hareket etmesinden dolayı ona 'Yıldırım' lakabı takılmıştı.
Çocukluğunu Bursa Sarayı'nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük alimlerinden dersler aldı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murad Hüdavendigar'ın vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.
Sırbistan'ın başında, Kosova Savaşında ölen Kral Lazar'ın oğlu Stefan Lazareviç vardı. Barış antlaşması için geldiği Edirne'de kız kardeşi Olivera'yı Bayezid'e verdi. Bu evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kuruldu. Yıldırım Bayezid, Timur'la yaptığı Ankara Savaşı'nda yenildi ve esir düştü. 13 yıl süren saltanatı sonunda esaretinin başlamasından 7 ay 12 gün sonra 1402 yılında vefat etti.
Erkek çocukları: Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi
Kız çocukları: Fatma Sultan
YILDIRIM BÂYEZİD (1389 – 1402)
"Yıldırım Bayezit, (1360-1403) yılları arasında hüküm süren dördüncü Osmanlı Sultanı. Girdiği harplerde gösterdiği cesaret ve manevra kabiliyetinin son derece sür'atli olması dolayısı ile kendisine askerlerce «yıldırım» lakabı verildi.
Babası Murat Han'ın Kosova meydanında şehît olurken yaptığı vasiyeti üzerine tahta geçti.
YILDIRIM BAYEZİT DİYARI
Kazanılan bu büyük zaferin neticelerini alabilmek için ilerlemeye devam eden I. Bayezit, birçok yeni beldeler fethetti. Bunların arasında meşhûr Üsküp de bulunmaktaydı. Bunu şair şöyle anlatır:
Üsküp ki, Yıldırım Bayezit Han diyarıdır;
Evlad-ı fatihana anın yadigarıdır…
……..
Üsküp ki Şar Dağı'nda devamıydı Bursa'nın,
Bir lale bahçesidir dökülmüş temiz kanın…
Bayezit Han'ın bu ilerleyişi esnasında kendi cülûsunu tebrîke gelen elçilere:
"–Roma'ya kadar ilerleyeceğim!.." demesi, O'nun İslam'ın şevket ve izzeti yolunda kendisi için çizdiği o büyük ufku göstermektedir.
O, akıllara durgunluk verecek cesaret ve şecaati yanında siyasî sahada da son derece maharet sahibiydi. Bizans'ın taht çekişmelerinden istifade etmesini gayet iyi bildi. Hatta hapisteki bir şahsı tahta, tahttakini hapse gönderebilecek derecede müessir oldu. Bu siyasî dehasıyla yaptıklarına mukabil olarak da, Bizans'dan aldığı haracı arttırdı. Ayrıca Bizans'a bir camî inşasını ve orada yaşayan Müslümanlar arasındaki ihtilaflara bakacak şer'î bir mahkeme kurulmasını te'mîn etti.
Şayan-ı hayrettir ki Yıldırım, yine bu siyasî dehası sebebiyle Alaşehir'in üzerine yürüdüğünde, orayı Bizanslılar'dan yine bizzat Bizanslılar'ı kullanarak kendi adına fethettirdi. Bu hadise, tarihin kaydettiği ender vak'alardan olup Yıldırım Bayezit Han'ın i'la-yı kelimetullah yolunda adalet ve firaset üzre sahip olduğu ihtişam ve izzeti; binbir zulümle ayakta durmaya çalışan Bizans imparatorunun da içinde bulunduğu zilleti gösterir.
ANADOLU BİRLİĞİ
Dış siyasetinde birçok olağanüstü başarılar sergileyen Bayezit Han, Anadolu birliği yolunda da büyük adımlar attı. Beyliklerin en büyüğü olan Karamanoğulları'nın büyük bir kısmını Osmanlı'ya ilhak etti. Ancak bu ilhak, ahalînin kendi isteğiyle gerçekleştirilmiştir. Nitekim Âşık Paşazade bu hakîkati şöyle anlatır:
"… Bayezit Han, Konya önlerine geldiğinde, şehrin kapıları kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telaşla kaleye sığındığı için bunları içeri alabilmeleri mümkün olmamıştı. Bunu gören Yıldırım Han'ın askerleri, hisar dibine yaklaşarak Konya halkına seslendiler:
"–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!" dediler.
Halktan birkaç kişi:
"–Bakalım dedikleri doğru mu?" diyerek kaleden çıkıp Osmanlı ordusunun yanına geldi.
Durumdan haberdar olan Bayezit Han, her ihtimale karşı askerlerine şu talimatı verdi:
"–Bunlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Sakın ola kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riayetkar olun; arpa sahipleri, kendi muradlarınca satsınlar!.." dedi.
Böylece gelenler, kendi arzuları istikametinde ve talep ettikleri fiyata satış yaptılar. Akçelerini de alarak hiç ummadıkları büyük bir memnûniyetle kaleye döndüler. Konya halkı, bu gözler yaşartan adalet ve insanlığı görünce, şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar açtı ve Osmanlı'yı içeriye buyur etti. Bu hadiseyi duyan etraftaki diğer bazı şehirler de, elçiler gönderip Osmanlı'yı beldelerine davet eylediler:
"–Buyurun, gelin! Şehirlerimizi sizler idare edin!" dediler.
Anadolu'nun mü'min ve temiz halkı, şairin:
Velîdür her ne "han" kim adil olsa,
Değül ayıp, cihan ana kul olsa..
;Süleyman adl edüp tutdu cihanı,
Süleyman mislüdür han adil olsa…
mısralarındaki inceliği kavramış olarak, adeta Osmanlı'yı can ü gönülden kucaklıyordu.
Tarihin bile gıptayla seyrettiği bu kucaklaşma, Osmanlı adaletinin, kılıcıyla başbaşa yürüdüğünün ve bu yüksek adaletin, Osmanlı'daki satvet ve ihtişamı artırdığının en bariz bir tezahürüdür. Yani Osmanlı, o yüce azamet, satvet ve ihtişamını, mızrak ve süngülerin üzerinde değil, halkın ve milletin kalbindeki sevgi ve muhabbetlerin üzerinde inşa eylemiştir.
NİĞBOLU'YA DOĞRU
Bu arada Osmanlı'nın iyice gelişip güçlenmesinden bütün Hıristiyanlık alemi tedirgin olmaya başladı. Nihayet büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Osmanlı'yı bertaraf edip Bizans'ı kurtarmak ve Müslümanların elinde bulunan Kudüs'ü fethetmek gibi gayelerle teşkîl edilen bu müttefik haçlı ordusu, hemen harekete geçerek Osmanlı topraklarına girdi ve Tuna nehri kıyısındaki Niğbolu kalesini kuşattı.
Bunu haber alan Yıldırım Bayezit, adına yakışır bir hızlılıkla Niğbolu önlerine geldi. Hatta kaleyi teslîm etmemelerini bildirmek için gece yarısı tek başına atına binerek düşman saflarının arasından ustalıkla geçti ve surların dibinden kale kumandanına seslendi:
"–Bre Doğan! Bre Doğan!.."
Sultan'ın sesini tanıyan Doğan Bey, büyük bir şaşkınlıkla derhal burçların üzerinden cevap verdi:
"–Buyurunuz şevketlüm!.."
Sultan Yıldırım Bayezit Han, kısa talimatını bildirdi:
"–Doğan! Ordumla birlikte geldim! Sakın ola kaleyi teslîm etmeyesin!" dedi ve sür'atle geri dönerek karanlıkların arasında gözden kayboldu.
NİĞBOLU ZAFERİ
Ertesi gün kalabalık haçlı ordularıyla yapılan kanlı muharebe, Yıldırım Han'ın kesin galibiyetiyle neticelendi. Bu haçlı ordusuna büyük-küçük bütün Avrupa devletleri asker vermişti. Bunlar arasında onbin Fransız şövalyesi vardı ki: «Gökler yıkılsa, mızraklarımızla tutarız!» diye övünmüşlerdi. Lakin çoğu kılıçtan geçirilen bu şövalyelerin mağrûr reisleri Jan bile esîr olmaktan kurtulamadı. Haçlılar, Osmanlı'nın îmanla yoğrulmuş hamleleri karşısında eriyip tükendi. O gün Yıldırım Bayezit, vücûdunun çeşitli yerlerinden yaralandığı gibi atının da yaralanması üzerine yere düşmüştü. Ancak O, bunlara aldırmayıp yeni bir ata bindi ve harbi bütün kudretiyle idare ederek zafere ulaştı.
Yıldırım Bayezit'in, Müslüman milletler adına haçlılarla tek başına yaptığı Niğbolu harbindeki büyük zaferi, Hıristiyan Avrupa devletlerine karşı elde edilen en büyük muvaffakıyetlerden biridir.
SULTAN-I İKLİM-İ RUM
Bu zafer münasebetiyle Mısır'daki Abbasî halîfesi, Yıldırım Bayezit'e, tebrîk için bir mektûb gönderdi ve ona «Sultan-ı İklîm-i Rûm» diye hıtab etti.
Yıldırım Bayezit, Niğbolu zaferinde birçok asilzade ve şövalyeyi de esîr almıştı. Esîrlerin arasında yukarıda söylediğimiz gibi Fransızların meşhûr şövalyesi korkusuz Jan (Jean) da vardı. Yıldırım Bayezîd Han, onları, fidye karşılığı serbest bıraktı. Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün hepsine bir ziyafet verdi. Bütün şövalyeler, Sultan'ın bu insanî muameleleri karşısında kendilerinin esirlere yaptığı fena davranış ve zulümleri düşünerek son derece mahcûb kaldılar ve:
"–Şu andan itibaren Anadolu ve Rumeli'nin Hakanı Yıldırım Bayezit Han'a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silah kullanmayacağımıza dair namus ve şerefimiz üzerine yemîn ediyoruz!.." dediler.
İHTİŞAM VE CESARET ABİDESİ
Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine Osmanlı'nın ehl-i küfre karşı ihtişam ve cesaret abidesi olan koca Sultan Yıldırım Bayezit Han, gür sesi ile şövalyelere şöyle hıtab etti:
"–Avrupa'da korkusuz lakabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silah kullanmayacaklarına dair etmiş oldukları yemînleri geri iade ediyorum. Gidiniz; yeniden ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz bana bir kez daha zafer kazanmak imkanını verecektir. Zîra ben, Allah'ın dînini yüceltmek üzre Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmak için dünyaya gelmiş olduğumun şuûrunda bir sultanım. Bu itibarla Hazret-i Allah'ın yardım ve nusreti bizimledir. Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allah'dır, elbette onu yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!.."
İşte bu ihtişam ve adalet karşısında yalnız o ziyafete katılan şövalyelerin değil, bütün dünyanın gözleri kamaşmıştı. Nitekim birçokları gibi Salona piskoposu da, Sultan Bayezit'i memleketinin zulümden kurtarılması için davet etti. Yunanistan'ın fethi böylece gerçekleşti.
EMİR SULTAN HAZRETLERİNİN KERAMETİ
Yıldırım Bayezit ile Emîr Sultan Hazretlerinin karşılaşmaları çok ibretlidir:
Rivayetlere nazaran Emîr Sultan, Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezit Han, Macaristan seferinde idi. Yapılan harbin çok şiddetli olması dolayısıyla asker arasında birçok yaralı vardı. Ancak nûr yüzlü bir genç, onların yaralarını sarıyor ve kendilerine dua ediyordu. Yıldırım'ın kendisi de yaralanmış olduğundan bu nûr yüzlü gence içinden akan bir muhabbetle seslendi:
"–Ey yiğit! Benim de kolumda yara var; sarıver!.." dedi.
Emîr Sultan, cebinden çıkardığı bir mendille Sultan'ın yarasını sardı ve askerlerin arasında kayboldu.
Bütün askerler, kısa bir müddet içinde yaralarının tamamen iyileşmiş olduklarını görünce, büyük bir hayretle durumu Sultan'a ilettiler. Bunun üzerine Yıldırım Han, kolundaki yarayı merak ederek mendili açınca, kendisinin de sıhhate kavuştuğunu görüp şaşırdı. Ayrıca koluna sarılan o mendilin yarısı kesilmiş bir nişan mendili (gelinin damada hediye ettiği mendil) olduğunu farkederek hayreti bir kat daha arttı… O genci ne kadar arattıysa da bulduramadı.
Aynı seferde devamlı ilerleyen Osmanlı ordusu, bir kalenin fethinde de hayli güçlük çekmiş, pek çok asker zayiat vererek zor durumda kalmıştı. Sultan Yıldırım Bayezit, neredeyse kalenin düşmesinden ümîdini yitirmek üzereydi ki, birden kale kapılarının ardına kadar açıldığını gördü. Hatta açan kimseyi de hayal-meyal farketti. Sanki bu da, yaralarını saran o nûr yüzlü genç idi. Bu hayret veren manzara karşısında Yıldırım Bayezit, derhal hücûm emri vererek fethi gerçekleştirdikten sonra o maneviyat yiğidini arattırdı, ancak önceki hadisede olduğu gibi yine bulduramadı. Böylece kendisine iki defa en zor anlarında yardım eden o nûr yüzlü genç, gönlünü merak hisleriyle dolduran bir muamma oldu.
Aradan günler geçip Osmanlı ordusu muzaffer olarak Bursa'ya döndüğünde karşılayıcılar arasında o sırada Yıldırım'ın kızı ile evlenmiş bulunan Emîr Sultan Hazretleri de vardı. Bayezit Han, atından inip Emîr Sultan ile musafahalaşırken O'nunla gözgöze geldi ve bu genç zatın harp meydanında yaraları saran kimse olduğunu anladı ve manidar bir şekilde:
"–O el çabukluğu ne idi?" dedi.
Emîr Sultan, tevazu ve mahviyet içinde:
"–Sultanım! Kur'an-ı Kerîm'de buyurulan: «Allah'ın kudret eli, onların elleri üzerindedir!» (el-Feth, 10) beyanı vechile Allah için hiçbir güçlük yoktur!.." dedi.
Yıldırım tekrar sordu:
"–Ya o mendil?!."
Emîr Sultan Buharî Hazretleri, tebessümle cevap verdi:
"–Devletlü babacığım! Yarısı cebimdedir. Ben de damadınız Şemsüddîn Buharî'yim…"
Bundan büyük memnûniyet duyan Sultan Bayezit Han, Emîr Sultan'ın nûrlu çehresine bir daha baktı ve:
"–Kale kapısını açan o yiğit de sendin değil mi?" dedi.
Emîr Sultan, bu suale tatlı bir sükût ile mukabele etti. Sonra biri dünya, diğeri Âhiret sultanı olan bu iki büyük şahsiyet kucaklaşıp Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürde bulundular.
İSTANBUL'U FETHETME GAYESİ
Her Müslüman fatih için ideal olan İstanbul'u fethetme gayesi, Yıldırım Han'ın da en büyük arzusu idi. Bu yolda takdîre şayan gayretleri oldu.
Dört kez İstanbul'u kuşattı. Dördüncü kez yaptığı kuşatmada Bizans, olgun bir meyve gibi ellerine düşmek üzereydi. Zîra Fatih'in fethettiği şartlardan daha uygun şartlara sahip bulunan Yıldırım, bunu değerlendirmiş ve fethe iyice yaklaşmıştı. Fetih, çok kolay bir şekilde gerçekleşecekti. Ancak o sırada Anadolu'yu kasıp kavurmaya başlayan Timur gailesi, bu büyük ve kudsî teşebbüsü akîm bıraktı. Zîra Timur, Osmanlı ile arasındaki bir iki anlaşmazlığı bahane ederek aslında kuru bir cihangirlik adına Anadolu'ya girmişti. İslam'ı yüceltmek yolunda ilerleyerek muhteşem bir mevkîe yerleşmiş bulunan Osmanlı'yı yenmek sûretiyle kendi şöhret ve azametini artırmak niyetinde idi. Öyle ki, bu nefsanî maksad uğruna kazandığı zaferden sonra aklen malûl bulunan Fransa kralına yazdığı bir mektupta Osmanlı'yı ortak düşman îlan etmesi, gayet düşündürücüdür.
ANKARA SAVAŞI'NIN NEDENLERİ
Tarihî bir gerçektir ki Timur, Osmanlı'yla harp etmek husûsunda büyük ölçüde papalığın tahrîkine kapılmıştır. Bu tahrîk direk olarak değil, yanına Müslüman kılığında sızmış bulunan casuslar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu casuslar, zahirde Timur'un aşırı taraftarı gibi görünmüşler, böylelikle gizliden gizliye yaptıkları casusluk faaliyetlerinde başarılı olmuşlardır.
Niğbolu hezîmetini bir türlü hazmedemeyen, ancak elinden de bir şey gelmeyen Papa, Hıristiyan aleminin rahat nefes alabilmesi için Timur'u sürekli olarak Osmanlı'ya karşı kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu tahrîke kapılmak, hamakatten başka bir şey değildir.
Tahrikçilerin diğer kanadını Bizans teşkîl eder. Bütün bunlara beyliklerin bitip tükenmez hırsları da eklenirse, Timur'un, dört bir yandan gelen tahrîklere hangi saikle kapılmış olduğu rahatça anlaşılır.
Bu tahrîklere kapılış ise, Timur'un rûhunu sarmış bulunan benliği ortaya koymaktadır. Eğer Timur, fütûhata niyetlendiğinde evvela kendi benliğini fethetmiş olsaydı, yani bir nefis tezkiyesinden geçseydi, vukû bulan hadiselerin istikameti bambaşka olurdu. Yani Timur, benliğini yenememiş ve dünyanın hakimi olma yolunda «Osmanlı da kim oluyor?» düşüncesiyle hareket etmiştir. Zîra iki tarafın arasının açılmasına sebep olan istekler, devamlı Timur'dan gelmiş, yine ordusunu peşine takarak rakîbinin üzerine yürüyen Timur olmuştur.
Osmanlı üzerine yaptığı seferde Timur, etrafında bulunan kıymetli ulema ve umeranın sözlerini ve îkazlarını duymaz bir haldeydi. Zîra onların re'yi, ekseriyetle Müslümanlar arasında ehl-i küfürle yaptığı gazalar sebebiyle büyük muhabbet kazanmış olan Osmanlı'yla harp etmenin yanlış olduğu yolunda idi.
Timur, o zamanın tankları olan fillerle Sivas kalesini muhasara ettiğinde kalede bulunan Yıldırım Bayezit'in oğlu Şehzade Ertuğrul, şehir eşrafını topladı ve onlara şöyle dedi:
"–Benim vazîfem sizleri muhafaza etmek yolunda gayret sarfetmektir. Timur'un kuvvetleri kıyas edilemeyecek derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilahîdir. Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi şanımıza yaraşır bir şekilde müdafaa etmektir. Biliniz ki Timur, bizim cesedlerimizi çiğnemeden asla bu şehre giremez…"
Bu sözlerinin ardından Şehzade Ertuğrul, dediği gibi hareket etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz bir mukavemet gösterdi. Kahramanca vuruştu. Ancak sel gibi akan bir ordunun önünde cengaverleriyle birlikte nihayet şehadet şerbetini nûş eyledi.
Şehzadeyi bertaraf eden Timur, kaledekilere, teslîm olurlarsa kimsenin kanını dökmeyeceğine dair haber yolladı. Fakat bu söze güvenerek teslîm olan bütün kale müdafîlerini hunharca öldürdü.
Durumu haber alan Yıldırım Bayezit, hem bir kalenin düşmesi hem de birçok yiğitle birlikte evladını kaybetmenin acıları içerisinde derin bir mateme büründü. O sırada Uludağ sırtlarındaydı. İleride hiçbir şeyden haberi olmayan bir çoban, kavalıyla içli içli havalar çalmaktaydı. Koca Sultan, bir müddet kavalı dinledikten sonra çobana derin bir teessür içinde:
"–Çal, çoban çal!.. Keyf de senin, rahatlık da senin… Ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi yiğit evladın mı öldü?.. Çal, çoban çal!.." dedi ve ardından atını hızla Bursa'ya doğru sürüp gitti.
Bayezit Han, Timur'un mektuplarına her ne kadar sert mukabelelerde bulunduysa da, gerçekte buna ve daha sonra harbe Timur tarafından mecbûr bırakılmış bulunmaktaydı. O'nun, Sivas muhafızı Malkoçoğlu Mustafa Bey'e söylediği şu sözler, bunu gayet açık bir şekilde ifade eder:
"–Malkoç Bey! Bunca insanı, husûsiyle de alemden habersiz çocukları dahî feryad ü figan ve iniltiler içinde helak eyleyen Timur gibi zalim ile benim sulh yapacağımı hatırına bile getirme!.."
Yıldırım Bayezit'in başına gelen en talihsiz hadise, hiç şüphesiz ki muhteris bir hükümdar olan Timur ile yaptığı Ankara Muharebesi'dir. Bu muharebe, Osmanlı'nın hazîn mağlûbiyeti ile neticelenmiş ve acı bir fetret döneminin başlangıcı olmuştur. Kuru bir inatlaşmanın neticesi, bütün Anadolu tekrar eski karışıklığa düşmüş ve batıda yapılan İslam fütûhatı bir müddet için de olsa durmuştur. Bu itibarla Timur, her ne kadar şahsî hayatında dindar bir hükümdar olsa da bu inatlaşmanın sonunda yaptığı işler, hiç de bir Müslümanın inanış ve hissiyatıyla bağdaşır bir iş değildir. Zîra Sivas'ta insanları dehşetli bir şekilde öldürmesi ve benzeri davranışları, hiçbir mazeretle te'lîf edilemez.
OSMANLI'YI 50 YIL GERİYE ATAN FELAKET
Diğer taraftan Timur gailesi, Osmanlı'nın batıdaki fütûhatını en az elli yıl geriye atan bir felakettir.
Takdîr edilir ki, bir aile reîsinde benlik olsa, bu menfî husûsiyet, sadece aile fertlerine zarar verir. Ancak bir devletin başında bulunan kimselerde en ufak bir benlik bulunduğu zaman, bu da, büyük bir millet kitlesinin zarar görmesine ve toplum facialarına sebep olmaktadır.
İşte Timur'daki husûsiyet de bu benlikten başka bir şey değildir. O, «Bütün cihana ben hakim olacağım» gayesiyle hareket etmiştir. Yoksa Osmanlı'yla arasında çıkan ihtilaflar, o kadar büyük mes'eleler değildir.
ANKARA SAVAŞI NEDEN KAYBEDİLDİ?
Hal böyleyken Ankara mağlûbiyetine bakarak Yıldırım Bayezit'in müstesna şahsiyeti hakkında yanlış değerlendirmeler yapmak da doğru değildir. Üstelik bu harbi kaybettiren sebep, Yıldırım'ın dirayetsizliği değil, Selçuklu'nun dağılışından o güne kadar devamlı bir sûrette liderlik hırsıyla birbirleriyle çekişen Anadolu beylerinin yine aynı hırsla Sultan'a ihanet edip karşı tarafa geçmeleridir. Yoksa bu ihanetten evvel Yıldırım'ın, çok açık bir şekilde harbi üstün olarak sürdürdüğü, galibiyyete iyice yaklaşmış olduğu tarihî bir gerçektir. Hatta harbin ilk altı saatindeki Osmanlı üstünlüğü karşısında Timur, bir ara îtidalini kaybetmiş ve dizüstü çökerek sulh talebine karar vermişti. İşte tam bu esnada bir hayli uğraşıp da neticede cazib vaadlerle kandırabildiği bir kısım Anadolu beylerinin Yıldırım'a ihaneti, imdadına yetişti ve harp kendi lehine döndü. Bu gerçeği Timur:
"–Bu dervişler döğüşmede kusûr etmediler." diyerek îma ile de olsa itiraf etmekten kendini alamamıştır.
Diğer taraftan onun bu ifadesi, büyük bir hakîkati anlatmakta, yani Osmanlı'nın bir "Gazîler Devleti" olduğu telakkîsinin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Nitekim bu telakkî dolayısıyladır ki, Timur, zaferi kazanmış olduğu halde, üstelik Yıldırım Bayezit Han'ı da esîr almış bulunmasına rağmen Osmanlı ordusunu imha edememiştir. Ganîmetler hariç, milletine hiçbir şey kazandırabilmiş değildir. Timur'un benliği, büyük bir savaşa sebebiyet vermiş ve ardından gözü yaşlı binlerce yetîm, dul ve mazlûm bırakmıştır. Girdiği beldelerdeki halkların Müslüman oluşlarına dahî aldırmayan Timur'un, namus, şeref, mal-mülk v.b. husûslarda ahalîye yapmadığı zulüm kalmamış, özellikle Bursa'da taş üstünde taş bırakmayarak Osmanlı'nın bütün tarihî vesîkalarını yaktırmıştır ki, bu büyük bir cinayettir.
Bu itibarla Timur ve Yıldırım karşılaştırıldığında Yıldırım'ın ondan çok çok üstün bir sultan olduğu aşikardır. Zîra Timur'un devleti, Ankara zaferine rağmen on sene içinde dağılıp gitmiştir. Yani Timur, Osmanlı'dan daha yüksek bir medeniyeti temsîl etmediği için işgal ettiği yerlerden sadece sel suyu gibi gelip geçmiştir. Kalıcı olamamıştır. Hatta kendisinden sonra devleti dağılmıştır. Yerine kalan İlhanlılar da, varlıklarını çok uzun sürdürememişlerdir. Buna mukabil, Yıldırım'ın ardından bıraktığı devlet ise, on sene içinde derlenip toparlanmış ve yeniden dipdiri bir fetih devleti haline gelmiştir.
OSMANLI'NIN EN BÜYÜK HUSUSİYETİ
Bunun sebebi de, Osmanlı'nın, Edebali silsilesi tarafından atılan manevî temellerindeki sağlamlıktır. Nitekim Edebali silsilesinin mübarek elleriyle yoğrulan Osmanlı'nın en büyük husûsiyeti; «Ben baş olacağım!» davası gütmemiş ve bu uğurda Müslüman kanı dökmemiş olmasıdır. Bu husûs çok mühimdir. Anadolu'daki diğer beylikler ise: «Selçuklu'nun yerine ben kalacağım; Anadolu birliğinin başı ben olacağım!» diye birbirleriyle sürekli harp etmişlerdir. Oysa Osmanlı, ehl-i küfürle harbi tercîh etmiş, hizmetlerini nefislerine değil, dîn-i mübîne tahsîs kılmışlardır. Dolayısıyla Osmanlı'nın sür'atli bir şekilde yükselmesinin en büyük sebeplerinden biri budur.
Yani Osmanlı, «hurra…» sesleriyle gelen bir gürûh ile harbetmeyi tercîh etmekle, İslam'daki cihad rûhuna muvafık hareket etmiş, bu sebeple Müslüman kitleler tarafından devamlı destek görmüştür. Diğer Anadolu beylikleri ise, birbirleriyle mücadele etmişler, ancak her iki taraf da «Allah, Allah» sesleriyle üzerine gelenlerle harbettiğinden teb'aları tarafından takdîr ve tasvip görmemişlerdir. Dolayısıyla beyliklerin halkları, vicdanen rahat olamamış ve alttan alta Osmanlı'ya iltihak etmiştir. Bu iltihakı cazipleştirmede en çok muvaffak olan sultanlardan biri de hiç şüphesiz Yıldırım Bayezit'tir.
Dolayısıyla ifade etmelidir ki, eğer Ankara mağlûbiyeti olmasaydı, herhalde Bayezit Han'a yapılan birtakım yanlış isnadlar, vakî olmayacaktı. Şu halde Yıldırım hakkında söylenen birtakım şahsî kusurları da bu zaviyeden mütalaa etmek gerekir.
YILDIRIM BAYEZİT'İN ŞAHSİYETİ
Nitekim o dönem meşhûr şair ve tarihçilerinden Ahmedî, "Tevarih-i Mülûk-i Âl-i Osman" adlı eserinde şöyle der:
"Yıldırım Han, babası ve dedesi gibi adil ve kamil bir Sultandı. İlim ehlini sever, onlara izzet ve ikram eylerdi. Âbid ve zahid kimseleri ziyade hoş tutardı. Kendi zühdü de aşikardı. Gece gündüz taat ile meşgûl idi. Eline içki kadehi bile almamış, hatta çeng ve ney dahî dinlememiştir. O, Ömer -radıyallahü anh- adaletinde bir şah-ı Osmanî'dir."
Velhasıl son sözümüz şudur ki, Yıldırım Bayezit Han, gazîler ve mücahidler sultanı olarak esarette teslîm-i rûh eylemekle şehadet rütbesine nail olmuş büyük bir serdardır."





