İnsanın zayıf yönleri nelerdir? İnsanın zaafları nelerdir? Kuran'a göre insan neden acizdir? Bu yazımızda insan olmanın zayıf noktalarına değineceğiz. Buyurun hep birlikte görelim zaaflarımızı, zayıf noktalarımız, kibrimizi hasedimizi, fesatlığımızı. İşte insanın zaafları...

İNSANIN ZAYIF YÖNLERİ – İnsanın Zaafları

Cenab-ı Hak, insan fıtratına fücûr ve takva tohumlarını ekmiş ve ona her iki alanda da terakkî ve tedennî imkanı sunmuştur. Bu bakımdan insan halet-i rûhiyesinin müsbet ve menfî olmak üzere iki vechesi bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerîm'de insanı nefsin vartalarına düşmekten korumak, onu hayra ve takvaya istikametlendirmek için daha ziyade insan psikolojisinin zaaf noktalarına temas edilmiştir.

1. İnsan Çok Zalim ve Cahildir

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmek­ten çekindiler, (mes'ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim (ve) çok cahildir." (el-Ahzab, 72)

Âyet-i kerîmede geçen "emanet" umûmiyetle insanın Rabbine karşı mes'ûliyetini yani dînî emirleri yerine getirmekle mükellef olmasını ifade eder. İnsan bu emaneti "akıl" ve bunu kullanma kabiliyeti olan "irade" melekesiyle îfa edecektir. Sadece insana tevdî edilen bu emanet, onu diğer bütün mahlûkattan ayıran vasıftır. İnsanın dünya hayatında imtihana tabî tutulması da, bu emanetin kendisine tevdî edilmesi sebebiyledir.

Âyet-i kerîmede emanetin yerlere, göklere ve dağlara teklif edilmesi, onların da bu teklîfi reddetmesi, cemadat olarak bildiğimiz varlıkların bile emanetin mükellefiyetinin ağırlığını fark edebilecek bir şuura sahip olduğunu göstermektedir.

"Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik Allah korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz." (el- Haşr, 21) ayet-i kerîmesinden de anlaşıldığı gibi cemadattan olan dağlar bile ilahî emirlere karşı hissî ve fiilî aksülamellerde bulunabilecek varlıklardır.

Cenab-ı Hak, insanın çok zalim ve çok cahil olduğu için mes'ûliyetten korkmadığını ve "emanet"i yüklendiğini bildiriyor.

Zulmün zıddı "adl"dir. Adl, aynı zamanda amel-i salih manasında kullanıldığından, zulme düşmemek için bolca salih amel işlemeye gayret etmek gerekmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak, Asr Sûresi'nde insanın hüsrandan kurtulması için salih amel sahibi olmasının zarûretinden bahseder.

Cehlin zıddı ise "ilim"dir. İlim de zahirî ve batınî olmak üzere iki çeşittir. İmam Gazalî -kuddise sirruh-, hakîkî ilmin bu iki çeşit ilmi cem etmeye bağlı olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

"Hakîkî alimler, yani peygamber varisleri, zahirî ve batınî ilimleri cem eden alimlerdir!"

Cenab-ı Hak diğer bir ayet-i kerîmede şöyle buyurur:

"Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selîm akıl sahipleri ibret ve öğüt alır." (ez-Zümer, 9)

Zemahşerî, bu ayet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle der:

"Allah Teala bilenler ifadesiyle taat ve ibadet eden kimseleri, bilmeyenler ifadesiyle de böyle olmayan kimseleri kasdetmiştir. Böylece kanitleri, yani taat ve ibadet edenleri alimler saymıştır ki bununla, ameli olmayanın gerçek alim olmayacağına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla bu ayette ilimleri az olup sonra da itaat ve ibadette bulunmayan, hem de o ilimlerine aldanarak dünya husûsunda fitneye düşen kimseler için büyük bir ayıplama vardır. O halde bunlar Allah katında cahil kimselerdir." (Keşşaf, V, 156)

Âyet-i kerîmeler muktezasınca, "amel-i salih" sahibi olup zahirî ve batınî ilmimizi irfana dönüştürebildiğimiz nisbette "zalûm" ve "cehûl" sıfatlarından kurtulmuş oluruz. Yani bu manevî hastalıkları tedavî etmek için ilmî sermayenin yanında kalbî sermaye de lüzumludur.

Ayrıca yukarıdaki ayet-i kerîmelerde Allah -celle celalühû-, insanın, ilahî esrar ve azametten gafil olarak yaşaması netîcesinde dûçar olacağı bedbahtlığı da bildirmektedir.

Sûfîlere göre, insanın öz sıfatı bilgisizliktir. Âyet-i kerîmede cehûl (çok cahil) buyrulması buna bir delîldir. Mutlak ilim, yalnız Allah'a mahsustur. Nitekim Cenab-ı Hak:

"…Size ancak az bir ilim verilmiştir." (el-İsra, 85) buyurur. Buna mukabil Cenab-ı Hakk'ın ilminin nihayetsizliğini ve azametini ifade eden şu ayet-i kerîme ne müthiştir:

"Eğer gerçekten yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de (mürekkep olup) arkasından yedi deniz daha ona eklense, Allah'ın kelimeleri (yazılmakla) tükenmez. Muhakkak ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir." (Lokman, 27)

Şu hadîs-i şerîf de bu hakîkati açıkça beyan etmektedir:

"Hı­zır -aley­his­se­lam-'ın, Mû­sa -aley­his­se­lam-'a acaip, ga­ra­ip ve hik­me­ti meç­hul ha­di­se­ler gös­ter­di­ği se­ya­hat es­na­sın­da bir ser­çe ku­şu ge­le­rek bin­dik­le­ri ge­mi­nin ke­na­rı­na kon­du. Son­ra de­niz­den ga­ga­sıy­la su al­dı. Hı­zır -aley­his­se­lam-, bu man­za­ra­yı Mû­sa -aley­his­se­lam-'a gös­te­re­rek şu teş­bih­te bu­lun­du:

«–Al­lah'ın il­mi ya­nın­da se­nin, be­nim ve bütün mahlûkatın ilmi, şu ku­şun de­niz­den ga­ga­sıy­la al­dı­ğı su ka­dar­dır.»" (Bu­ha­rî, Tef­sîr, 18/4)

Âlimler bu ve benzeri naslardan hareketle şöyle bir netîceye varmışlardır:

İnsanların ilmi, evliyaullahın ilmi yanında deryadan bir katre; evli­yaullahın ilmi, peygamberlerin ilmi yanında deryadan bir katre; peygamberlerin ilmi, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilmi yanında deryadan bir katre ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in ilmi de Allah'ın ilmi yanında deryadan bir katre mesabesindedir.

Ancak, verilen bu az ilimle amel edilip takvaya vasıl olunabilirse, Allah'ın lutfu ve ihsanıyla kul, arif hale gelir. Böylece marifetten, yani Allah'ı hakkıyla ta­nıyabilmekten hisse almaya başlar ve ona esrar-ı ilahî açılır. Nitekim ayet-i kerîmede:

"…Allah'tan ittika edin, Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…" (el-Bakara, 282) buyrulur.

Müfessir Kurtubî, bu ayet-i kerîmenin tefsîrinde şu açıklamayı yapmaktadır:

"Bu ayette Allah'tan ittika edenlere bizzat Allah'ın ilim öğreteceği va'di vardır. Yani takva sahibi olan kulun kalbine Cenab-ı Hak, kendisiyle hakîkatleri idrak edeceği ve hakla batılı ayırabileceği bir nûr ihsan eder." (Kurtubî, III, 406)

Ha­dîs-i şe­rîf­te de bu manayı te'yîden:

"Öğ­ren­dik­le­riy­le amel ede­ne Al­lah Te­ala bil­me­dik­le­ri­ni öğ­re­tir." (Ebû Nu­aym, Hil­ye­tü'l-Ev­li­ya, X, 15) buyrul­muş­tur.

2. İnsan Acelecidir

Allah Teala insan psikolojisinin bu husûsiyetini şöyle beyan buyurmaktadır:

"İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır…" (el-Enbiya, 37)

"İnsan, hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan çok acelecidir!" (el-İsra, 11)

İnsan hayrı istediği gibi, şerri de ister ve yaptıkları ile onu davet eder. Bunun sebebi insanın pek aceleci olmasıdır. Sabır ve tahammül zor geldiği için sonra olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını taleb eder. Bu davranış ise zaman zaman istenmeyen bir netice ile sonuçlanır. Nitekim Mecelle'de: "Kim bir şeyi vaktinden evvel isti'cal eyler ise mahrûmiyetle cezalandırılır." Yani bir şeyin vaktinden önce acele olarak gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmek sûretiyle cezaya dûçar kılınır, denilmiştir.

İnsanın aceleci vasfının bir tezahürü de onun kolay elde etme iştihasında olmasıdır. Zîra o ahiret saadetini, dünyada yaşamak ister. Bu sebeple insanların birçoğu ahireti bırakır da dünyaya meyleder. O büyük ahiret mükafatına ehemmiyet vermediği gibi o acıklı azabı da düşünmez. Aceleciliğinden dolayı hayır ve şerri birbirinden ayırmadığı için akıbetini hesaba katmaz. Âyet-i kerîmede insanın bu aldanışı şöyle beyan buyrulur:

"Hayır! Doğrusu siz acil olan dünya hayatını seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz." (el-Kıyame, 20-21)

Gerçekten insan, öfkelendiği, bir sıkıntıya düştüğü ve güçlüklerle karşılaştığı zaman, muhataplarına çok ko­laylıkla beddua edebilmektedir. Halbuki bu zor ve güç durumlardan sabır ve me­tanetle kurtulmaya çalışmak gerekir. Ancak aceleci yapısı ile insan, böyle durum­larda ümitsiz ve kötümser bir halet-i rûhiye içinde, bazen de teessürünün çokluğundan:

"Allah'ım, canımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!" gibi sözlerle kendisi için beddua eder ki, bunlar asla doğru değildir.

Enes -radıyallahu anh- şöyle anlatır:

"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve:

«–Allah'a bir şey için dua ediyor muydun veya O'ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu. Hasta şöyle cevap verdi:

«–Evet. Allah'ım! Bana ahirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver, diye dua ederdim.»

Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Sübhanallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle dua etseydin olmaz mıydı?: Allah'ım! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!»

Bunun üzerine adam bu duayı yaptı ve şifa buldu." (Müslim, Zikir, 23/2688; Tirmizî, Deavat, 71/3487)

Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:

"Başına bir musîbet geldi diye hiçbiriniz ölümü temennî etmesin. Mutlaka böyle bir şey temennî etmek zorunda kalırsa: «Allah'ım, benim için yaşamak hayırlı olduğu sürece beni yaşat, hakkımda ölüm hayırlı olduğu zaman da beni öldür.» desin." (Buharî, Merda, 19; Deavat, 30; Müslim, Zikir, 10, 13)

Bundan dolayı mü'minler, beddua etmemeli, sabır ve ihtiyat ile hayra nail olmak için dua etmeli, faydalı hizmetleri yapmaya çalışıp hayra davet etmelidir. Âyet-i kerîmede tavsiye buyrulduğu üzere:

"…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından muhafaza eyle." (el-Bakara, 201) diye niyazda bulunmalıdır.

3. İnsan Menfaatine Çok Düşkündür

İnsanın bu vasfını anlatan bir ayet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

"İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Şayet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenalık gelse, hemen ümitsizliğe düşüverirler." (er-Rûm, 36)

Aslında Allah'ın lutuf ve rahmetiyle sevinmek men edilmemiş, aksine emredilmiştir.[28] Fakat bu sevinçten maksat, nîmet vereni tanıyarak, hamd ve şükrünü idrak ederek sevinmektir. Burada ise nîmet vereni hesaba katmayıp sadece nîmete güvenerek şımarıp hevalarına uyan kimselerin hali açıklanmaktadır. Nitekim Kur'anî ifadeyle:

"…Sakın şımarma! Muhakkak ki Allah şımaranları sevmez." (el-Kasas, 76) buyrulmaktadır. Böyle kimseler ibadet etseler bile, dünya menfaati için ederler. Sırf nîmete güvendikleri için kendi yaptıkları şeyler sebebiyle başlarına bir fenalık gelse derhal ümitsizliğe düşerler. Allah'ın rahmetinden tamamen ümit keserler. Çünkü teslîmiyetleri, Bakî olan Allah'a değil, fanî şeyleredir. İnsanın menfaat-perestliği ayet-i kerîmede ne güzel tasvir edilir:

"İnsanlardan kimi Allah'a (şüphe ve tereddüt içinde) yalnız bir yönden kulluk eder: Kendisine bir iyilik dokunursa, buna pek memnun olur; bir de musîbete uğrarsa, çehresi deği­şir (dînden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir." (el-Hacc, 11)

Kimi insan da, nefsanî arzulardan kurtulamadığı için kendi zaviyesinden Allah'a ibadet eder; gönülden ve içten gelerek değil, belli bir maksat için gafilane bir şekilde dindarlık eder. Böyle kimselerde zikir dilde kalmış, kalb mahfazasına yerleşmemiştir. O kişi eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir bela geldiğinde ise hakîkatten yüz çevirir.

4. İnsan Allah'a Karşı Pek Nankördür

Âyet-i kerîmede:

"Şüphesiz ki insan Rabbine karşı pek nankördür. Elbette buna kendisi de şahittir." (el-Âdiyat, 6-7) buyrulmaktadır.

İsra Sûresi'nde geçen şu ayetler ise gafil insanın bu husûsiyetini canlı bir şekilde anlatarak, bu tiplerin rûh hallerinin içinde bulundukları şartlara göre nasıl değişkenlik arzettiğini şöyle ifade etmektedir:

"Denizde başınıza bir musîbet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıkları­nız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) döner­siniz. İnsanoğlu çok nankördür. O'nun, sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut başınıza taş yağdırmayacağından emîn misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. Yahut O'nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gönderip üzerinize bir kasırga yollayarak, inkar etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emîn misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize (intikamınızı almak için) bizi arayıp soracak bir destekçi de bulamazsınız." (el-İsra, 67-69)

Diğer bir ayet-i kerîmede ise şöyle buyrulur:

"Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip ikramda bulunduğu ve nîmet verdiği zaman «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni tahkir etti, önemsemedi.» der." (el-Fecr, 15-16)

Yüce Rabbimiz kulunu, sabrı nisbetinde mükafatlandırmak üzere her an imtihan etmektedir. Bu esnada rızkı daraltılan, sıkıntılara mübtela olan pek çok insan, bunun ilahî hesapta bir kolaylık, ahirette büyük bir ecir olacağını, dolayısıyla ilahî bir ikram ve muhafaza olduğunu düşünmeden; "Rabbim bana hor baktı, beni küçümsedi" diye gücenir. Rabbinin üzerindeki nîmetlerini düşünemez hale gelir. Rızık az da olsa yine onun şükrünün eda edilmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin, çoğun kıymetini de bilemeyeceğini idrak edemez. Rabbinin bunlar vesîlesiyle kendisini imtihan etmekte olduğunu aklına getirmez. Halbuki Cenab-ı Hak:

"…Sizi bir imtihan olarak şerle de hayırla da deneriz…" (el-Enbiya, 35) buyurmaktadır. İnsan bu durumun şuurunda olmazsa bu menfî duygular nihayette onu küfre kadar sürükleyerek kendisini yaratan Yüce Rabbine karşı hasım haline bile getirebilir. Çünkü onun nazarı fazîlete değil, dünyanın gelip geçen boş sevdalarına yönelmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

"(Allah) insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı açık bir hasım kesilmiştir!" (en-Nahl, 4)[29]

5. İnsan Harîs ve Cimridir

İnsanın cennetten çıkarılmasında büyük payı olan bu mezmum sıfatlar, terbiye edilmediğinde dünya ve ukba hayatı için en büyük tehlikelerden biri haline gelir. Rabbimiz bu nevî sıfatların mü'minde olmasını istememektedir. Cenab-ı Hak bu hususta kullarını îkaz ederek şöyle buyurur:

"Hayır! Doğrusu siz, yetîme ikram etmiyorsunuz; yoksulu yedirmeye birbiri­nizi teşvîk etmiyorsunuz! Haram helal ayırmaksızın mîrası hırsla yiyorsunuz. Malı aşırı derecede seviyorsunuz!" (el-Fecr, 17-20)

"Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda, sızlanır, feryad eder, ona imkan verildiğinde ise cimrileşir, pinti kesilir." (el-Mearic, 19-21)

"Gerçekten insan dünya malına son derece düşkündür, onu çok sever." (el-Âdiyat, 8)

Âyet-i kerîmede dünya malı için "hayr" tabirinin kullanılmasının sebebi, insan fıtratının ona meyletmesi, çoğu insanın dünya menfaatinden dolayı onu mutlak hayır zannetmesidir ki, ayette bu zan kötülenmiştir. Yani insan, mal ve serveti mutlaka "hayır" sanarak sevdiği için cimridir, eli sıkıdır. Allah için o malın hakkını vermek, hayra sarfetmek, umûmun menfaatine hizmet etmek istemez, kıskanır. Onu kazanmak husûsunda çok güçlü ve hırslı olurken, sıra o malın şükrünü ödemeye gelince zayıflığını ileri sürerek nankörlük eder ve infaktan kaçınır. Kalem Sûresi'nde Allah'ın verdiği nîmetlere nankörlük edip şükrünü yerine getirmeyen bahçe sahiplerinin dûçar oldukları hazîn akıbet, acıklı sahneler halinde sergilenmektedir.[30] Bu kötü sıfatları taşıyanlar için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"İnsanları arkadan devamlı ayıplayıp çekiştiren (hümeze), yüzlerine karşı da onlarla alay etmeyi adet edinen (lümeze) her kişinin vay haline! O, malı toplar ve onu sayıp durur. Malının gerçekten kendisini ebedî kılacağını sanır. Hayır, yemin olsun ki o Hutame'ye atılacaktır." (el-Hümeze, 1-4)

"De ki «Eğer Rabbimin rahmet hazînelerine siz sahip olsaydınız, o zaman (dahî) harcamak(la tükenir) korkusuyla cimrilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir.»" (el-İsra, 100)

6. İnsan Kıskanç ve Hasetçidir

İnsan fıtratındaki mezmum sıfatların en tehlikelilerinden biri de kıskançlık ve hasettir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

"…Nefsler kıskançlığa meyilli olarak yaratılmışlardır…" (en-Nisa, 128)

"Yoksa onlar, Allah'ın lutfundan verdiği şeylerden dolayı insanları kıskanıyorlar mı?.." (en-Nisa, 54)

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, hasetten sakındırarak onun zararını şöyle haber vermektedir:

"Haset etmekten sakının. Zîra haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir." (Ebû Davûd, Edeb, 44)

Cenab-ı Hak bu çirkin vasıftan kurtulmak için infak ve îsara ehemmiyet vermek gerektiğini bildirerek şöyle buyurmaktadır:

"…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felaha erenlerin ta kendileridir." (el-Haşr, 8)

7. İnsan Zayıf Yaratılmıştır

Allah Teala diğer mahlûkatı doğumlarından kısa bir süre sonra hemen hayata intibak edebilecek ve kendi başına yaşayabilecek bir kuvvette yarattığı halde, insanı uzun bir müddet başkalarının bakımına ve muhafazasına muhtaç, aciz ve zayıf bir durumda yaratmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

"Allah sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi…" (er-Rûm, 54)

İnsan, güçlü kuvvetli olduğu gençlik dönemine aldanarak Allah'a karşı isyana dalmamalıdır. Zîra bu kuvvetin ardından muhakkak bir za'fiyet ve tükeniş dönemi gelecektir. İhtiyarlıkta duyulan pişmanlık ise elden kaçırılan fırsatları geri getirmeyecek, rûhun hasret ve ıztırabını dindiremeyecektir. İnsanın bu hazîn akıbeti ayet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

"Ki­me uzun bir ömür ve­rir­sek, biz onun ya­ra­tı­lı­şı­nı (güç ve kuv­ve­ti­ni ala­rak) ter­si­ne çe­vi­ri­riz. Hiç (bu man­za­ra­yı) dü­şün­mü­yor­lar mı? (Bu ib­ret­li yol­cu­lu­ğu id­rak et­mi­yor­lar mı?)" (Ya­sîn, 68)

Fizyolojik yapısı itibariyle birçok za'fiyet taşıyan insan, aslında psikolojik yönden daha büyük bir za'fiyet içindedir. Bu iki yöne de işaret eden ayet-i kerîmede:

"…İnsan zayıf yaratılmış­tır." (en-Nisa, 28) buyrulmaktadır.

Cenab-ı Hak insanın irade, hafıza ve azim yönünden zayıflığını Hazret-i Âdem -aleyhisselam-'ın şahsında şöyle ifade eder:

"Şüphesiz daha önce Âdem'le (yasak ağaçtan yememesi husûsunda) ahitleşmiştik, fakat o bunu unuttu. Biz onu fazla azimli bulamadık." (Taha, 115)

Nitekim "insan" kelimesinin iki ayrı kökten müştak olduğu söylenir. Birincisi, unutma manasındaki "nisyan"dır. Âyet-i kerîmede ifade edildiği gibi Hazret-i Âdem -aleyhisselam- Allah ile yapmış olduğu ahdi unutmuştur. İkincisi ise "ünsiyet"tir ki, insan bulunduğu yere çabucak alışır, ülfet eder ve adeta o yerin rengine boyanır.

Allah Teala'nın, birçok ayet-i kerîmede zayıflık ve acziyetinden bahsettiği insanoğlunun kibirlenip böbürlenmesini gerektirecek hiçbir sebep olamaz. Üstelik Cenab-ı Hak insanı sevimli ve hoş görünümlü bir alın teri veya göz yaşından değil de atılmış değersiz bir sudan yaratmıştır. Bu yüzden ona yakışan, Yaratıcı'sının sonsuz kudreti karşısında acziyet ve hiçliğini idrak etmesidir. Nitekim insan, bu hususta şöyle îkaz edilmiştir:

"Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!" (el-İsra, 37)

İnsanda kulluk temayülü fıtrîdir. Bu bakımdan ya nefsanî temayüllerine, yani dünyevî menfaatlerine, ya da Rabbine kul olacaktır. Rabbine layıkıyla kul olabilmesi için de nefs engelini aşması lazımdır. Bunun için Elest Bezmi'ndeki: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin!" ahdine sadık kalması îcab eder.

Rûh, Rabbiyle bu ahdi gerçekleştirirken herşey ayan idi. Melekleri görüyor, azamet-i ilahiy­eyi kolayca seyrediyordu. Lakin and veren bu rûh, -hadîs-i şerîfte ifade edildiğine göre- ana karnına 120. günde üfürülünce, beş duyunun esaretine girdi. Nefs engeli ile karşılaştı. Letafetten kesafete bürünerek perdelendi. Ancak ona bu kesafetten kurtuluşun yolu da gösterildi. İnsan bu beş duyusunu, Allah'ın ihsan ettiği manevî istîdadlarla ve O'nun arzu ettiği istikamette tezkiye etmesi ile nefs engelini aşmış olur. Beş duyunun istikamete girmesi ise, ancak kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile mümkündür. Bunun sonunda kesafet azalır, letafet artar ve kalb, hakîkatleri alıcı hale gelir.

"(Âdem'e) şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman!.." (el-Hicr, 29) ayetinde beyan edilen rûh, "emir alemi"nden gelen rûh-i sultanîdir. Fanî olan cesedin içine girmiştir.

Kalbin; kesafetten, yani süflî dünya lezzetlerinden kurtulup letafete kavuş­ması, ilahî duygularla dolu olması zarûrîdir. Aksi halde marifetullaha vasıl olmak mümkün de­ğildir.

Allah Teala ayet-i kerîmelerde buyurur:

"(Nefsinin kötülüklerinden) temizlenen; Rabbinin adını zikredip namaz kılan (kulluk eden) kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'la, 14-15)

"Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nef­se ve ona bir­ta­kım ka­bi­li­yet­ler ve­rip de iyi­lik ve kö­tü­lük­le­ri­ni il­ham ede­ne ye­min ede­rim ki; nef­si­ni kö­tü­lük­ler­den arın­dı­ran (tez­ki­ye eden) kur­tu­lu­şa er­miş, onu kö­tü­lük­le­re gö­men de elbette hüsrana uğramıştır." (eş-Şems, 1-10)

Dînin gayesi, Hakk'a layıkıyla kulluk edecek, güzel, zarîf, hassas ve derin insan yetiştirmektir. Bu kemal, ancak tefekkür ve tehas­süs itibariyle ulvî mertebelere ulaşabilenlerde gerçekleşir. Nitekim Cenab-ı Hak, kamil îman sahiblerini şöylece tasvîr etmektedir:

"(Gerçek) mü'minler ancak, Allah zikredildiğinde kalbleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp tevekkül eden kimselerdir." (el-Enfal, 2)

"(Gönülden Allah'a bağlı olan) o kimseler, Allah zikredildiği zaman kalbleri titrer; başlarına ge­lene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler." (el-Hacc, 35)

Kalb, muhabbetullah ile dolarsa her amelin umûmî ve nihaî hedefi rıza-yı ila­hîyi kazanmak olur. İnsan, kendisinin yaratılış hikmetine, kainatın ve Kur'an'ın hakîkatine doğru yol almaya başlar. Bu derinlik ve inceliği kazanamayan gafil ve hasta kalbli kulları ise, Allah -celle celalühû- sevmez. Âyet-i kerîmede buyrulur:

"…Allah'ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler." (ez-Zümer, 22)

Âyette, zikirden uzaklaşan bir insanın, insanlık haysiyet ve şerefini muhafaza edemediği, yani "ahsen-i takvîm" olma husûsiyetine ulaşamadığı bildirilmektedir.

Nefs, bütün dünya lezzetlerini kendinde toplamaya çalışır. Ancak, "nefs tez­kiyesi" neticesinde bunları kalbden dışarı atmak mümkündür. Bu manevî terbiye olmadığı takdirde kişi nefsinin zebûnu olur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

"(Rasûlüm!) Heva ve hevesini (nefsanî arzularını) ilah edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? (Yani vekil olup da onu kurtaramazsın!)" (el-Furkan, 43)

Âyet-i kerîmede, vahye değil de kendi hevalarına tabî olanların tavrının son derece ağır bir tabir olan "hevasını ilah edinmek" ile ifade edilişi, calib-i dikkat bir durumdur. Kur'an-ı Kerîm'de "heva" kelimesi, ilmin yani Allah'tan gelen bilginin zıddını ifade etmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

"…(Rasûlüm!) Celalim hakkı için sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların hevalarına uyacak olursan o takdirde sen de mutlak zalimlerden olursun." (el-Bakara, 145)

Kur'an-ı Kerîm, "heva"ya uymayı dalaletin başlıca ve en mühim sebebi olarak zikretmektedir. Dînî hususlarda hevasına, yani nefsinin arzularına tabî olanların doğru yoldan şaşacağı, Allah yolundan uzaklaşacağı muhakkaktır.

Nefsin layıkıyla tezkiye edilebilmesi için; sohbet, riyazat ve zikir gibi manevî terbiye metodlarına ihtiyaç vardır. Îman cevherinin merkezi kalb olduğu gibi zikir cevherinin merkezi de yine kalbdir. Zikir, dilden kalbe indiği zaman hakîkî kulluk başlar; nefs engelini aşma yo­luna girilmiş olur. Zikre devam neticesinde; zikrin hakîkati, zakirin bütün ahvaline hakim olur. Kalbde, Cenab-ı Hak'tan başka herşey silinir. Kul, Rabbi ile beraber olur. İhsan duygusuna kavuşur. Kulluk ve ibadete, Rabbini görür gibi devam eder…

Muhabir: Yazar Silinmiş