Osmanlı'nın manevi mimarlarından Mehmed Emîn Tokadî'nin hayatı merak ediliyor. Evliyanın meşhûrlarından Ebu'l-Berekat Şeyh Ahmed Yekdest hazretlerinin halîfesi olan Mehmed Emîn Tokadî, Hayatında önemli bir dönüm noktasını hocasıyla tanışması olarak değerlendiriyor. Mehmed Emîn Tokadî manevi büyüklüğü ile insanlara örnek olmuş bir şahsiyettir. Bu haberimizde kıymetli ve örnek bir kişilik olan Mehmed Emîn Tokadîyi tanıyacağız. Mehmed Emîn Tokadî kimdir? Detaylar haberimizde
Evliyanın meşhûrlarından. İsmi; Mehmed Emîn bin Hasen bin Ömer Nakkaş Tokadî'dir. Azîz Mahmûd Ermevî dervişlerinden bir zatın oğludur. Lakabı Cemaleddîn, künyesi Ebu'l-Emane ve Ebû Mansûr'dur. 1075 (m. 1664) senesinde Tokat'da doğdu. 1158 (m. 1745) senesinde İstanbul'da 83 yaşında vefat etti. Kabri Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîri Paşa Medresesi kabristanındadır. İstanbul'da medfûn bulunan evliyanın en büyüklerindendir. Kendisini vesile ederek, kabri başında yapılan dua müstecabdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyaret ederek feyz almakta, muradlarına kavuşmaktadırlar.
Mehmed Emîn Tokadî hazretleri, evliyanın meşhûrlarından Ebu'l-Berekat Şeyh Ahmed Yekdest hazretlerinin halîfesidir. Ahmed Yekdest de (rahmetullahi aleyh), Îmam-ı Rabbanî hazretlerinin üçüncü oğlu Urvet-ül-vüska Muhammed Ma'sûm Farûkî hazretlerinin halifesi olup, onun yetiştirdiği yedibin mürşid-i kamilden biridir. Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsiline memleketinde başlayıp, bir müddet ilim öğrendikten sonra, 1110 (m. 1698) senesinde İstanbul'a geldi. Şeyhülislam Mirza-zade Şeyh Muhammed Efendi'den uzun müddet ders alıp, ondan ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. Daha sonra Mekke'de Ahmed Yekdest Cüryanî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferinde, hadîs alimlerinden Ahmed Nahlî'den hadîs ilmini öğrenip icazet aldı. Ayrıca İstanbul'a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat ya'nî yazı san'atını Yedikule'li hattat Abdullah Efendi'den öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde maharet sahibi idi.
Mehmed Emîn Tokadî hazretleri, İstanbul'a ilk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesi'nde ikamet etti. Bu sırada Başrûznameci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyat kaydı amiri) Ali Efendi adında bir zatın oğluna ders vermeye başladı. Ayrıca kendisine Reîs-ül-küttab (Hariciye vekîli) makamının yazı işlerinde katiplik vazîfesi de verildi. Bu vazîfede iken Başrûznameci Ali Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için da'vet etti. Bunun üzerine Rûznameci Ali Efendi'nin evinde kalmaya başladı. Hem kaldığı bu evde, hem de Şehzade Camii'nde talebelere ders vermeğe başladı, İstanbul'da bulunan meşhûr ailelere mensûb kimseler de onun derslerine devam etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Muhammed Paşa bunlardandır. Etrafında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hallerini görenler, ona; "Ârif-i muhlisi" lakabını verdiler.
Katiplik vazîfesine ve talebelere ders vermeye bir müddet devam ettikten sonra, Başrûznameci Ali Efendi'nin, 1114 (m. 1702) senesinde vazîfeli olarak Edirne'ye gönderilmesi üzerine, onunla birlikte Edirne'ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüp sohbet etti. Edirne'de bulundukları sırada, ders vermekte olduğu Başrûznameci Ali Efendi'nin oğlu vefat etti. Bunun üzerine ders vermekten vazgeçerek, bulunduğu vazîfeden de ayrılıp, hacca gitmeğe karar verdi. Karar verdiği günün sabahı, Edirne'de Saraçhane yakınındaki çalıştığı dairesine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kadirî şeyhi ve büyük bir zat olan Kasab-zade Şeyh Muhammed Efendi'nin dergahının önünden geçiyordu. Oraya yaklaşınca, Şeyh Muhammed Efendi'nin oğlu Abdülkadir Efendi'nin, dergahın önünde beklediğini gördü. Abdülkadir Efendi, yanına yaklaşıp; "Babam sizi dergahda bekliyor, buyursun bir kahve içelim diyor" dedi. Bu da'vet üzerine Şeyh Muhammed Efendi'nin yanına gidip elini öptü. O da; "Safa geldiniz Hacı Emîn Efendi" dedi. Sonra da elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi; "Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz" deyince, Şeyh Muhammed Efendi; "Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz biz de tebrik ettik" deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendi'ye, fıtraten yüksek bir kabiliyete sahip olduğunu ve çok büyük ni'metlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke'ye varınca, orada bulunan ve evliyanın büyüklerinden olan Ahmed Yekdest Cüryanî'nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selamını ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.
Mehmed Emîn Efendi, bu zatın yanından ayrıldıktan sonra, Başrûznameci Ali Efendi'ye de gidip hacca gideceğini söyledi. Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Muhammed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedalaşıp, İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul'a ulaşınca, hacıları götürecek olan gemiye bindi. On günde Kahire'ye vardı. Oradan da bir kafile ile Mekke'ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendi'nin, hayatının önemli bir safhası, Mekke'ye bu ilk gidişi ile başladı. Çünkü, orada madde ve ma'na ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber ve zamanının en kıymetli alimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryanî'yi tanıyıp, ona talebe oldu. Onun derslerine ve sohbetine üç yıl devam edip, kemale ulaştı. Bu husûsta o zattan icazet (diploma) aldı.
Hayatında önemli bir dönüm noktası olan bu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatmıştır: "Mekke'ye varınca, ilk gün, Ka'be'yi tavaf ve ziyaretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i şerîfde (Ka'be'nin yanında) kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuz kadar kimsenin bir halka halinde oturmakta olduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlar acaba, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Baktım ki, hepsi başlarını eğmiş, edeble oturuyorlar. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zatı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine gözlerimi dikkatle bana bakmakta olduğunu gördüm. Daha sonra o zat ellerini kaldırıp dua etti. Duadan sonra Fatiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübarek zat bana doğru yaklaştı, yanıma gelip selam verdi ve; "Hoş geldin Emîn Efendi" dedi. Halimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek birşey vardı. O mübarek zat ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne'deki Şeyh Muhammed Efendi'nin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğin bu mübarek zat olduğunu anladım. Fakat o anda selamını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; "Edirne'de size emanet edilen şeyi unuttunuz" buyurdu. Hemen Edirne'deki Şeyh Muhammed Efendi'nin selamını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selamı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahü tealanın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:
"Pes est cihl sal în magna muhakkık şud be Hakanî,
Ki yek dem zikr-i Hak bayed bih ez mülk-i Süleymanî."
Bu beyti okuduktan sonra bana tercüme etmemi emretti. Düşünmeden bir anda şöyle söyledim:
"Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk Hakanî,
Ki birdem Hakkı zikretmek değer mülk-ü Süleymanî."
Bundan sonra ifadeye gelmeyen hallere ve ni'metlere kavuştum. Ben Farisî bildiğim için, ekseriyetle Farisî kelimelerle konuşurdu. Tatar Ahmed Efendi adında bir zat, benden iki sene önce huzûruna gelmiş olup ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendi'yi Medine'de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buharî'nin hizmetine gönderdi. Daha sonra benim İstanbul'a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendi'yi tekrar Mekke'ye çağırıp, icazet ve hilafet verip, Anadolu'ya insanları irşad için gönderdi.
Hicri 1114 (m. 1702) senesi hac mevsiminden, 1117 (m. 1705) senesi hac mevsimine kadar (üç sene), Ahmed Yekdest Cüryanî hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihayet hicri 1117 (m. 1705) senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul'a dönüş hazırlığını yaptım. Vedalaşmak üzere huzûruna vardığımda; "Mısır üzerinden mi, Şam'dan mı gideceksiniz" buyurdu. "Efendim bir arkadaşım var. Beraberce Şam hacılarıyla dönmeye niyet ettik" dedim. Bunun üzerine; "Otur bakalım karşıma, gözlerini yum, hangi kafile ile gitmeniz takdîr olunmuştur" buyurdu. Karşısına geçip gözlerimi yumarak oturdum. Birden kendimi Cebel-i nûr (Hıra Dağı) üzerinde, Mekke'ye karşı oturuyor buldum. Dağ üzerinden Mekke'yi seyrediyordum. Baktım ki, bir kafile Mekke'den çıkmağa başlayıp Şam tarafına yöneldi. Kafile yol alıp kısa bir moladan sonra yola devam etti. Bu manzarayı gördüğüm sırada hocam; "Kafilenin başına bak" buyurdu. Baktım bir şehir göründü. "Bu gördüğün şehir Şam'dır" dedi. Kafile Şam'a ulaştı. "Sen kafile içinde var mısın?" buyurdu. "Yokum" dedim. Yine; "Mekke'ye bak" buyurunca, Mekke tarafına baktım. Gördüm ki başka bir kafile Mekke'den çıkıp ilerledi. Kendimi kafile içerisinde tanıdığım bir arkadaşımla beraber gördüm. Paçalarımı sığayıp, omuzuma bir tüfek almışım ve yanımdaki arkadaşla sohbet ederek yol alıyoruz. Ben bu hali seyrederken hocam; "Kendini görebildin mi?" buyurunca; "Evet efendim" dedim. "Kafilenin baş tarafına bak" buyurdu. Ben de baktım Mısır göründü. Yanımda gördüğüm arkadaşım Mısır'a girmek üzere idi. Bu sırada "Aç gözünü" buyurması üzerine, gözlerimi açtığımda kendimi huzûrunda oturuyor buldum. "Şimdi git, sana yolculukta arkadaş olacak o gördüğün kişiyi bul. Yolculuğunuz Mısır tarafınadır" buyurdu. Huzûrundan çıkıp Harem-i şerîfe giderken, yolda benimle yol arkadaşlığı yapacak olan o kişiye rastladım. Selam verip elinden tuttum. Beraberce Harem-i şerîfe girip bir kenara çekilerek sohbet etmeye başladık. Sonra onun da Hocam Ahmed Yekdest Cüryanî'nin talebelerinden olduğunu öğrendim. Nihayet yolculuğumuz husûsunda da görüşüp, Mısır'a gidecek olan kafile yola çıkmadan yol hazırlığımızı tamamladık. Yolculuğumuzdan birgün önce, hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin huzûruna tekrar gittim. Bu sırada; "İstanbul'a varınca nerede kalacaksın" buyurdu. "Efendim, ma'lûmunuz kendi evim yoktur. Siz, nerede kalmamı emrederseniz orada kalacağım" dedim. Bana bir mektûp uzatıp; "Al bunu, İstanbul'da Hacegan-ı dîvan-ı hümayûndan Hüseyn Paşazade Kumul Muhammed Bey vardır. Varınca bu mektûbu ona verirsin. Seni onun sohbetine havale eyledik. Ne buyurursa ona itaat et. Ona teslimiyetin bize teslimiyettir" buyurdu. Bu sırada öyle bir nazar ve iltifat etti ki, o ana kadar kavuştuğum derecelerin ve ni'metlerin binlerce üstünde derecelere kavuştum. O anda nasîb olan müşahedeler, makamlar, ifade edilemeyecek kadar fazla idi. Mektûbu aldıktan sonra da; "İnşaallah birkaç sene sonra buraya tekrar gelirsiniz. Fakat bizi bulamazsınız. Bizde olan emanetinizi (yazılı icazeti), Medîne-i münevverede bulunan Hace Abdürrahîm'e verdik. Onunla görüşünce sana teslim eder" buyurdu.
Ertesi gün kafile Mısır'a hareket etmek üzere iken tekrar hocamın huzûruna gidip vedalaştım. Bana çok dua edip ikiyüz altın harçlık verdi. Sonra da vedalaşmak üzere dost ve arkadaşlarımın yanına gittim. Beni yolcu etmek ve vedalaşmak için otuz kişi kadar toplanmıştı. Onlardan da ayrılırken bana bir anahtar ve bir liste verip; "Bu, size hediyemiz olan eşyaların ve paraların listesi ve içine koyduğumuz kutunun anahtarıdır. Kutuyu size Mısır'da teslim etmek üzere kervancı başına verdik ve taşıma ücretini de ödedik" dediler. Nihayet vedalaşıp yola çıktık. Epey bir yolculuktan sonra Mısır'a vardık. Mısır'da kervancıbaşı; "Efendim bu kutuda size ait olan emanetler var, listenizi çıkarın kontrol edelim ve teslim alınız" dedi. Kontrol edip teslim aldıktan sonra, Mekke'deki dostlarıma verilmek üzere, noksansız aldığımı bildiren bir mektûp yazmamı rica etti. Ben de yazıp kervanabaşına verdim. Bana teslim edilen bu hediyeler içinde öd, anber gibi güzel kokulardan başka, bir kese içinde (o zamanın parasıyla) bin kuruşluk altın, ikibin kuruşluk değerde çeşitli eşyalar vardı. Bunları kimin hediye ettiği belli değildi. Ancak listede dostlarınızın size hediyeleridir yazılı idi.
Mısır'a vardıktan sonra Kahire'de birkaç ay kaldım. Bu sırada Ezher Medresesi'nde ve diğer yerlerde bulunan birçok alim ve meşhûr kimselerle görüşüp sohbet ettik. Kahire'de geçirdiğim günlerde, görüşüp sohbet ettiğim kimselerle mütalaa ettiğimiz ilmî mes'eleleri yazmak istemiştim. Ancak İstanbul'a gitmem gerektiğinden bu iş için fırsat bulamadım, İstanbul'a gitmekte olan bir kalyona (yelkenli gemi) binip yola çıktım. Kısa zamanda İstanbul'a ulaştım.
İstanbul'a varınca, dostlarımdan Aksaray civarında oturan Kafesdar Abdülbakî Efendi'nin evine gittim. Onunla oturup sohbet ettik. O gece orada kaldım. Hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin emri üzerine Hüseyn Paşa-zade Muhammed Efendi'nin yanına gideceğimden evini sorup öğrendim. Bir sabah vakti gelip kaldığı yeri buldum. Binaya girip yukarı çıkarak hazine dairesini sordum. Beni bir odaya da'vet edip, oturttular. Nereden geldiğimi sorduklarında, Mekke'den geldiğimi ve Muhammed Efendi'ye bir mektûp getirdiğimi söyledim. Hemen hazinedar kalkıp dışarı çıktı ve biraz sonra da gelip; "İsminiz Muhammed Emîn midir?" deyince; "Evet" dedim. Buyurun deyip, beni Muhammed Efendi'nin yanına götürdü. Ben içeri girince, ayağa kalkıp beni kucakladı ve gözlerimden öptü. Ben de mektûbu verdim. Bana yer gösterip oturmamı söyledi. Mektûbu sevinçle alıp okuduktan sonra, hazinedarlarından birini çağırıp; "Emîn Efendi kardeşimize kalacağı yeri gösterin" buyurdu. Hazinedar bana onun odasının yanında bir oda gösterip; "Buyurun" dedi. İçeri girdiğimizde gördüm ki, oda döşenmiş, hazırlanmıştı. Yanımdaki kişi oradaki malzemeyi bir bir gösterip; "Burada istirahat edersiniz, efendimizin emridir" diyerek dışarı çıktı. Ben bir müddet istirahat edip, dinlendikten sonra yemeğe çağırdılar. Sonra namaz kılmağa çıktım. Bu hal üzere üç gün geçtikten sonra, biri odama gelip; "Emîn Efendi, misafirliğiniz tamam oldu. Bugün hocamız Muhammed Efendi sohbete çıkacak. Size de onun huzûrunda parmaklıkların yanına bir minder hazırlanacak, oraya buyurur oturursunuz" dedi. Muhammed Efendi sohbete çıktıkça ben de yanına oturuyor sohbetinde bulunuyordum. Çok kimse gelip sohbetini dinliyordu. Birkaç gün böyle geçti. Yalnız kaldığımızda da bana tasavvufun inceliklerine ait bilgiler anlatırdı. Bir müşkilim ve bir sualim olunca, ben sormadan bir menkıbe anlatır: anlattıkları ile derhal müşkilim ve sualim hallolurdu."
Mehmed Emîn Tokadî hazretleri, hocası Ahmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda kemal derecelere ulaştıktan sonra İstanbul'a dönünce, İstanbul'da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kadirî, Şazili, Şettarî yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul'da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzade Camii'nde ve Sultan Mahmûd Camii'nde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Mevlana Hace Ziyauddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlana Şeyh Îsa-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti. Daha sonra Muhammed Kumul Efendi ile Kudüs'e gitti. Bu seferini de şöyle anlatmıştır:
"1122 (m. 1710) senesinde Muhammed Efendi, Habeş eyaletine, sonra da Kudüs-ü şerîf valiliğine ta'yin edildi. Ben de onunla beraber gittim. Yanında katiplik yaptım. Kudüs'de bulunan alimler ve muhaddisler ile görüşüp ilmî mütalaalar yaptım. Orada bulunan muhaddislerden Şeyh Ahmed Nahlî Mekkî'den hadîs ilmine dair icazet aldım. Bundan başka tasavvuf ehli olan büyük zatlarla görüşüp, sohbetlerinde bulunarak istifade ettim. Kudüs'te bir sene kaldıktan sonra, Muhammed Efendi'nin Mekke-i mükerremede su yollarını ta'mir ve onarma vazîfesi ile Mekke'ye ta'yin edilmesi üzerine, ben de yine katiplik vazîfesiyle beraberinde Mekke-i mükerremeye gittim. (Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin bu ikinci gidişinde Mekke'deki hocası Ahmed Yekdest hazretleri vefat edeli dört sene olmuştu.)
Mekke'ye giderken Medine'ye uğradık. Hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin vasıyyetine uyarak Medine'de ikamet eden Şeyh Abdürrahîm Buharî hazretlerinin yanına gittim. Görüşüp konuştuktan sonra beni Resûlullahın ( aleyhisselam ) Kabr-i şerîfini ziyarete götürdü. Ziyaret sırasında koynundan bir kağıt çıkarıp okuduktan sonra, bana vererek tebrik etti. O sırada yanımızda bulunan bir zat da beni tebrik etti. Bana verdiği bu icazet, sebebiyle beni kucaklayıp öptü. Ertesi gün tekrar Resûlullahın ( aleyhisselam ) kabr-i şerîfini ziyarete gittim. Ziyaret sırasında kendimden geçip, yere çöktüm. Bir süre böyle kaldıktan sonra gözlerimi açtığımda, yanımda duran birini gördüm. Bana selam verip; "Ağa sizi bekliyor buyurun" dedi. "Ağa kimdir?" dedim. "Şeyh-ül-harem, ağa hazretleridir" dedi. Yanına gittiğimde gördüm ki, birgün önceki ziyaretimizde yanıma gelip beni tebrik eden zattır. Bana dedi ki; "Siz ziyaret sırasında kendinizden geçince, bu hizmetçiyi gönderip, "Yanında bekle, eğer düşecek olursa tut yavaşça yere oturt" dedim. Hamdolsun düşmediniz" dedi.
Bu zatla oturup sohbet ettikten sonra, hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin talebelerinden olduğunu öğrendim. Sonra kalkıp beraberce, tekrar Resûlullahın ( aleyhisselam ) kabr-i şerîfini ziyarete gittik. Ziyaret edip, birbirimizi unutmamak üzere ahıret kardeşi olduk."
Mehmed Emîn Efendi'nin ahıret kardeşi olduğu bu zat o zaman Şeyh-ül-harem vazîfesi ile orada bulunan, Dar-us-se'ade ağası (İstanbul valisi) Beşîr Ağa idi. Mehmed Emîn Tokadî hazretleri Peyamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyarete giderken, yolda ve ziyareti sırasında gayet hoş na'tlar (Resûlullaha ( aleyhisselam ) medhiye) söyledi. Bu defa altı sene devam eden bu seyahati sırasında, ayrıca Şeyh Ahmed el-Benaî Dimyatî'den, Mevlana Hüseyn Alemî er-Rufaî'den de hadîs rivayeti icazeti aldı. Remle şehrinde Kutb-ül-ebdal Şeyh Cum'a hazretleri ile de sohbette bulundu. 1129 (m. 1717) senesinde Hicaz'dan İstanbul'a döndü. İstanbul'a dönünce Muhammed Kumul Efendi'nin evinde üç sene daha ikamet etti. Bundan sonra Muhammed Kumul Efendi'nin vefatı üzerine Filyokuşu'nda bir ev kiraladı ve evlenip orada oturdu. İlim ve ma'rifet yaymaya devam etti. Bir ara Ebû Eyyûb Ensarî hazretlerinin türbesinde türbedarlık yaptı. Bu sırada alim, fadıl ve salih zatlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra da Peygamber efendimizin ( aleyhisselam ) türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etme vazîfesi verildi. Bu vazîfeye ta'yin edilince, kavuştuğu ni'mete şükrederek şu şiiri söylemiştir:
"Çûn oldun bende-i çar-ü-bekşi-yi Sultan-ı kevneyn,
Der valası ferraşını Mevla eylemez haşir.
O Sultan-ı cihanın beldesini kimse incitmez,
Kapusu bendesi oldun Emîna batın-ü zahir."
Şiirin ma'nası: (iki cihan sultanının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun, Onun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevla mahrûm eylemez, zarara uğratmaz. Cihanın sultanı olan Resûlullahın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun) Resûlullahın ( aleyhisselam ) kapısında zahiren ve batınen hizmetçi olmakla şereflendin.)
Hicaz'dan İstanbul'a dönüşlerini de şöyle anlatmıştır: "1129 (m. 1717) senesinde, Muhammed Kumul Efendi'nin İstanbul'a çağırılması üzerine İstanbul'a döndük. 1139 (m. 1726) senesinde Muhammed Kumul Efendi başrûznameci iken vefat etti. Fındıklı'da deniz sahilinde bulunan Molla Çelebi Camii'nin yanında, Şeyhülislam Sadreddîn-zade Muhammed Sadık Efendi'nin kabrinin bulunduğu etrafı çevrili yere defnedildi. Mekke-i mükerremede bir gün gaib namazı kılındığını görenler sorduklarında; "Haremeyn-i şerîfeyne büyük hizmetleri görülen Muhammed Kumul Bey İstanbul'da vefat etti. Onun namazıdır" demişler. O gün tesbit edildiğinde İstanbul'da cenaze namazının kılındığı tam vakte rastladığı anlaşılmıştır.
Muhammed Kumul Efendi vefatından önce, hasta bulunduğu sırada bana şöyle vasıyyette bulundu: "Şu birkaç cilt kitabı Dar-us-se'ade ağası (İstanbul valisi) Beşir Ağa'ya götür. Bizim dua ettiğimizi söyle. Bunlar Medînei münevvereye gönderilecek. Bunların konulacağı yeri onlar bilirler. Gönderip bizi duadan unutmasınlar" dedi. Birkaç gün sonra vefat etti. Vasıyyetleri üzerine o kitapları alıp, valilerin toplantı günü olan Çarşamba günü huzûrlarına vardım. Kalkıp kucaklaşarak, yanlarına oturmamı söyledi. Hal hatır sorduktan sonra, İstanbul'da bulunup, ziyaretlerine fazla gidemediğim için üzüldüğünü söyledi. Merhum Muhammed Kumul Efendi'nin selamını söyleyip kitapları arzettiğimde, büyük bir üzüntü ve ağlama ile kitapların yerine gönderilmesi için emir verdi. Mecliste bulunanlara beni tanıtıp, ahıret kardeşimizdir dedi veda edip kalktığımda, hizmetçilerine şöyle emretti: "Bize gelenler dünyevî bir iş için gelirler. Bu zatı iyi tanıyın. Geldiği zaman misafir var diye bekletmeyin. Zîra bunlar bizi Allah rızası için ziyarete gelirler" dedi. Koynuma bir kese koydu. Sonra içinde yüz altın olduğunu gördüm. Evime dönüp kendi halim ile meşgûl iken, ba'zı dostlar ısrar ederek evlenmemi istediler. Merhum Muhammed Kumul Efendi'nin mahallesi olan Filyokuşu'nda evlendim ve ders vermek, ilim öğretmek ile vakit geçirdim."
Bunları, Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin talebelerinden Seyyid Yahya Efendi, bizzat kendisinden dinleyip, Seyyid Hasîb Efendi'ye anlatmıştır. O da işittiklerini aynen bir risale halinde yazarak nakletmiştir.
Menkıbeleri ve kerametleri: Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin talebelerinin en üstünlerinden olan Seyyid Yahya Efendi, O'na talebe oluşunu şöyle anlatmıştır: "1140 (m. 1727) senesinde onaltı yaşında iken babam vefat etti. Ben yetim, kimsesiz ve fakir kaldım. Semtimizde oturan Katib-zade Mustafa Efendi'den hat (yazı) dersi almaya başladım. Sülüs yazıyı öğreniyordum. Koca Mustafa Paşa dergahına gitmek adetim olduğundan, yine bir Cum'a günü ezandan yarım saat önce oraya gittim. Şadırvanda abdest tazeleyip etrafı seyretmeye başladım. Bu esnada mübarek yüzlü bir ihtiyar geldi. Koynunda yazı cüzdanı vardı. Kollarını sığadı, şadırvandan abdest almaya başladı. Ben de abdest havlumu hazırlayıp, abdest alınca kurulanması için tuttum. Alıp sildikten, sonra bana dua etti. "Evladım kimsin, kimden hat dersi alıyorsun?" diye sorunca, bir miktar konuştuk. Bu sırada ezan vakti yaklaşmıştı. "Evladım sana bir şey söyliyeceğim, kabûl eder misin?" dedi. Ben de; "Başüstüne efendim" dedim. "İnşaallah önümüzdeki Pazartesi günü seni, Ayasofya Camii'nin Meyyit kapısı karşısındaki berber dükkanında, öğle namazından sonra beklerim. Senin din ve dünyan için hayırlı sözlerim vardır" dedi. Sonra veda edip namaz için camiye girdi.
Pazartesi günü olunca, büyük bir heves ve heyacanla söylenilen yere gittim. Bahsettiği berber dükkanına birkaç adım kala, o görüştüğüm zat berber dükkanından çıkıp yanıma geldi. "Oğlum, senin sahibin, hocan varmış, İnşaallah en kısa zamanda bizden daha üstününe kavuşursun. Kusura bakma sana zahmet oldu. Buraya kadar geldin" dedi. Bunun üzerine ben de elini öpüp geri döndüm.
Aradan bir ay ve birkaç hafta geçti. Bir Salı günü, hat dersi aldığım Katib-zade Mustafa Efendi'den hat ta'limi için derse gittim, içerdeki talebelerin çokluğundan oturacak yer kalmamıştı. Hoca Efendi hat dersi vermekle meşgûl iken, bir ara yanındaki pencereden dışarı baktı. Halîfesi Eniştezade Ali Efendi'ye; "Emîn Efendi hazretleri geliyor karşılayın!" dedi. Onlar da derhal aşağıya inip karşıladılar. Hürmetle merdivenden çıkarıp odaya getirdiler. İçeri girince hoca efendi elini öptü. Çok kalabalık olduğu için gelen zat, ocağın yanına oturdu. Ben tam karşısına denk geldim. Herkese dikkatle baktıktan sonra, bana da dikkatle bakıp; "Molla Yahya gel çubuğumu doldur" buyurdu. Hemen kalkıp elindeki bastonun içinden tütün çubuğunu çıkarıp doldurdum, ellerine verdim. Tekrar yerime oturdum. Sonra kahve geldi kalkıp kahveyi de alıp ikram ettim. Yine yerime oturdum. Hepimiz dikkatle sohbetini dinliyorduk. Sohbet sırasında, Sultan Süleyman Han'ın İstanbul'a getirdiği lezzetli suyun akıtılması için binlerce kuyu kazdırmasına rağmen muvaffak olunamadığına üzülüp, herkesten himmet ve dua talebiyle kıyafet değiştirip dolaştığından bahsolundu. Sultan Süleyman Han'a, bir zat, ancak bir aşık-ı sadıkın duasını almakla bu işin mümkün olacağını, o aşık-ı sadıkın muradını yerine getirirse, kendi muradı da yerine geleceğini söylemiş. O da bunu yapıp, aşık-ı sadık olan zatın duasını alarak çok hayra sebep olmuştur diye anlattılar. Sonra sohbete devam etti. Sohbet sırasında küçük-büyük herkes ağladı.
Sonra bana yine önceki gibi; "Gel çelebi çubuğu bastona yerleştir" buyurdu. Ben de çubuğu bastona yerleştirip mübarek elini öperken elimi öyle bir sıktı ki, bu esnada vücûdumda bir ürperme olup, kalbim dahî yanmaya başladı. Bir saat kadar kalbimin çarpması, yanması devam etti. Bu tasarrufunu nice zaman sonra anladım. Kapıdan uğurladıktan sonra, hoca efendi bana; "Bu zat kimdir bilir misin" dedi. Hayır bilmem diyerek öğrenmek istedim. "Bu zat Tokatlı Mehmed Emîn Efendi'dir. Allahın evliya kullarından olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Hatta sana (hiç görmediği ve tanımadığı halde) isminle hitab edip hizmetinde bulundurmasının bir hikmeti olduğuna alamettir. İnşaallah neticesini görürsün" diyerek beni müjdeledi. İnşaallah deyip safa ile evime gittim. Anneme o mecliste olanları anlatıp; "Bu gün evliyaullahdan bir zatı gördüm ve hizmetinde bulundum" dedim. Bundan sonra günlerce gönlüm açık ve sürûr içinde dolaştım.
Aradan bir iki ay geçmişti. Birgün semtimizden Bayezîd'e giderken, yolda Mehmed Emîn Efendi'ye rastladım. Hemen koşup elini öptüm. Halimi-hatırımı sorduktan sonra; "Meşke (yazı yazmaya) gidiyor musun, hocana selam söyle" buyurup yanımdan, ayrıldı. Benim kalbimde yine önceki gibi bir huzûr ve safa peyda olup, bir iki gün böyle devam etti. Bu hadiseden sonra da aradan bir ay geçti. Bir sabah erkenden çıkıp, mahallemizde bir berber dükkanına girdim. Oturur oturmaz ak sakallı ve burma sarıklı bir zat içeri girip selam verdi. Yanıma oturup hatırımı sorduktan sonra; "Bir dostunuz size selam eder ve sizi isterler. Buyurun gidelim!" dedi. "O dostum kim? Sen kimsin?" demek hatırıma gelmedi. O anda içime bir şevk, bir arzu düşüp, hemen kalkıp o zatla yola çıktım. Zeyrek'de, Çini hamamın önüne gelince, bana; "Siz hamama girip guslediniz, ben sizi kapıda beklerim" dedi. Yine sebebini sormak hatırıma gelmedi. Hamama girip bir müddet sonra çıktım. Tekrar yola devam ettik. Zeyrek ardında, Filyokuşu'nda bir kapıyı çaldı. Bir hizmetçi çıkıp kapıyı açtı. Biz de içeri girdik.
İçeri girdiğimizde, bir zat seccade üzerinde kıbleye karşı oturuyordu. Beni getiren zat karşısına varıp, elini öpünce ben de varıp elini öpmek için elimi uzattım. O anda mübarek gözlerini açıp; "Geldiniz mi?" dediğinde, huzûrunda bulunduğum zatın, hat dersi aldığım hoca efendinin evinde gördüğüm Muhammed Emîn Efendi olduğunu gördüm. Sevinçle elini öpüp huzûruna oturdum. Beni da'vet eden zata da; "Gel Hacı Halîl, sen de otur" buyurdu. O da gelip oturunca, ona dua edip buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi! Bu çocuğu hocasında gördüğüm gündenberi Resûlullahdan ( aleyhisselam ) bize vermelerini rica ederim. Allahü tealaya hamd olsun, kabûl ve ihsan buyurup verdiler. Telef olmadı." Ben o sırada bu sözleri anlayamamıştım. Sonra bunu defalarca dostlarıma anlattığımda anlıyabildik.
Muhammed Emîn Efendi ile beraber yemek yedik. Yemekten sonra ikindi vaktine kadar kaldık. "Senin evinde kimin var?" buyurdu. Cevabımda; "Efendim, bir sene önce babam vefat etti. Bir annem ve altı yaşında bir erkek kardeşim var" dedim. Bize izin verip; "Yarın sabah gene gel" buyurdu. Elini öpüp ayrıldım. Eve varınca anneme bu hadiseyi anlattım. Memnun olup; "Hak teala seni yetim ve kimsesiz bırakmaz. Sana bir ata ihsan eylemiş, İnşaallah terbiyeleriyle nasîblenirsin" diye dua etti.
Ertesi gün annemden izin isteyip huzûrlarına vardım. Annemin bana yaptığı duayı söyleyip hürmetlerini arzedince, o da ağlayıp validemin duasının kabûl olunması için dua buyurdular. İlk günkü gibi ikindiden sonra yanlarından ayrıldım. Hergün sabah erken gelip, ikindiden sonra ayrılıyordum. Böylece aradan kırk gün geçti. Sonra sarf ve nahiv okumaya başlatıp ezberlettiler. O derece hizmetlerine ülfet eyledim (alıştım) ki, sanki on senedir hizmetlerindeymişim gibi idim.
Meclislerinde ekseriyetle bana Reşehat kitabını okutup, dinlerdi. Ba'zan da okunan yerleri açıklar, îzah ederdi. Ben okurken, ekseriyetle kendisinde istiğrak (kendinden geçme) hali vaki olurdu. Bu hal uzayınca, uykuları bastırdı diyerek okumayı keserdim. Derhal gözlerini açıp; "Oku! niçin kesdin?" buyururdu. Bu hal üzere Reşehat Kitabını yetmiş-seksen defa başından sonuna kadar okuyup bitirdik. Böylece çok yerini ezberlemiştim. Birgün Cum'a namazını kılmak üzere evden çıkıp, beraberce Ayasofya Camii'ne gittik. Namaz vakti yaklaşmış olduğundan Cami'ye girdik. Namazı kıldıktan sonra, Cami'nin Meyyit Kapısı tarafından dışarı çıkıp, hizasındaki berber dükkanına girdik. Dükkanda bulunanlar ayağa kalkıp elini öptüler. Gördüm ki, beni Koca Mustafa Paşa dergahında görüp, bu berber dükkanına da'vet eden, kalb gözü açık, ihtiyar zat da oradaydı. O da derhal kalkıp Mehmed Emîn Efendi ile kucaklaşıp müsafeha yaptı. Herkes oturdukdan sonra daha önce o berber dükkanına çağıran zata hitaben, beni gösterip; "Azîzim bu genci kapar mıydınız?" buyurdu. O zat da; "Estağfirullah Sultanım! Bu fakîr onu sahibsiz zannedip, zayi olmasın diye kabûle niyet etmiştim. İstihareden sonra hali malûm olunca el çektim. Affınızı ümîd ederim" deyip, elini öptü.
Oradan ayrılıp giderken, yolda; "Efendim, bugün dükkanda latife buyurduğunuz pîr hazretleri kimdir?" diye sordum. Seni Koca Mustafa Paşa dergahında görüp, talebeliğe kabûl için da'vet eden zattır. Nakşibendiyyenin büyüklerinden Heykel Hüseyn Efendi namıyla bilinen zattır. Edirnevî Arab-zade Ali Muhammed Efendi'nin talebesidir. Onlar da İskenderî Karaca Ahmed civarında medfûndur. Komşunuz olan bey, 1117 (m. 1705) tarihinde vefat eden Ebu Abdüs-Seyyid Muhammed Semerkandî'nin talebesidir. O da Mekke-i mükerremede medfûn ve Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebesi olan Ahmed Yekdest Cüryanî hazretlerinin talebesidir. Bu fakîr, Mekke-i mükerremede Ahmed Yekdest hazretlerinin hizmetinde iken bu tarafta vefat etmiş, görüşmemiz mümkün olmadı" buyurdu) senede bir kere benimle birlikte İskenderiyye'ye teşrîf edip, kabirlerini ziyaret ederek, baş ucunda murakabe ederdi.
Mehmed Emîn Efendi'ye talebe olmamdan iki ay sonra hocam ahbablarıyla birlikte bizim eve teşrîf etmeye başladı. Bizde bir hafta veya on gün kalıp tekrar evlerine dönerdi. Ben daima yanında bulunur, hiç ayrılmazdım. Kendilerine mahsûs hizmetlerini görürdüm. Bizim evde veya kendi evlerinde iken, yanında benden başka kimse yatmazdı. Akşam yemeğini takiben birkaç saat istirahat ettikten sonra abdest alır, önce yatsı namazını daha sonra da teheccüd namazını kılardı. Beni uyandırır, ben de derhal kahvesini pişirir, tütün çubuğunu doldururdum. Sonra da huzûrlarında otururdum. Sabah namazı vaktine kadar sohbet eder, müşkillerimizi hallederdi. Eğer arkadaşlarımızdan evde bulunanlar olursa, onlar da gelip sohbetini dinlerdi. Ekseriyetle tarika-i aliyye-i Nakşibendiyyeden bahsolunurdu. Hep İmam-ı Rabbanî hazretlerinin ve oğlu Muhammed Ma'sûm hazretlerinin altı cildlik Mektûbat'ından anlatırdı. Buyurdu ki: "Mekke-i mükerremede iken, okuyup mütalaa ederek, hoş vakit geçirdiğim bu altı ciltlik Mektûbat'tan bir nüshasının, Şeyh Muhammed Murad hazretlerinin kütüphanesinde mevcût olduğunu işittim. Fakat elde edemedim. İnşaallah sen bir nüshasını bulup tercümesine vesile olursun." Vefatından bir iki sene sonra Mektûbat'ın tamamını elde edip, 1163 (m. 1750) senesinde, arkadaşlarımızdan Müstakim-zade Sa'düddîn Süleyman Efendi'ye vererek, tercüme edilmesini istedim. 1165 (m. 1752) senesinde tercümeyi tamamladı. Süleyman Efendi'nin yaptığı bu tercümeye; mübarek ve üstün bir zat olan Şeyh Abdullah Kasgarî, hadîs alimi (Sahîn-i Buharî'yi ve Sahih-i Müslim'i şerheden) Ebû Abdullah Şeyh Yûsuf Efendi-zade, Îsa-zade Şeyh Muhammed Salih Sehavî Halvetî ve Hace Muhammed Rasim Efendi takrizler yazdılar."
Meşhûr Osmanlı alimlerinden Müstakim-zade Süleyman Sa'düddîn Efendi, Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin en meşhûr talebelerindendi. Müstakim-zade Süleyman Efendi, Mehmed Emîn Tokadî hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır:
"... Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi'nin müderrisi, Hacegan yolunun büyüklerinden ihtiyar ve mübarek bir zat idi. Bu zat haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, "Akaid-i Molla Celal"i okuyordum. Böylece derse devam ediyordum. Birgün ders sırasında, mübarek bir zat dershaneye geldi. Bu zatı sadece şahsen tanıyordum. Bu mübarek zat bize ders veren hoca ile ahbablığı olduğundan, ba'zan medreseye gelirmiş. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, te'hîr etti. Sözü o zata bıraktı. Gelen zat da sohbete başladı. Sohbet sırasında bana iltifat göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle şeyler anlattı ki, dinleyenler çok istifade ettiler. Ben sohbet sırasında gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladım. Nihayet gelen o mübarek zat sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktı ve hürmetle uğurlandı. Ben bu zata tutulup, hayran oldum, ondan istifade etmek için kim olduğunu öğrenmek istedim. Dediler ki: "Bu zat Şeyh Mehmed Emin Tokadî'dir. Çok yüksek bir zattır." Meğer Mehmed Emîn Tokadî hazretleri bizim dersanemize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiş ve onlara şöyle demiş: "Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saadet tuzağına düşürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemaat dağılmadan tekrar evine dönmüş. Ben böylece onu tanıyıp iltifatına mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihayet 1149 (m. 1736) senesinde Rebî'ül-evvel ayında bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapıyı çalmadan kapıda beni karşılayıp, içeri kabûl etti. Bana çok iltifat gösterip, talebeliğe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokadî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifade ederek edeb öğrendim. Bana halimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden i'tibaren altı sene müddetle bana ilim öğretti. Buharî'yi şerîfi okuttuğu sırada da bana icazet verdi. Müstakim-zade Süleyman Sa'düddîn Efendi vasıtasıyla, pekçok kimse Mehmed Emîn Tokadî hazretlerini tanıyıp sohbetine kavuşmuştur. Pekçok eser yazmış olan Müstakim-zade Süleyman Sa'düddîn Efendi'nin kabri, hocasının kabri ile aynı yerde olup, ayak ucundadır. Hocasının kabir taşındaki ibareyi o yazmış ve bu yazı mezar taşı üzerine nakşedilmiştir.
Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin talebesi Seyyid Yahya Efendi'den naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi şöyle anlatmıştır: "Bursa'da bulunan Şeyh İsmail Hakkı Bursevî hazretleri, vefatına yakın bir zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşa'yı, Yeğen Mehmed Paşa'yı ve el-Hac Ahmed Paşa'yı Mehmed Emîn Tokadî hazretlerine gönderip, tasavvufta yetiştirilmesini rica etmişti. Mehmed Emîn Tokadî (rahmetullahi aleyh) bu ricayı kabûl edip, gönderdiği bu üç talebeyle alakadar oldu. Bunlardan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1150 (m. 1737) senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Han'ın vezîr-i a'zamı idi.
Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul'dan hareket etmeden önce, Aksaray civarında oturmakta olan kızının evini Mehmed Emîn Tokadî hazretlerine tahsis edip, oraya da'vet etti. Mehmed Emîn Tokadî de kabûl edip, oraya teşrîf etti. Burada ikamet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyaretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken padişahın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latife yollu takılırdı. Fakat o daima edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp dua isterdi. Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için dua ederdi.
Yeğen Mehmed Paşa, sefer devam ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendi'nin, tahsis ettiği evde ikamet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Davûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyaretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyade üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca dua etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hatta, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazîfesinden istifa edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i a'zam Yeğen Mehmed Paşa'yı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için dua etti. Fatiha-ı şerîf okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında Yeğen Mehmed Paşa'ya; "Bizi eve da'vet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?" dedi. O da; "İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle birşey gelmemişti. Fakat Dar-us-se'ade ağası (İstanbul valisi) Beşîr Ağa biraderiniz (ahıret kardeşiniz) hatırlattı" dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendi'nin duasını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.
Osmanlı ordusu, Vezîr-i a'zam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok dua etti. Hatta geceleri uyumayıp zafer için dua edip yalvardı. Bu hal yirmi günden fazla devam etti. Bu sebeple tedaviye ihtiyaç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahya diyor ki "Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış olduğunu gördüm. Benden ilaç istedi, te'min ettim, ilacı kullandı. Sonra beraberce, talebelerinden Kafesdar Abdulbakî Efendi'nin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendi'nin neş'eli halini görünce bana dedi ki: "Hamdolsun İslam askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşaallah birkaç güne kadar fütuhat haberi gelir!" Sonra dostlara ziyafet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslam ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslam askeri İstanbul'a geldi. Herkes birbirinin gazasını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendi'nin ziyaretine geldi. Ağlayarak mübarek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendi'nin adetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını rica etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netice verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk ve kolay olacağını söyledi. "Haftada iki gün tebdîl-i kıyafetle (kıyafet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civarından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle, kapı çalarak devam et. İnşaallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, halimizce vermemiz îcab eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz" buyurarak, keseleri zorla yine Paşa'ya verdi. Mehmed Emîn Tokadî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü." Hattat Muhammed Rasim Efendi şöyle anlatmıştır: "Cennetmekan Üçüncü Ahmed Han'ın vefatından sonra, şöyle bir rü'ya gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümayûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhır zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselamdır" dedi. Cehenneme götürülecek ba'zı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefaat edilirse Cehennemden kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz ( aleyhisselam ) nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokadî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefaat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zatı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokadî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler, içeride Peygamber efendimiz ( aleyhisselam ) kendisine iltifat buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokadî hazretleri; "Şefaat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsûs süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokadî hazretleri, sultanı ta'zim ve hürmetle çadırdan ç





