Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Mümtehine Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'daki Mümtehine Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Mümtehine Suresi 1-6. ayet
Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız, benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri kendilerine sevgi göstererek dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmektedirler; üstelik rabbiniz Allah'a iman ettiniz diye peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bildiğim halde onlara gizliden gizliye sevgi besliyorsunuz. İçinizden kim bunu yaparsa bilsin ki doğru yoldan sapmış demektir.
Onlar sizi bir yakalasalar size yine düşmanca davranırlar, elleriyle ve dilleriyle size kötülük etmeye çalışırlar ve isterler ki sizler de hakkı inkar edesiniz.
Kıyamet gününde ne yakınlarınızın ne de çocuklarınızın size yararı olabilir; Allah aranızda hükmünü verir. Yapıp ettiklerinizi Allah tamamıyla görmektedir.
İbrahim'de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah'ı bırakıp da taptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrahim'in, babasına "Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah'tan sana geleceklere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur" demesi başka. Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır.
Rabbimiz! Bizi, inkar edenler için bir sınama konusu yapma. Bizi bağışla ey rabbimiz! Çünkü kudret ve hikmet sahibi olan sensin.
İçinizden Allah'ın lutfuna ve ahiret gününe umut bağlayanlar için onlarda hiç şüphe yok ki güzel bir örneklik vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde layıktır.
Bir sahabînin, Mekke'deki yakınlarının güvenliklerini sağlamak amacıyla Hz. Peygamber'in verdiği gizli bir bilgiyi Mekke müşriklerine sızdırmaya teşebbüs etmesi olayı ışığında, müminler değerler sıralamasına riayet hususunda uyarılmakta, düşman tarafta kişinin en yakınları bulunsa bile onlarla, Allah'a ve resulüne iman ve bağlılık ilkesiyle bağdaşmayan, emanete hıyanet niteliği taşıyan ve müslümanların güvenliğini ihlal eden ilişkiler kurulamayacağı hatırlatılmaktadır.
İlk ayetin, sûrenin baş kısmının veya tamamının nüzûl sebebi olarak nakledilen olay özetle şöyledir: Hz. Peygamber Mekke'ye sefer için hazırlık yaparken hedefini gizli tutmuş, sadece sahabeden belirli kişilere bir sır olarak bunu söylemişti. Konuya ilişkin rivayetler ışığında, bunun Hudeybiye Barış Antlaşması'yla sonuçlanan umre amaçlı sefer veya Mekke'nin fethi için yapılan sefer hazırlığı olduğu yönünde farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Dolayısıyla, birinci ihtimale göre olay hicrî 6., ikinci ihtimale göre 8. yılda meydana gelmiş olmalıdır. Bu hazırlık sürerken azatlı bir cariye olan Sare adlı bir kadın Mekke'den Medine'ye gelip maddî yardım için Resûlullah'a başvurdu. Hz. Peygamber ona müslüman olarak mı yoksa sadece göçmen olarak mı geldiğini sordu. O, böyle bir sebeple değil, azatlısı olduğu ailenin Medine'ye hicretinden sonra ihtiyaç içine düşmesinden dolayı geldiğini ve maddî yardıma muhtaç olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Resûlullah onun azatlısı olduğu Abdülmuttaliboğulları'nı yardıma teşvik etti. Hz. Peygamber'in kendisine Mekke fethi hazırlığıyla ilgili bilgi verdiği sahabîlerden Hatıb b. Ebû Beltea da bu kadına para ve giyecek yardımı yaptı, bu arada onunla Mekkeliler'e hitaben gizli bir mektup gönderdi. Kadın yola çıktıktan sonra Cebrail (a.s.) durumu Hz. Peygamber'e bildirdi. Resûlullah hemen –aralarında Hz. Ali'nin de bulunduğu– bir grup sahabîyi görevlendirip ona yetişmelerini ve mektubu alıp getirmelerini emretti (rivayetlerde diğer sahabîlerin isimleri konusunda farklılıklar bulunmaktadır). Hz. Peygamber kadını –Mekke istikametinde Medine'ye 12 mil mesafede bir yer olan– Ravzaihah'a vardıklarında bir deve hevdeci içinde bulacaklarını bildirmişti. Atlarına binip süratle oraya ulaşan sahabîler onu elleriylekoymuş gibi buldular. Kadın mektubu kolay bulunamayacak şekilde (bir rivayete göre saç bağının içine) saklamıştı. Önce direnmek istedi, fakat başka çaresinin olmadığını anlayınca mektubu sakladığı yerden çıkarıp verdi. Kadının getirilmesi veya cezalandırılması talimatı bulunmadığı için serbest bırakıldı. Mektup kendisine ulaşınca Hz. Peygamber Hatıb'ı sorguladı. O, bunun imanındaki bir zaafla ilgili olmadığını ısrarla belirtip gerekçesini şöyle açıkladı: Yanınızdaki muhacirlerin Kureyşliler'le akrabalığı bulunduğu için Mekke'deki yakınları ve malları korunmaktadır. Ben ise aslen Kureyşli değilim; onun için ben de yakınlarımın himayesini sağlamak üzere onlara bir jest yapmak istedim. Resûlullah "İşin doğrusunu apaçık söyledi" buyurdu. Gerçekten Hatıb'ın annesi, oğulları ve kardeşleri Mekke'de bulunuyorlardı ve mektubun içeriği de bir münafıklık unsuru taşımıyor, aksine Resûlullah'a olan güçlü inancını ifade ediyordu. Bir rivayete göre mektupta şöyle bir ifade vardı: "Bilin ki Allah'ın peygamberi (s.a.) sel gibi akacak gece misali bir orduyla size doğru gelmeye hazırlanıyor. Allah'a yemin ederim ki o yalnız başına da gelecek olsa Allah onu size karşı muzaffer kılacaktır; çünkü Allah ona olan vaadini mutlaka yerine getirir." Bununla birlikte önemli bir sırrın böyle bir yolla düşmana haber verilmesi müslümana yaraşmayan bir davranış, büyük bir suç ve günah idi. Nitekim Hatıb'ın cevabı üzerine Hz. Ömer onun idamını teklif etti. Ama Hz. Peygamber onun Bedir Savaşı'na katılanlardan olduğunu ve Allah'ın onlarla ilgili müjdelerini hatırlatıp buna müsaade etmedi. Ardından bu ayet veya ayetler nazil oldu. Bu olay üzerine inen kısmın nereye kadar olduğu hususunda farklı rivayetler vardır (bk. Buharî, "Megåzî", 9, "Tefsîr", 60/1; Müslim, "Fezailü's-sahabe", 161; Müsned, I, 80; Taberî, XXVIII, 58-61; İbn Âşûr, XXVIII, 130-131, 132-133; Elmalılı, VII, 4890-4894).
Resûl-i Ekrem'in o günkü şartlarda, anılan kadına müslüman olarak mı yoksa göçmen olarak mı geldiğini sorması, onun da her iki şıkka "hayır" cevabını verip sadece ihtiyaç sebebiyle geldiğini belirtmesi üzerine hiçbir tepki göstermemesi ve tam aksine kadına yardım edilmesini teşvik etmesi onun rahmet peygamberi olduğunu ve insanî erdemler konusundaki üstünlüğünü gösterdiği gibi, inanç özgürlüğüyle ilgili tavrını ortaya koyması açısından da önemlidir. Gördüğü bu insanî muameleye hıyanetle karşılık verip müslümanlar aleyhine casusluk yapan bu kadının yakalanıp getirilmesini istememesi ve onu cezalandırma yönüne gitmemesi ise, Mekke müşrikleriyle ilişkilerde hassas bir dönemden geçiliyor olmasına, böyle haklı bir cezalandırmanın bile kötüye kullanılabileceği ihtimalini dikkate almış bulunmasına bağlanabilir.
1. ayetin "Eğer benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız" diye tercüme edilen kısmı metinde, "sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar" cümlesinden sonra yer almakla beraber anlam itibariyle baş tarafla ilgili olduğu için (Taberî, XXVIII, 58) mealde de öne alınmıştır. Çıkarma eyleminin şimdiki zaman kullanılarak anılması, bazı müfessirlerce, ne büyük bir kötülük yaptıklarını gözler önüne getirme, canlı bir tasvir yapma amacıyla izah edilmiştir. Burada "benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseler" ifadesi kullanılarak, müslümanların husumet düşüncesini ve davranışını yönlendiren amilin kişisel kin ve garez duygularının olmaması gerektiği, ancak Allah için, kamunun yararı bulunması durumunda düşmanlık edilebileceği yönünde bir uyarı yapılmıştır. Böylece gerek sevgi gerekse nefret konusunda temel kriter "hak" kavramı olmaktadır (Elmalılı, VII, 4895). Nitekim ayetin devamında burada söz konusu edilen kimselerin düşman olarak nitelenme gerekçesi, Hz. Peygamber'i ve Allah'a inanmaları sebebiyle müminleri yurtlarından çıkmaya mecbur etmeleri şeklinde açıklanmış; 8-9. ayetlerde de müslümanlara savaş açıp onlara haksız baskılar uygulamayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmanın ve hakkaniyete göre hareket etmenin yasaklanmadığı belirtilerek, Kur'an'ın müslüman olmayanları mutlak düşman ilan etme ve onlarla iyi ilişkiler kurmaktan sakındırma gibi bir amacının bulunmadığına açıklık getirilmiştir.
Gramer açısından değişik ihtimaller bulunduğundan, ayetin "kendilerine sevgi göstererek" diye çevrilen kısmı için farklı tercümeler vermek mümkündür. Mesela mealde olduğu üzere veya "sevgi sebebiyle kendilerine haber uçurarak" şeklinde ana cümleye bağlanabileceği gibi, ara cümle olarak düşünüp "ki onlara sevgi gösteriyorsunuz" ya da yeni bir cümle kabul edip, "Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz" yahut "Sevginizden ötürü onlara haber uçuruyorsunuz" gibi manalar verilebilir (Şevkanî, V, 242-243; Elmalılı, VII, 4895-4896). Yine "Onlar size gelen gerçeği inkar etmektedirler" anlamındaki cümlenin öncesine ve sonrasına bağlanması değişik şekillerde olabilmektedir. Âyetin devamında dostluk (yahut özel sevgi bağları) sebebiyle düşmanlara sır veren müslümanlar eleştirilirken "sır" kökünden gelen bir fiil kullanıldığı halde Allah'ın gizlenenleri de bildiği belirtilirken "hafî" kökünden türetilmiş bir fiil kullanılması şöyle bir anlam inceliği taşımaktadır: Sır, herkese açılmayan gizlilikleri ifade eder, hafî ise gönülde gizleneni de kapsar; Allah Teala yalnız belli kimselerle paylaşılan sırları değil, gönüllerde saklananları da bilmektedir (ayrıca bk. Taha 20/7).
2. ayette, bir yandan bağnaz münkirlerin sadece güç ve maddî üstünlüğü esas alan, hak ve ahlakî değer tanımaz tavırları eleştirilirken bir yandan da müslümanlara düşmana karşı bir üstünlük elde ettiklerinde nasıl davranmaları gerektiği hususunda dolaylı olarak bir uyarı yapılmaktadır. Gerçekten insanlık tarihi, özellikle inanç motifinin ağır bastığı savaşlarda galibiyet elde eden tarafın hasım tarafa vahşet olarak nitelenebilecek muameleler yapmasının örnekleriyle doludur. Buna karşılık müslümanların benzeri konumda oldukları zaman esirlere işkence, küfür, hakaret, taciz ve tecavüz gibi tavır ve eylemlerden uzak durmaya özen gösterme alışkanlığı kazanmış olmalarıyla, bu ve benzeri ayetler ile Hz. Peygamber'in örnek uygulamaları ışığında oluşan İslamî öğretiler arasında sıkı bir ilişki vardır. İslam muhitinde erken dönemlerde, savaş hukukunun insanî esaslarının belirlenmesi esprisine ağırlık veren "siyer" isimli bir ilmî disiplinin ve bu çerçevede geniş bir literatürün ortaya çıkması da bu zihniyet ve tatbikatın teoriye yansıyan belgeleri olarak düşünülebilir. Malazgirt zaferini takiben Alparslan'ın esir düşen Bizans İmparatoru Romen Diyojen'e yaptığı insanî muamele bu konuda meşhur bir örnek olduğu gibi, Alparslan'ın esir statüsünde bir komutanı huzuruna kabul edip onunla tartışırken yaralanması sonucu hayatını kaybetmiş olması da bu açıdan oldukça ilginçtir. Öte yandan ayette, gücü elinde bulunduran tarafın diğer tarafa inanç konusunda baskı yapma arzu ve eğiliminin kınanmış olması da bu konuda önemli bir mesaj içermektedir (ayrıca bk. Tevbe 9/5). Lafzan "Onlar sizi bir yakalasalar" anlamına gelen ifade bu bağlamda "size karşı bir zafer kazansalar, sizi ele geçirseler" manasındadır (Zemahşerî, IV, 86).
İlk ayette yer alan buyruğun gönüllerde yer tutmasını sağlamak üzere, 3. ayette bu dünyadaki yakınlığın davranışlarımızı yönlendirecek yegane ölçü olamayacağına ve kıyamet günü herkesin kendi davranışlarıyla başbaşa kalması sahnesinin daima göz önünde bulundurulması gereğine dikkat çekilmektedir.
"Güzel bir örneklik" diye tercüme ettiğimiz üsve hasene tamlaması, günümüz davranış bilimleri incelemelerinde, özellikle liderde bulunması gereken nitelikler konusunda önemli bir yere sahip olan "davranış modeli" veya "numune, örnek kişilik" kavramını çağrıştırmaktadır. Bu tamlama Ahzab sûresinin 21. ayetinde Hz. Peygamber hakkında kullanılmış ve müminlerin onu örnek almaları istenmişti. Burada 4. ve 6. ayetlerde aynı kavram, insanlık tarihinde tevhid mücadelesinin öncü isimlerinden olan Hz. İbrahim ve ona uyanlar hakkında kullanılarak, şirk ve inkar batağına saplanıp kalma olgusunun yeni olmadığına dikkat çekilmekte ve bu gibi kimselerle ilişkiler konusunda yararlanılacak önemli bir tecrübeye gönderme yapılmaktadır (Hz. İbrahim'in babasının bağışlanması için dua etmesi hakkında bk. Tevbe 9/114; Meryem 19/47). 4. ayetin "ona uyanlar" diye tercüme edilen kısmı için "Hz. İbrahim'e iman edip ona uyan müminler" ve "Hz. İbrahim'in döneminde ve ona yakın zamanda yaşayıp ona tabi olan peygamberler" şeklinde yorumlar yapılmıştır. İbn Atıyye Hz. İbrahim'le birlikte Nemrud'a karşı mücadele veren bir grubun varlığının bilinmediği gerekçesiyle ikinci yorumu daha kuvvetli bulur (V, 295). Hz. İbrahim ve ona uyanların davranışı örnek gösterildiğine göre aynı ayette geçen, "Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır" anlamındaki sert ifadeyi –başka ayetler, özellikle bu sûrenin 7-9. ayetleri ve Resûlullah'ın tatbikatı ışığında– düşmanlık ilan etme, bunu alevlendirme ve nefreti kalıcı kılma amacıyla izah etmek mümkün değildir. Hz. İbrahim ve tabileri, inkarcılara onların yolundan uzak olduklarını ve bu tavrın sorumluluğunu paylaşmayacaklarını bildirirken kullandıkları bu ifadeyle, gerçeği açık yüreklilikle ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymayı, bu konuda ödün vermeyeceklerini vurgulamayı, özellikle yeni iman etmiş olup bazı tereddütler yaşayanların maneviyatını yükseltmeyi amaçlamış olabilirler. 5. ayetteki "Bizi, inkar edenler için bir sınama konusu yapma" şeklinde çevrilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: "Onları bize galip getirme" veya "Bizi doğrudan yahut onlar vasıtasıyla cezaya çarptırma ki 'Bunların iddiası doğru olsaydı, güvendikleri Allah onları desteksiz bırakmazdı yahut bu muameleye maruz kalmazlardı' şeklinde düşünmesinler ve bu yüzden kendilerinin hakikat üzere olduklarını sanmasınlar. Bizi böyle bir sınamaya, bir imtihana vesile kılma" (Taberî, XXVIII, 64; Şevkanî, V, 245). Bir yoruma göre burada Allah Teala'dan, müminlere karşı inkarcıların imkanlarını genişletmemesi istenmektedir. Çünkü inkarcıların müminlerden daha fazla imkanlara sahip olmaları da müminler için sıkıntı, dolayısıyla bir imtihan sebebi olacaktır (Razî, XXIX, 302).
Mümtehine Suresi 7-11. ayet
Belki de Allah sizinle onlardan düşmanınız olan kimseler arasında (karşılıklı) bir dostluk meydana getirecektir. Allah kādirdir. Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever.
Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir.
Ey iman edenler! Mümin kadınlar göç ederek size geldiklerinde -onların imanlarını Allah daha iyi bilmekle beraber- siz onları sınayın. Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyin. Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal olmaz. Onlara (kocalarına) harcadıklarını (mehirleri) geri verin. Mehirlerini ödediğiniz takdirde bu kadınlarla evlenmenizde sakınca yoktur. Kafir kadınları nikahınız altında tutmayın. Siz harcadığınızı (verdiğiniz mehri) isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler. Allah'ın hükmü işte budur. Aranızda hükmünü böyle veriyor. Allah hakkıyla bilmektedir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şayet eşlerinizden biri kafirlere kaçar, böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa, eşleri gitmiş olanlara harcadıklarına denk bir şey verin. İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.
Sûrenin başında Allah'a ve O'na inananlara düşmanlık edenlerle dostluk kurmanın yasaklanmasındaki amaca ve bu hükmün kapsamına açıklık getirilmektedir. 7. ayette açıkça ifade edildiği üzere bu yasağın asıl maksadı, aydınlanmanın ve her türlü hayırlı girişimin önünü kesen kör taassup ortamının, inanç ve fikirlerin delilleri üzerinde hür biçimde düşünmeye imkan verecek bir ortama dönüştürülmesi, böylece 1. ayette işaret edildiği şekilde manevî baskı sebebiyle veya çıkar sağlama düşüncesiyle sergilenen sevgi gösterilerine ihtiyaç kalmaması, gerçek ve riyasız sevgiye erişilebilmesidir. 8 ve 9. ayetlerde bu yasağın yani 1. Âyetteki anlamıyla "düşman" kavramının kapsamı belirlenirken de, İslamiyet'i kabul etmeme değil, din konusunda müslümanlarla savaşma, onları yurtlarından çıkarma veya çıkarılmalarına yardımcı olma kriterleri esas alınmıştır. 7. ayetin başında yer alan "umulur ki, belki de" gibi manalara gelen "asa" yardımcı fiilini Cenab-ı Allah kendisi hakkında kullandığında O'nun tarafından yapılmış bir vaadi ifade eder (Zemahşerî, IV, 88). Nitekim Mekke'nin fethiyle birlikte putperestlerin baskıları sona ermiş, barış ortamının tesisiyle birlikte insanlar akın akın Allah'ın dinine yönelmişler ve rahmet peygamberinin engin sevgi ve hoşgörüsünü yakından tanıma fırsatı elde etmişlerdir (Nasr 110/1-2). Bu ayetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, –8. ayetin tefsiri sırasında Taberî'nin belirttiği üzere– burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, ayette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle ilgili nesih iddialarının da dayanağı yoktur (XXVIII, 65-66).
Bu ayetlerde Kur'an'ın, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin makul ve ikna edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostane ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyulması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilaf çıkması durumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmane ilişkiler içine girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilan etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiilî davranış ortaya koyması şeklinde özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur'an'ın bu konuda ortaya koyduğu esaslar müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı ilke ve kurallar olmayıp objektif niteliktedir.
Elmalılı'ya göre, 9. ayette yer alan "çıkarılmanıza yardım etmiş" kaydı 8. ayette bulunmamakla beraber, delalet yoluyla bu nitelikte olanların da 8. ayet kapsamında düşünülmesi gerekir; 8. ayette bu kaydın açık bir şekilde yer almaması, düşmana müzahir (yardımcı) olanlarla ilişkiyi kesmekte acele etmemek, önce onları bu tutumdan vazgeçirmeyi sağlayacak siyasî girişimlere imkan bırakmak gerektiği yönünde bir anlam inceliği taşır (VII, 4904, 4906). Elmalılı'nın ikinci yorumu dikkate değer olmakla birlikte, kanaatimizce 8. ayet dostane ilişkileri sürdürebilmeyle ilgili genel bir hüküm içermekte, 9. ayet ise dostluk ve dayanışma (ittifak) ilişkisi kurulması konusunda sınırlama getirmekte, kendileriyle ittifak yapılacak olanların düşmana müzahir olmamasının da şart olduğu belirtilmektedir. Öte yandan 8. ayette "savaşmayan, yurtlarınızdan çıkarmayan" şeklinde geniş zaman fiilleri kullanıldığı halde 9. ayette "savaşmış, yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza yardım etmiş" şeklinde geçmiş zaman kullanılması da dikkat çekici olup, buradan hareketle yasak hükmünün fiilen bu yolları denemiş olanlarla ilgili olduğu sonucuna ulaşılabilir (bu konuda ayrıca bk. Âl-i İmran 3/28; Tevbe 9/23-24; Mücadele 58/22).
Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ile Kureyşliler (Mekke müşrikleri) arasında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın 5. maddesinde şu hüküm yer alıyordu: "Velisinin izni olmadan Kureyş'ten Muhammed'e geleni o kendilerine iade edecek, Muhammed'in beraberindekilerden Kureyş'e geleni ise onlar kendisine iade etmeyecektir" (bk. Muhammed Hamîdullah, Mecmû'atü'l-vesaiki's-siyasiyye li'l-'ahdi'n-Nebevî ve'lHılafeti'r-Raşide, s.77; İslam tarihinin dönüm noktalarından biri olan Hudeybiye barışı ve sonuçları hakkında bk. Bakara 2/194, Fetih 48/1-7). Müslümanlara oldukça ağır gelen bu şarta Hz. Peygamber titizlikle riayet ediyordu. Fakat iki kadının Mekke'den kaçıp Resûlullah'a sığınması, yeni bir problem ortaya çıkarmıştı. Zira antlaşmada sadece erkek göçmenler konuşulup hükme bağlanmıştı. Bu ayetler kadın göçmenlerin –belli bir sınamadan sonra– kabul edilmesi ve inkarcı tarafa iade edilmemesi hükmünü getirdi. Hz. Peygamber kadınların antlaşma kapsamında olmadıklarını hatırlatarak bu hükmü uygulayınca Kureyşliler bir itirazda bulunmadılar (Muhammed Hamîdullah, "Hudeybiye Antlaşması", DİA, XVIII, 299). Bu durum da antlaşmaya aykırılık bulunmadığını gösteriyordu. Kaldı ki Resûlullah'ın aşağıda açıklanacak tatbikatı göz önüne alındığında, getirilen bu düzenlemeyle, müslümanların güvenliğini sağlamak kadar ahde vefa prensibine tam olarak uyulduğunun açık biçimde hissettirilmesinin de amaçlandığı anlaşılmaktadır. Zira bu, inançları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş iki topluluğun on seneliğine barış ilan etmesi temeline dayalı bir antlaşmaydı; kadınları kapsamıyor gerekçesine dayanılarak hangi saikle gelmiş olurlarsa olsunlar bütün göçmen kadınların kabul edilmesi ve iade edilmemesi antlaşmanın ruhuna aykırılık iddialarını harekete geçirebilirdi. Göçmen olarak gelen kadınların karşı tarafça istense dahi iade edilmemesi uygulamasının haklılık taşıması ve antlaşmaya gölge düşürmemesi için kendilerinden açık bir beyan alınması ve bu kararlarının inançla ilgili bir tercihe dayandığından emin olunması gerekirdi. Öte yandan bir inceleme yapmadan mutlak bir göçmen kabul uygulaması müslümanlar açısından önemli sakıncaları beraberinde getirebilirdi. Casusluk yapmak, müminler arasına nifak sokmak, bu toplumda gayri ahlakî davranışları yaymak gibi yıkıcı amaçlarla gelmeleri ihtimal dışı değildi ve bunun doğuracağı tehlike açıktı. Hatta, iman saikiyle değil de sırf kocasıyla geçimsizlik içinde olma veya daha müreffeh bir hayat sürme gibi kişisel sebeplerle gelmiş olmaları halinde bile bu, o günün şartlarında müslüman toplum için önemli sorunlara yol açabilirdi. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber muhacir olarak gelen kadınlara kocasından nefret ettiği, başka yere göçmek istediği veya dünyevî bir arzuya erişmek istediği için değil sırf Allah ve peygamber sevgisi uğruna geldiğine dair yemin ettiriyordu. Bazı rivayetlerde bu sınama kelime-i şehadet getirmelerini istemekten ibaretti. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre ise Resûlullah onları 12. ayetteki şartları içeren bir sözleşmeyle sınıyordu (Taberî, XXVIII, 67-68, 70). 10. ayet, dikkate değer anlam incelikleri taşıyan bir ifadeyle, bu konuyu şöyle düzenliyordu: Göçmen kadınların geliş maksatları hakkında bir inceleme yapılmalıdır, ama bu inceleme gerçekten iman edip etmediklerine ilişkin kesin bir tesbit anlamında değildir, çünkü bunu en iyi bilen Allah Teala'dır. Onların mümin olduklarına kanaat getirmek (zann-ı galib) yeterlidir. Âyette Allah Teala hakkında onların "iman"larını bilmekten, müslümanlar hakkında ise onların "mümin" olduklarını bilmekten söz edilmiş olması bu noktaya açıklık getirmektedir. 12. ayette değinilen sözleşme bu hükmün devamı olarak düşünüldüğünde, anılan kadınların burada belirtildiği şekilde daha ayrıntılı bir beyan ve taahhütte bulunmaları öngörülmüş demektir; fakat bu da gerçek iman araştırması anlamı taşımamaktadır. 10. ayetin başında, muhacir olarak gelen kadınların "mümin kadınlar" şeklinde nitelenmesi ise ilk beyanlarından iman ettiklerinin anlaşıldığını ve aksi yönde bir işaret taşımadıklarını yahut yakında sınanarak bu durumlarının anlaşılacağını belirtmektedir (Zemahşerî, IV, 88, 89). Gelen kadınların mümin olduklarına kanaat getirmek şu açıdan da ayrı bir önem taşıyordu: Mekke'de kalan ve açıkça yahut gizli biçimde İslamiyet'i kabul etmiş bulunan bir müslüman erkek, şirk inancını korumak isteyen karısını mevcut kurallara göre kolayca boşayabilirdi. Bu durumdaki müslüman kadın için ise aynı imkan bulunmadığından, iman ettiğine kani olunan bir kadının müşriklere iadesi onu gayri meşru bir ilişkiye itmek gibi bir sonucu beraberinde getirmiş olacaktı. Öte yandan, birçok müfessir Hudeybiye Antlaşması'nın kadınları da kapsadığı fakat bu ayetlerin sınırlayıcı hüküm getirdiği kanaatindedir (İbn Atıyye, V, 297; Şevkanî, V, 248). Bu ihtimal doğru olsa da hükmün –müslümanlar açısından– yukarıda açıklanan haklılık gerekçeleri değişmemekte, sadece müslüman tarafın sözleşme hükümlerinin değiştirilmesini istediği ve diğer tarafın da bunu kabul ettiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Mekke'den bu şekilde göç ederek Medine'ye gelen ilk mümin kadınların kimler olduğu hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Yaygın rivayete göre ilk gelen kadın, Ukbe b. Ebû Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm veya Sübey'a bint el-Haris'tir. Âyetin "Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal olmazlar" diye çevrilen kısmında helal olmama hükmünün, iki taraf ayrı ayrı zikredilerek tekrarlanması bazı müfessirlerce şöyle açıklanmıştır: Birincisinde müslüman kadınların artık müşrik erkeklerle evlilik bağının kalmadığı, ikincisinde ise –müşrik oldukları sürece– onlarla yeniden evlenemeyecekleri belirtilmiş olmaktadır (Şevkanî, V, 248). İnanç farklılığı ve kadının hür tercihiyle meydana gelen böyle bir ayrılığı takiben o günkü şartlarda ortaya çıkabilecek en önemli sorun kadının iktisadî güvencesini oluşturan mehir konusuydu. Bu ayrılık kocanın onayı olmadan gerçekleştiğinden, kendisinin bu evlilik için yaptığı harcamaları istemesini haklı kılacak ve kadın o esnada bunu ödeme gücüne sahip değilse onu minnet altında bırakacaktı. Dahhak'tan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber ile müşrikler arasında (Hudeybiye Antlaşması'ndan ayrı olarak) şöyle bir mutabakat vardı: Müslüman olmayan Mekkeli bir kadın Hz. Peygamber'e sığınırsa onu müşriklere iade edecek, şayet bu kadın müslüman ise ve Mekke'de kocası varsa kadını iade etmeyecek fakat erkeğin harcadığı mehiri ona ödeyecekti. Bunun mukabili durumlarda da benzer hükümler Hz. Peygamber lehine uygulanacaktı (Zemahşerî, IV, 89). Konumuz olan ayetlerin inmesi veya daha önceki ilahî bildirim üzerine Resûlullah müşriklerle bu yönde –yazılı veya sözlü– ayrı bir antlaşma yapmış olabilir. Her halükarda ayetlerin getirdiği düzenlemeyle bir yandan iade etmemenin bir istismar izlenimi bırakması önlenmiş, diğer yandan da –müşrik tarafa karşı minnet altında bırakılmamak suretiyle– göç eden müslüman kadınların onuru korunmuştur. Ayrıca "Kendilerine mehirlerini ödediğiniz takdirde onlarla evlenmenizde sakınca yoktur" buyurularak, bu özel durumla, söz konusu kadınların müslüman erkeklerle yeni evlilik yapmaları halindeki hakları arasında bir ilinti kurulmamış, genel kurallar çerçevesinde malî hakları güvence altına alınmıştır. Tarafların birbirine helal olmadığının belirtilmesinin ardından, müşriklerin ödemiş oldukları mehirden söz ederken "ecr, mehr, sadak" gibi bir kelimeye yer verilmeyip "harcadıklarını geri verin" anlamında bir cümle kullanılmış olması özel bir anlam taşımaktadır; böylece, artık onlarla müslüman olmuş kadınlar arasında evlilik bağının kalmamış olduğu hususu farklı bir üslûpla bir daha belirtilmiş oluyordu. Nitekim sözün devamında bu kadınlarla müslümanların evlenmeleri hali düzenlenirken "mehir" kelimesini içeren bir ifade kullanılmıştır (İbn Âşûr, XXVIII, 158). Daha sonra evlilik bağının sona erdiği durumlar için "mehir" anlamına gelen bir kelimenin kullanılmamış olması da bu yorumu desteklemektedir. Âyetin "Kafir kadınları nikahınız altında tutmayın" diye tercüme edilen kısmında müslüman bir erkeğin İslamiyet'ten dönen karısıyla veya müslüman olan bir erkeğin şirk inancında ısrar eden karısıyla evlilik hayatını sürdüremeyeceği belirtilmektedir. Âlimlerin bir kısmı bu ifadenin müşrik olan inkarcı kadınlar hakkında olduğu ve Ehl-i kitap'tan olanların bu kapsamda bulunmadığı kanaatindedir. Bazılarına göre ise onlar da ifadenin kapsamındadır, fakat Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenilebileceğine ilişkin delillerle hükmü sınırlandırılmıştır (Şevkanî, V, 248). Bir fakihten, "kafir kadınlar" anlamındaki "kevafir" kelimesinin her iki cinsi kapsadığından hareketle bu cümlenin hem erkekler hem kadınlar hakkında olduğu yorumu nakledilirse de (bk. İbn Atıyye, V, 298), İbn Âşûr cümlenin diğer ögeleri dikkate alındığında bu yorumun isabetli sayılamayacağını belirtir (XXVIII, 159-160). Bakara sûresinin 221. ayetiyle, erkek olsun kadın olsun müslüman bir kimsenin müşrik biriyle evlenemeyeceği bildirilmişti. Belirtilen yasağın müslüman olduktan sonrasını kapsadığı ve önceki evlilikleri etkilemediği şeklinde anlaşıldığı ve bazı müslümanların bu ayet gelinceye kadar inkarcı olan hanımlarını nikahları altında tuttukları görülmektedir (Derveze, XII, 22; bu ayetin inmesi üzerine Mekke'deki hanımlarını boşayan sahabîler hakkında örnekler için bk. Taberî, XXVIII, 72). Müslüman olarak gelen kadınların bireysel hakları yukarıda belirtildiği şekilde koruma altına alınmakla beraber, olayın iki taraflı cereyan etmesi halinde bu konunun müslüman topluma getireceği malî yükün hafifletilmesi için mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesinin uygulanması istenmiştir. 10. ayetin "Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler" şeklinde çevrilen kısmı ve 11. ayet bu hususu düzenlemektedir. 11. ayetin "böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa" diye tercüme edilen kısmı "ve siz bir ganimet elde ederseniz" şeklinde de anlaşılmıştır. Her iki yorum, bir müslümanın karısının inkarcı tarafa kaçması halinde, onun bu sebeple uğradığı maddî zararın karşı tarafça tazminini sağlayacak bir münasebet doğduğunda bu hakkın kendisine verilmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Birinci anlama göre alacağın takas edilmesi, yani 10. ayette geçen "Onlara harcadıklarını (mehirleri) geri verin" buyruğu uyarınca inkarcı tarafa yapılacak ödemeden mahsup yapılması, bu şekilde söz konusu erkeğin zararının karşılanması öngörülmektedir. İkinci anlama göre ise kadının kaçtığı tarafla çarpışmaya girmeyi gerektiren bir durum ortaya çıkıp müslümanlar zafer ve ganimet elde ederlerse bu gelirlerden o erkeğin zararını karşılayacaklardır (muhacir müminlerin hanımlarından müşriklere iltihak eden altı kadın hakkında bk. Zemahşerî, IV, 90). Hatta Taberî karşı taraftan elde edilecek gelirin, –savaş yoluyla ele geçirilen ganimetlerle ve ilgili toplulukla sınırlandırılmaksızın– malî hukuk kuralları çerçevesinde gayri müslimlerden elde edilen gelirler şeklinde anlaşılması gerektiği yorumunu tercih eder (XXVIII, 75-77). Müslümanlar "Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler" buyruğunu uyguladıkları halde müşriklerin bunu kabul etmediklerini bildirmeleri üzerine 11. ayet inmiştir. Bazı müfessirlere göre ise 11. ayette, Kureyş değil, Hz. Peygamber'le aralarında antlaşma bulunmayan topluluklar söz konusudur (Taberî, XXVIII, 73-75). Bu ayetin "şayet eşlerinizden biri kafirlere kaçarsa" diye çevrilen kısmının lafzî karşılığı "şayet eşlerinizden bir şey kafirlere kaçarsa" şeklindedir. Burada "şey" kelimesi, "biri, bazıları" anlamındadır ve İslam'dan yüz çevirmekle kişinin kendi değerini düşürmüş olacağına dair bir îma söz konusudur (İbn Âşûr, XXVIII, 161, 162). Bu ayetlerde –o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık ilişkiler ve bu iki kesim arasındaki antlaşmayla bağlantılı olarak– yer alan mehirlerin mübadelesi hükümlerinin o zamana mahsus olduğu hususunda alimler fikir birliği içindedirler; Ebû Bekir el-Cessas, İbnü'l-Arabî ve Kurtubî bunu açıkça ifade etmişlerdir (İbn Âşûr, XXVIII, 161). Tabii ki bu tesbit, söz konusu düzenlemelerden bazı mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değildir. Özellikle böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefa prensibine hassasiyetle uyulması, sözleşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu ayetlerden kolayca anlaşılmaktadır. 11. ayetin sonunda yer alan şu cümle, Allah'a imanın birey ve toplum olarak müslümanlara hak ve hukuka riayette duyarlı olmak hususunda ne büyük bir sorumluluk yüklediğini hatırlatma açısından oldukça etkileyici bir ifadedir: "İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakınınız." "Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyiniz" cümlesi, müşrik bir topluma yapılacak, üstelik kadının istemediği bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılması sonucunu doğuracak bir iade işlemi bağlamında yer almakla beraber, –başka bazı delillerle de desteklenerek– burada "kafirler" kelimesi geçtiği için müslüman bir kadının Ehl-i kitap'tan bir erkekle dahi evlenemeyeceği ve evliliğini sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılmıştır (bk. Bakara 2/221). Fıkıhçıların çoğu bu sonuca varmış olmakla beraber özellikle Hz. Peygamber ve Hz. Ömer devirlerine ait uygulamalara dayanan bazı fıkıhçılar, baştan evlenmenin caiz olmadığını, ancak müslüman olmadan önce gayri müslim ile evli bulunan tarafın, ihtida yüzünden nikahının bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir (İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkamü ehli'z-zimme, Dımaşk 1961, I, 317 vd., 340 vd.). Çağdaş alimlerden Kardavî de bu ictihadı benimsemiştir.
Mümtehine Suresi 12-13. ayet
Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat etmeye geldiklerinde onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışlama dile. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği, inkarcıların kabirlerde yatanlardan (onların dirileceklerinden) ümit kestikleri gibi ahiretten ümit kesmiş bir topluluğu dost edinmeyin.
"Biat etme" ve "biatı kabul etme" anlamları verilerek çevrilen (birincisi geniş zaman, ikincisi emir kipindeki) fiiller, "satma ve satın alma" manalarına gelen bey' masdarından türetilmiş olup aynı kökten gelen bey'at (biat) kelimesi, "satım sözleşmesinin tamamlandığını gösteren el sıkışma hareketi, itaat hususunda söz verme ve söz alma, bir kimsenin yöneticiliğini kabul etme" gibi anlamlara gelir. Fetih sûresinin 10 ve 18. ayetlerinde Resûlullah'a "bağlılık yemini etme" anlamıyla kullanılan bu fiilin burada Hz. Peygamber'e "dinin temel buyruk ve yasaklarına uyma hususunda söz verme"yi ifade ettiği görülmektedir. Resûl-i Ekrem, tebliğ görevinin dönüm noktası sayılan bazı zamanlarda ve gerekli durumlarda gerek kadınlardan gerekse erkeklerden biat almıştır. Onun peygamberliğin 12 ve 13. (m. 621-622) yıllarında –hicretten sonra Medine adını alacak– Yesrib'den gelen müslümanlarla yaptığı biatlar "Akabe biatları" diye anılır ve bunlardan birincisinde alınan sözlerle konumuz olan ayette belirtilen biatın içeriği hemen hemen aynıdır. Yukarıda değinildiği üzere, Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre Resûlullah, Hudeybiye barışından sonra hicret ederek gelen mümin kadınlardan burada zikredilen biat ifadeleriyle söz alıyor ve 10. ayette yapılması istenen sınamayı bu şekilde gerçekleştirmiş oluyordu. Mukatil'den, Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethi günü Safa tepesinde erkeklerden bu ayette belirtildiği şekilde biat aldığı, aşağı tarafta da onun adına Hz. Ömer'in kadınlardan biat aldığı, dolayısıyla ayetin o sıralarda inmiş bulunduğu rivayet edilmiş olmakla beraber ayetin Hz. Âişe rivayetinde belirtildiği üzere daha önce indiği ve Mekke fethi sırasında aynı ifade kalıplarıyla biat alındığı da düşünülebilir (Resûlullah'ın bu konudaki uygulamalarına ilişkin örnek olaylar için bk. Taberî, XXVIII, 78-81). Buradaki biatın konusunu oluşturan hususlar (Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocuğunu öldürmeme, iftira etmeme, dine ve akla uygun [ma'rûf] hiçbir konuda Allah'ın resulüne karşı gelmeme) Kur'an'ın üzerinde önemle durduğu ilke değerinde hükümler olup aynı zamanda bütün ilahî dinlerin ortak noktalarındandır (bilgi için bk. Bakara 2/83-84; Maide 5/38-39; En'am 6/151-153; İsra 17/23-39; Nûr 24/4). Bunlardan "çocuğunu öldürmeme" yahudi-hıristiyan literatüründe "on emir" diye bilinen buyruklardan (Çıkış, 20/1-17) "öldürmeme" hükmü kapsamında düşünülebileceği gibi, "iftira etmeme" de "yalan şahitliği yapmama" kuralının tabii bir uzantısı sayılabilir. "Dine ve akla uygun hiçbir konuda Allah'ın resulüne karşı gelmeme" hükmü ise Kur'an'ın sık sık müminlerin dikkatini çektiği bir husus olup dolaylı olarak yahudi ve hıristiyanların dinî öğretilerindeki peygamber telakkisiyle ilgili önemli bir yanlışlığın da altı çizilmiş olmaktadır. Nitekim Yahudilik'te peygamberin Allah'tan vahiy alma ve ilahî mesajı açıklama misyonunun sönük tutulmasına karşılık Hıristiyanlık'ta peygambere tanrılık yakıştırma noktasına varılması iki aşırı ucu temsil ederken, bu ve benzeri deliller ışığında oluşan İslamî öğreti peygamberi tam olarak "peygamberlik" mertebesinde tutma yani "ilahî bildirimleri Allah'tan alıp insanlara bildirmekle ve açıklamakla görevli bir beşer" olarak algılama şeklinde özetlenebilecek itidal çizgisini esas almıştır. Esasen Allah resulünün ma'rûf (dine ve akla uygun) olmayan bir talepte bulunması düşünülemez; fakat ona karşı gelmeme buyruğuna böyle bir kayıt konması, yaratanın iradesine aykırı hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat edilmeyeceğine özel bir vurgu yapma amacıyla izah edilebilir (Şevkanî, V, 249). Bir başka anlatımla bu kayıt, peygamberin dahi Allah'ın iradesine aykırı bir otoriteye sahip olamayacağının teorik bir ifadesi sayılabilir. Biat tamamlanınca Hz. Peygamber'in onlar için Allah'tan bağışlama dilemesinin istenmesi de peygamberin konumunu doğru anlamayı kolaylaştıracak bir açıklamadır. Buna göre –bazı dinlerde olduğu gibi– ruhanî sınıfın kendilerine Allah adına bağışlama yetkisi biçmeleri şöyle dursun, Allah Teala'nın vahye muhatap kıldığını ve dini açıklamakla yetkili kıldığını haber verdiği peygamber bile böyle bir yetki ile donatılmamıştır. Bu ancak, peygamberlerin ve dilediği kullarının yine Allah'ın izniyle şefaatçi olabilecekleri noktasına ulaşmaya imkan veren bir ifadedir, ki Kur'an'ın diğer beyanları da bunu teyit edici niteliktedir. Öte yandan ayetin bu kısmı, peygamber dışında kendilerine bağlılık sözü verilecek veya amir konumundaki kişilere itaatin sınırını belirleme açısından da önemli bir ölçü getirmiş olmaktadır: Emredilen konumundakiler, maruf olan buyruk ve isteklerde –kişisel tercihleri farklı olsa da– karşı gelmeyecekler, isyan etmeyecekler; maruf olmayanlarda ise –kendilerine hoş görünse bile– itaat etmeyecekler. Tabii ki burada kişinin kendisine bir katkı sağlamayan ve kendisinin de bir katkıda bulunmadığı bir ölçme-tartma ameliyesinden söz edilmediği için, ma'rûf denen ölçü de bize verilmiş hazır bir ölçme aleti olarak düşünülmemelidir. Aksine, Kur'an'da farklı bağlamlarda otuz dokuz defa (bir yerde "ma'rûfetün" şeklinde) geçen bu kavramın dinin ilkelerini iyi kavramış ve aklını sağlıklı biçimde kullanabilen bireylere ve onların oluşturduğu topluma yapılmış bir göndermede bulunduğu dikkate alınırsa, bunun içeriğini doldurmada müslümanlara önemli görevler düştüğü kolayca anlaşılır. Bu, Kur'an'ın, aklın ve vahyin ışığında gelişen bireysel bilince ve toplumsal sağ duyuya ne kadar değer verdiğinin de açık bir göstergesidir. Kadınlarla yapılan biat bağlamında yer alan bu ifadenin, kadının da marufa uygun olmayan buyruklara karşı tavır koyma hak ve özgürlüğünün, hatta yükümlülüğünün bulunduğunu özel olarak hatırlatma anlamı taşıdığı da dikkatten kaçırılmamalıdır (Ayrıca bk. Âl-i İmran 3/104; Nisa 4/19, 100, 140; Maide 5/79). Bazı tefsirlerde buradaki "maruf" kaydı ile ilgili oldukça daraltıcı yorumlar yapıldığı da görülmektedir (mesela bk. Taberî, XXVIII, 77-81; Razî, XXIX, 308); fakat Şevkanî'nin de belirttiği üzere Kur'an, bu yorumların çok ötesinde bir anlam genişliğine sahiptir (V, 249). Âyette söz konusu edilen biatın içeriği hayatî bir önemi haiz olduğu kadar, bu biatın tarafları da Kur'an'ın mesajı açısından oldukça dikkat çekicidir. Her şeyden önce, kadını kol gücünün zayıflığı ve ömrünü süslenmekle geçiren bir varlık olması gerekçeleriyle horlayan bir toplumun (bk. Zuhruf 43/18), bu kadar kısa bir süre içinde onu peygamber ve devlet başkanı ile yapılan bir sözleşmenin tarafı olarak kabullenebilir hale gelmesi Kur'an'ın gerçekleştirdiği zihniyet inkılabının en belirgin göstergelerinden sayılabilir. Bunun ötesinde asıl mesaj tabii ki kadının kendisini nerede görmesi gerektiğiyle ilgilidir. Âyetin "mümin kadınlar sana biat etmeye geldiklerinde" ifadesini taşıması yani kadınları ilk hareketin öznesi yapması da bu açıdan manidar görünmektedir. Esasen Hz. Peygamber bu ayet öncesinde ve sonrasında kadın olsun erkek olsun gerekli durumlarda ashabından biat almış olmakla beraber Kur'an'ın bu hususu ayrıca tescil etmesi, kadının toplumsal yapı içinde olması gereken yeri ısrarla belirtme ve konunun önemine özel bir vurgu yapma anlamı taşır. "Elleriyle ayakları arasında" ifadesi "tamamen kendisinin uydurduğu, hakkında hariçten bir delil bulunmayan" demektir. Bazı müfessirler "elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeme" ifadesinin bir kadının başka erkekten olan çocuğunu veya bırakılmış olarak bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmesi anlamında bir deyim olduğunu belirtirler; fakat, hakikat, mecaz ve kinaye olarak değişik manalara açık olan bu ifadenin (bk. İbn Âşûr, XXVIII, 166-167), iftira sayılabilecek her türlü davranışı kapsadığı; –fiille işlenen günahlara değinildikten sonra– burada müminlerin, başkasını çekiştirme, koğuculuk yapma, namusa dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekarlık yapma gibi sözlü olarak işlenen günahlardan da sakındırıldığı anlaşılmaktadır (Elmalılı, VII, 4918). Biat uygulamasına ilişkin bir rivayete göre, kadınlar biat sözlerini tamamlayınca, Resûlullah "elinizden geldiğince ve güç yetirebildiğiniz ölçüde" şeklinde bir kayıt koydu. Bunun üzerine kadınlar "Allah ve resulü bize kendimizden daha merhametli" diyerek onun rahmet peygamberi olduğunu vurgulayan bir şükran ifadesiyle karşılık verdiler (Taberî, XXVIII, 79).
İnsanların yakın çevrelerinde sık sık müşahede ettikleri ölüm olayına ve kabir motifine dayanan bir benzetme yapılarak ve canlı bir anlatımla sûrenin başındaki temaya yani Allah'a ve müminlere düşmanlık eden, bu yüzden Allah'ın da kendilerine gazap ettiği kimselerle dost olunmaması gereğine bir daha dikkat çekilmekte; bu şekilde sûreye son verilirken aynı zamanda müteakip sûrenin başında yer alan müminlerin dayanışma ruhu içinde olmalarının önemi konusuna fikrî hazırlık sağlanmaktadır. İnkarcılar ölen yakınlarının geri dönmesinden ümitlerini kestikleri gibi öldükten sonra diriltilmeye ve ahiret hayatına da inanmazlar, bu konuda bir ümit taşımazlar; Allah'ın elçileri vasıtasıyla bildirdiği bu gerçeği kabul etmedikleri ve ölenlerin yokluk içinde kaybolup gittiklerine inandıkları için Allah'ın gazabını hak etmişlerdir. Âyetin "inkarcıların kabirlerdekilerden ümit kestikleri gibi ahiretten ümit kesmiş bir topluluğu" şeklinde çevrilen kısmıyla bu husus anlatılmış olmalıdır. Şevkanî bu anlamı tercih eder (V, 250). Fakat –gramer açısından– bu kısma "kabirlerdeki inkar





