Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Nisa Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın Nisa Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Nisa Suresi 150. 161. ayet
Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, "Bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek kafirler bunlardır ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince; işte Allah bir gün onlara mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır ve sonsuz rahmet sahibidir.
Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar bundan daha büyüğünü Mûsa'dan istemişler, "Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi de bu haksız davranışları yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı. Bilahare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler; biz bunu da affettik. Ve Mûsa'ya apaçık bir delil verdik.
Ant içmeleri sebebiyle (sözleşmeyi desteklemek ve önemine dikkat çekmek için) dağı başlarına diktik ve onlara "Baş eğerek kapıdan girin" dedik; onlara, "Cumartesi günü sınırı aşmayın" dedik; kendilerinden sağlam söz aldık.
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle... Dahası inkarları sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna artık iman etmezler.
Bir de inkar etmelerinden ve Meryem'e büyük bir iftira atmalarından;
"Allah elçisi Meryem oğlu Îsa Mesîh'i öldürdük" demeleri yüzünden... Halbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler; (başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler. Onun hakkında ihtilafa düşenler bu konuda tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmemişlerdir.
Bilakis Allah onu kendine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Ehl-i kitap'tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet gününde onlara şahit olacaktır.
Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de pek çok kimseyi Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklandığı halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden önceden helal kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırladık.
İlahî dinlerin tamamı Allah'ın vahiy yoluyla peygamberlerine gerekli bilgiyi göndermesi, onların da ümmetlerine bunları iletmeleri, uygulamada örneklik etmeleri suretiyle oluşmuştur. Vahiy tek kaynaktan geldiği için bu dinler arasında çelişki bulunması mümkün değildir; farklılıklar ise dinin, dünya hayatını düzenleyen kurallarının, medenî ve zihnî seviyeye uymak durumunda olmasından kaynaklanmıştır. Bu dinlerin her biri, daha önce gelmiş ve peygamberine bildirilmiş bulunan dinleri onaylar, onların da hak dinler olduklarını kabul ederler. Bu cümleden olarak müslümanlar, Hz. Âdem'den Resûl-i Ekrem'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanırlar. Yahudilerin ve hıristiyanların da –vahye dayalı, ilahî dinlerin mensupları oldukları için– böyle davranmaları gerekirken yahudiler Hz. Îsa'yı ve Hz. Muhammed'i, hıristiyanlar da Hz. Muhammed'i inkar etmişler, bunların peygamber olduklarına ve getirdikleri kitapların da Allah'tan geldiğine inanmamışlardır. 150. ayetin tamamı, hak dinlerin ve peygamberlerin bir kısmına inanmayanlara yönelik kabul edilirse mana şudur: Allah'ın gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanırken diğer kısmını inkar edenler, iman bakımından O'nunla peygamberlerini ayırmaktadırlar. Çünkü kamil bir iman hem Allah'a hem de O'nun bütün peygamberlerine inanmakla gerçekleşir. Allah'ın bazı peygamberlerine ve bu arada son peygambere inanmayanlar –ellerindeki kitapları bozulduğu ve peygamberleri de vefat etmiş bulunduğu için– doğru bir Allah inancına da sahip olamazlar. Şu halde bunlar, son peygamberi inkar etmekle Allah'a iman bakımından da inkara sapmış, dinli olmakla kafir olmak arasında bir yol tutmuşlardır. Bir şeye din diye inandıkları için imanlıdırlar, imanları içerik bakımından düzgün ve tam olmadığı için kafirdirler.
Bazı tefsircilerin yaptıkları gibi ayetin dört parçasının dört ayrı inanç grubunu tanımladığı kabul edilirse mana şöyle olur: "Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler" müşrikler, ateistler ve benzerleridir; "Allah ile peygamberlerini birbirinden ayıranlar", Allah'a inanan ama peygamberleri inkar edenlerdir; " bir kısmına inanırken bir kısmını inkar edenler" yahudiler, hıristiyanlar ve benzerleridir; "bunlar arasında bir yol tutanlar" ise münafıklardır. Bunların tamamı inkarcıdırlar, kafirdirler, Allah Teala'nın murat ettiği, hoşnut olduğu bir dinden, bir inanç düzeninden uzaklaşmışlardır. Muteber, geçerli, kurtarıcı iman, İslam'ın amentüsünde ifadesini bulmuş olan imandır, 152. ayette özetlenen inançtır (ayrıca bk. Bakara 2/62).
Peygamberleri inkar edenler, onları yalancılıkla suçlayanlar mûcize istediklerinde genellikle bundan maksatları o mûcizeyi görüp imana gelmek değildir; asıl gayeleri peygamberleri güç duruma düşürmek, mûcize gösterememeleri halinde yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır. Ancak inkarcılara –beklediklerinin aksine– mûcizeler geldiğinde de iman etmek yerine çeşitli bahaneler ileri sürmüşler, mûcizeyi sihir olarak değerlendirmişler ve daima bir başkasını, daha büyüğünü, daha zorunu istemişlerdir. Hz. Peygamber'e en büyük ve en anlamlı mûcize olan Kur'an-ı Kerîm gelip dururken gerek müşriklerin (Yûnus 10/20; İsra 17/93) ve gerekse burada ifade edildiği üzere Ehl-i kitabın "ona gökten bir kitap gelmesini" istemeleri bu isteklerinde samimi olmadıklarını, inkar ve inatları sebebiyle böyle davrandıklarını göstermektedir.
Allah peygamberini teselli etmek üzere İsrailoğulları'nın Hz. Mûsa'ya yaptıklarını hatırlatmaktadır. Onlar peygamberlerinden –gökten kitap gelmesine nisbetle– daha büyük ve imkansız olan bir şey istemişler, "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. İsrailoğulları'nın bu ve benzeri talepleri, sayısız haksızlıkları, azgınlık, şımarıklık ve taşkınlıkları sebebiyle Allah, onları yola getirmek için birçok mûcize göndermiş, zaman zaman da kendilerini cezalandırmış, yoldan çıkmamaları için yemin ettirip söz (mîsak) almış, gerektikçe bunu kendilerine hatırlatmıştı, ancak onlar yola gelecek ve doğru yolda ilerleyecek yerde azgınlık, taşkınlık ve sapkınlıklarına devam etmişler, altından bir buzağıyı tanrı yerine koymuşlardı. Allah bu kadar büyük bir manevî suçu ve günahı da bağışlamış, böylece ıslah olmaları için peygamberine yetki ve delil vermişti. Hz. Mûsa, geçmişte yaptıklarını ve Allah'ın onlara büyük lutuflarını hatırlatarak davet ve eğitme vazifesine devam etmişti. Şu halde Allah'ın son elçisi de böyle yapmalı, müşriklerin ve Ehl-i kitabın bu saçma sapan istekleri karşısında yılmamalı, vazifesine devam etmeli idi (İsrailoğulları'nın ardı arkası gelmez istekleri ve bunlara karşı Allah Teala'nın mukabelesiyle onlardan alınan sözün mahiyeti ve Tûr dağının kaldırılmasının manası için bk. Bakara 2/54-56, 63, 93; A'raf 7/155).
Bu yedi ayette İsrailoğulları'nın, başta kendilerine gönderilen peygamberler olmak üzere insanlara yaptıkları çeşitli zulüm ve kötülüklerden örnekler verilmekte, Hz. Îsa'nın çarmıha gerilmesi konusuna ise açıklık getirilmektedir. Âyetlerde "şu sebeplerle..." denilip arada "üzerlerine yıldırım düştüğü", "kendilerine birtakım yiyeceklerin haram kılındığı" zikredilmekle beraber başta veya sonda "Bu sebeplerle kendilerine şu ceza verildi" denilmediği için tefsirciler farklı açıklamalar yapmışlardır: a) Yaptıkları kötülükler sebebiyle kendilerine verilen ceza "yıldırım veya yiyeceklerin haram kılınmasıdır" ve bu ceza arada zikredilmiştir. b) Ceza cümlesi zikredilmemiş, muhatapların –Kur'an'da çeşitli vesilelerle açıklanan– cezaları düşünmeleri ve bu fiillerin karşısına yerleştirmeleri istenmiştir.
Daha önce Bakara sûresinin 83-84. ayetlerinde İsrailoğulları'ndan alındığı bildirilen sözün muhtevası hakkında bilgi verilmiş, buradan 88. ayete kadar da müslümanlara yaptıkları zulümler, Hz. Muhammed'den önce kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve öldürmeleri, davetlerine karşı direnmeleri ve "Kalplerimiz kılıflıdır" diyerek onları dinlemeyeceklerini abartılı bir şekilde ifade etmeleri gibi konularda önemli açıklamalar yapılmıştı. Âl-i İmran (3/45 vd.) ve Meryem sûrelerinde (19/16-35) Hz. Meryem'in mûcizevî bir şekilde Hz. Îsa'ya hamile oluşu, sonra onu dünyaya getirmesi, İsrailoğulları'nın ağır iftiraları, yeni doğan bebeğin, Allah'ın izniyle konuşarak annesini temize çıkarması hususları açıklanmaktadır.
Burada sayılanlar arasında yer alıp açıklanması gereken önemli bir tarihî vak'a Hz. Îsa'ya yönelik ihanet ve bunun sonucunda meydana gelen olaylardır. Gerçi Âl-i İmran'da (3/55) Hz. Îsa'nın "vefat ettirilmesi ve Allah nezdine kaldırılması" konusuna temas edilmiştir. Ancak orada da bu vefatın ve kaldırılmanın nasıl ve ne zaman olduğu konusunda açıklık yoktur. Burada açık olarak ifade edilen husus ise Hz. Îsa'nın yahudiler tarafından katledilmediği ve aşağıda açıklanacak olan "salb" olayının da Hz. Îsa üzerinde gerçekleşmediğidir.
Elde bulunan İnciller'de (Matta, 26-28; Markos, 14-16; Luka, 22-24 Yuhanna, 19-21) –olayın detaylarında önemli farklılıklar bulunmakla beraber– Hz. Îsa'nın akıbeti şöyle anlatılmaktadır: On iki havariden biri olan Yahuda İskariyot, başkahine gidip para karşılığında onu kendilerine teslim edebileceğini söyledi. Yahuda'ya otuz gümüş verdiler, Îsa'nın yerini onlara haber verdi, gelip yakaladılar, çarmıha gerdiler, burada ruhunu teslim etti. Tabileri onu alıp bir kabre gömdüler, bilahare kabre geldiklerinde üzerindeki taşın kaldırılmış, kabrin içinin de boş olduğunu gördüler; Îsa diriltilmiş, kıyam etmişti. Bazı şakirdlerine göründükten ve getirdiği dini yaymalarını onlara vazife olarak verdikten sonra göklere çıkmış ve babasının (Tanrı'nın) sağına oturmuştu.
Hz. Îsa'nın yaşadığı çağda ve bölgede idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır; mahkûmların el ve ayakları çarmıha bağlanır veya çivilenir; ayrıca bacakları kırılarak ölüme terkedilirdi. Arapça salb kelimesi hem mahkûmu haça çivilemek, hem de "omurgasını kırıp omuriliğini çıkararak öldürmek" manalarına gelmektedir (Ragıb el-İsfahanî, el-Müfredat, "slb" md.). Diğer İnciller'de bulunmamakla beraber Yuhanna'daki şu ifade bu bakımdan ilgi çekicidir: "... başını eğip ruhu verdi... Askerler gelip diğer mahkûmların bacaklarını kırdılar; fakat Îsa'ya gelip onun zaten ölmüş olduğunu görünce bacaklarını kırmadılar... Çünkü bu şeyler 'Onun hiçbir kemiği kırılmayacaktır' yazısı yerine gelsin diye vaki oldu" (19/30-36). İnciller'de yazılanlar bu şekilde olmakla beraber hıristiyanlar Hz. Îsa'nın akıbeti konusunda ikiye ayrılmışlardır: Çoğunluğa ve resmî inanca göre o çarmıha gerilerek öldürülmüş, böylece insanlığın günahını (ilk günah) canıyla ödemiş, sonra babasının yanına gitmiştir. Barnaba İncili'ne ve bir kısım hıristiyanlara göre ise Hz. Îsa çarmıhta öldürülmemiştir. Birisi ve muhtemelen onu ihbar eden Yahuda, Allah tarafından Îsa'ya benzetilmiş, yahudiler de onu tutup çarmıha gererek öldürmüşlerdir (Neccar, Kısasü'lenbiya, s. 403, 448 vd.; İbn Âşûr, V, 22).
Bu bilgileri ihtiva eden kaynakların önemlilerinden biri olan Barnaba İncili, bazı mezheplere göre Hz. Îsa'nın havarilerinden Aziz Barnaba'ya aittir. Bu İncil, konsillerde oluşturulan ve daha çok Pavlus'un etkisinde kalan resmî Hıristiyanlığa aykırı düştüğü için yasaklanmış, uzun müddet bazı yüksek seviyeli din adamlarının elinde gizli kaldıktan sonra 1738'de Viyana Kütüphanesi'ne konmuş ve böylece ortaya çıkmış, birçok dile tercüme edilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'in açık ve kesin ifadesine göre Hz. Îsa bir peygamberdir (4/171), düşmanları tarafından çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. Allah Teala peygamberini onlardan korumuş, aralarından çıkarıp himayesine almış, nezdine yükseltmiştir. 157. ayetin, "(Başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler" şeklinde çevirilen kısmında geçen teşbîh kavramının bir manası "benzetmek, benzer kılmak" bir başka manası da "şüpheye düşürmek"tir. Bu manalardan birincisine göre ihbarcı Hz. Îsa'ya benzetilmiş ve çarmıha gerilerek katledilmiştir. İkincisine göre Hz. Îsa'yı çarmıha gerip öldürmüş değillerdir; bu konuda zaten kendileri de şüphe ve ihtilaf içindedirler. 157. ayetin sonundaki "Onu kesin olarak öldürmediler" cümlesini de iki şekilde anlamak mümkündür: 1. "Onu öldürdüklerini iddia edenler bu konuda kesin bilgiye sahip değildirler; bu anlayış, teşbihin ikinci manasını teyit etmektedir. 2. "Onu öldüremedikleri kesindir." Bu anlayış da teşbihin, "birini diğerine benzetme" anlamını desteklemektedir.
Kur'an'a göre Hz. Îsa'yı çarmıha gererek öldüremedikleri kesin olmakla beraber akıbetinin ne olduğu konusunda aynı kesinlik yoktur. Taberî ve İbn Kesîr gibi tefsirlerde uzun uzadıya yer verilen rivayetlere ve müslümanlar arasında yaygın olan inanca göre Hz. Îsa, basıldıkları evin tavanında açılan bir delikten göğe çıkarılmıştır, maddî olmayan bir semada yeniden geleceği günü beklemektedir. O gün gelince yere inecek, deccalı öldürecek, bütün dinlerin nihaî bir özeti ve özü olan İslam'a hizmet edecek, yeryüzünü ahlakî yönden ıslah eyleyecektir... (Taberî, VI, 12 vd.; İbn Kesîr, II, 405 vd.). Ancak Kur'an-ı Kerîm'in ifadesi böyle bir anlayış için kesin ve ihtimalsiz bir delil olarak kullanılamaz. Çünkü gerek burada açıklanan 158. ayette ve gerekse Âl-i İmran sûresinin 55. ayetinde Allah Teala, onu "kendine yükselttiğini, kaldırdığını" ifade buyuruyor; burada "sema"dan söz edilmiyor, "Onu semaya kaldırdı" denmiyor; O'na yükselen şeyin ise yaratılmış bir nesne (ruh ve ceset) olması da uygun ve mümkün değildir. Allah Teala'nın her şeye kadir olduğunda, peygamberlerine nice mûcizeler lutfettiğinde şüphe bulunmamakla beraber burada "Hz. Îsa'nın bedeniyle beraber göğe yükseltildiği" ifadesi mevcut değildir. Aksine 158. ayette "kendisine yükseltti, kaldırdı", Âl-i İmran'da ise "Seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yükselteceğim" buyurulmuştur. Bu iki ayete bir arada mana verildiği zaman ortaya çıkacak sonuç, "onun önce vefat ettirildiği, sonra Allah'a götürüldüğüdür ve bunun, asırlarca sonra değil, öldürme teşebbüsü sırasında veya kısa bir müddet sonra vuku bulduğudur." Bu gerçekler bilgiyi –bütün diğer peygamberlerin aldığı– tek kaynaktan, vahiy yoluyla Allah'tan alan son peygamberin gelmesiyle ortaya çıkmış ve insanlığa ilan edilmiştir. Nitekim Hz. Îsa da bugün elde bulunan İnciller'de yer alan şu cümleleriyle buna işaret etmiştir: "... benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem tesellici size gelmez... Size söyleyecek daha çok şeylerim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat ruhu gelince size, her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecek, fakat her ne işitirse söyleyecek... Benimkinden alacak ve size bildirecektir" (Yuhanna, 16/7-15; krş. Saf 61/6).
Burada geçen "tesellici" ve "hakikat ruhu"nun aslında Ahmed'e tekabül eden bir kelime olduğu, fakat Ehl-i kitabın kelimeyi bu şekilde değiştirdikleri birçok araştırmacı tarafından ileri sürülmüştür (Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 739; ayrıca bk. Saf 61/6). "Ehl-i kitap'tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet gününde onlara şahit olacaktır" mealindeki 159. ayet iki şekilde anlamaya müsaittir: 1. "Hz. Îsa'nın ölümünden önce..." Bu anlayış ve yorum, "onun ölmediği, semada ineceği günü beklediği" inancına delil kılınmıştır. Ancak Hz. Îsa ahir zamanda yeryüzüne indiğinde yaşamakta olan Ehl-i kitap, gelmiş geçmiş bütün yahudiler ve hıristiyanlar olmadığı için bu anlayış / yorum, ayetin açık manasına –lafzî bir delil bulunmadığı halde kapsamını daraltmadıkça (tahsise gidilmedikçe)– ters düşmektedir. 2. "Her bir Ehl-i kitap mensubu kendi ölümünden önce..." Bu anlayışa göre Allah, kulu ve elçisi Îsa'ya bir lutuf ve teselli olarak her bir yahudi ve hıristiyana, son nefeslerini verirken gerçeği gösterecek, yahudiler onun peygamber olduğuna, hıristiyanlar da Allah'ın oğlu değil, peygamberi ve elçisi olarak gönderildiğine inanacaklardır; ahir nefeste gerçekleşecek olan bu yeis hali imanı, hayattan ümit kesildikten sonraki inanma onlara bir fayda sağlamayacaktır (Razî, XI, 103-104). İş işten geçtikten sonra inanma fayda vermediği gibi bunu hesap (mahkemeleşme) sırasında beraet delili olarak ileri sürmenin de faydası olmayacaktır. Çünkü onların Hz. Îsa'ya, Allah'ın bir peygamberi olarak –inanmanın işe yaradığı bir zamanda– iman etmediklerine o da şahitlik edecektir.
Âl-i İmran'da (3/55) "... Sana tabi olanları kıyamet gününe kadar inkar edenlerden üstün kılacağım" buyurulmuş; burada 155. ayette de yahudiler kastedilerek "... pek azı müstesna artık iman etmezler" denilmiştir. Bu iki ayet de "her bir Ehl-i kitap mensubunun ölmeden önce ona iman edecekleri" anlayışına ters düşmektedir. İbn Âşûr "... ölümünden önce ona iman edecektir" kısmında geçen "ona" zamirinin "Hz. Îsa'ya değil, "yukarıda anlatılan "katledilmediği, aksine Allah nezdine yükseltildiği" vakıasına ait bulunduğunu, ona işaret ettiğini ileri sürmüştür. Ona göre yahudiler ve hıristiyanlar, ömürlerini tereddüt içinde geçirseler de sonunda Hz. Îsa'nın çarmıha gerilmediğine, yahudiler tarafından bu şekilde öldürülmediğine iman edeceklerdir.
Bütün bu açıklamalar şu kanaatimizi teyit etmektedir: Kesin olan, Hz. Îsa'nın yahudiler tarafından çarmıha gerilerek, omurgası parçalanarak öldürülmediği, Allah Teala'nın kulu ve elçisini onların elinden bir şekilde kurtardığı, onu daha sonra vefat ettirdiği ve kendine yükselttiğidir. "Vefat ettirme"nin şekli ve zamanıyla "kendine yükseltme"nin nasıllığı konusu ihtimallere açıktır. Kur'an-ı Kerîm'de şehidlerin mutlu sonlarını anlatırken "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar..." (Al-i İmran 3/169-170) buyurulmuştur. Bu ayete göre şehidler de diğer insanların ölmesi gibi ölmemişlerdir, Rableri nezdinde rızıklara mazhar olmaktadırlar. Ancak bu ifadeyi "Ruhları ve cesetleriyle Allah'ın nezdine yükseltilmişlerdir ve orada dünyalılar gibi yaşamaktadırlar" şeklinde anlamak mükün değildir. Şu halde hayatın da, ölümün de çeşitleri vardır ve Allah nezdinde olmak, Allah'a yükseltilmek maddî olarak anlaşılamaz. Çünkü Allah zamandan, mekandan ve maddeden münezzehtir.
Bir Mehdî ve Îsa Mesîh beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekarların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Hz. Îsa'nın, bir ıslahat vazifesiyle yani Ehl-i kitabın bozulan inançlarını İslamî itikad esasları doğrultusunda düzeltmek ve yanlışlıkları gidermek, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere dünyaya yeniden gelmesi mukadder ise bunun için gövdesini ölümsüz kılmak ve onu gökte bekletmek zaruri değildir; bunun ilahî takdir ve kudretle başka şekillerde de gerçekleşmesi mümkündür. Müslümanların vazifesi de ıslahat için Mehdî'yi veya Hz. Îsa'yı beklemek değildir; kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. İlyas Çelebi, "Îsa [Kelam]", DİA, XXII, 472-473).
Nisa Suresi 162. 165. ayet
Onlar arasından ilimde derinleşmiş olanlarla müminler -ki bunlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman ederler- namazı kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar başkadır. İşte onlara pek yakında büyük mükafat vereceğiz.
Biz Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kūb'a, torunlara, Îsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a ve Süleyman'a vahyettik. Davûd'a da Zebûr'u verdik.
Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu.
Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Ehl-i kitabın gerçeğe uymayan inançları, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veren birtakım davranışları zikredildikten sonra tamamının böyle olmadığı, içlerinde müstesna kimselerin de bulunduğu ifade ediliyor. Bu farklı Ehl-i kitap mensupları da ikiye ayrılıyor: İlimde derinleşenler, böyle bir özellikleri bulunmamakla beraber fıtrî akıllarını kullanarak iman edenler. Her iki grup, daha öncekilere gönderilenler yanında son peygambere vahyedilmiş bulunan kitaba da iman ettikleri, bununla da kalmayıp hem bedenî (namaz) hem de malî (zekat) ibadetlerini yerine getirdikleri için Allah'tan büyük bir mükafatı hak etmiş oluyorlar.
Diğer gayri müslimler ve inkarcılar yanında Ehl-i kitabın da hem birbirine hem de İslam'a olumsuz bakışları, Allah nezdinde geçerli bulunan imana nisbetle yanlış veya eksik bir inanç içinde bulundukları, bunlardan bir grubun, Hz. Peygamber'e gökten bir kitap indirilmesini istedikleri yukarıda geçen ayetlerde zikredilmişti. Özellikle Ehl-i kitap'tan olanların bu taleplerinde ne kadar haksız ve çelişkili olduklarını açıklamak üzere bu ayetlerin geldiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in şahsında Ehl-i kitaba şu gerçekler hatırlatılıyor: Din, Allah'ın peygamberlerine vahyederek bildirdiği bilgi ve öğretiler bütünüdür. Ellerinde bulunan kitaplarda hem vahiyden hem de peygamberlerden söz edilmiş, kendileri de bunlara inanmışlardır. Muhammed Mustafa da diğerleri gibi bir peygamberdir. Ona gelen Kur'an da, diğer peygamberlere gelen Tevrat, Zebûr, İncil gibi bir ilahî kitaptır. Aslında kendileri kitaplarında bunların çoğunun isimlerini buldukları ve bildikleri halde daha önce okuma-yazma öğrenmemiş bulunan son peygamberin bunlardan haberi yoktur. Ona peygamberleri de, kitapları da bildiren, öğreten Allah'tır. Diğer peygamberler nasıl ümmetlerine hem müjdeler hem de uyarılarla gelmişlerse son peygamber de öyle gelmiştir. Bu arada kendilerini de uyarmış, iman etmedikleri takdirde uğrayacakları akıbeti, "bilmiyorduk, haberimiz olmadı" deme imkanlarının da bulunmayacağını bildirmiştir.
Allah Teala insanlara gerektiği kadar peygamber göndermiştir, ayrıca her insan topluluğunda onlara yol gösteren rehber kulları vardır (Ra'd13/7). Ancak peygamberlerin tamamının isimlerini Kur'an'da saymamış, müslümanların bilmelerinde fayda gördüğü peygamberleri yeteri kadar zikretmiş ve faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir. Burada isimleri sayılan peygamberlerden başka (bu ayetin vahyedilmesinden önce) Hûd, Salih, Şuayb, Zekeriyya, Yahya, İlyas, Elyesa', Lût gibi peygamberlerden söz etmiştir. Hadislerde peygamber oldukları zikredilen Halid b. Sinan elAbsî gibi isimler de vardır (ayette geçen Davûd peygamber için bk. Bakara 2/251, Sad 38/17 vd.; Zebûr hakkında bilgi için bk. Enbiya 21/105).
Allah Teala'nın Hz. Mûsa ile konuşması, Şûra sûresinde (42/51) açıklanan "konuşma yolları"ndan birisiyle; yani "perde arkasından konuşma" yoluyla gerçekleşmektedir. Bu konuşmada melek aracılığı yoktur, doğrudan kalbe ve zihne iletilme de yoktur, konuşan gözükmeksizin "bir söyleme ve anlama" vardır. Söyleyen, konuşan Allah olduğuna göre elbette burada, insanlar arasındaki konuşmada olduğu gibi araçlar, sesler ve harfler mevcut değildir. Allah Teala'nın kelam (konuşma) sıfatının eseri ve tecellisi olan, bu sıfatın açıklama iradesini yerine getirmek üzere muhatabıyla keyfiyetsiz olarak ilişki kurması (taalluk) sonucunda –Allah bakımından değil, kul bakımından yeni oluşan– bu olay, melek aracılığı ile olduğunda Cebrail'e nasıl ulaşıyorsa, onun aracılığı olmadan peygambere de öyle ulaşmaktadır; çünkü yaratılmış olmak, Allah'ın bir sıfatı olmamak bakımından bu ikisi arasında bir fark yoktur (Allah'ın konuşması konusu hakkında ayrıca bk. "Tefsire Giriş" bölümünün "I. Kur'an-ı Kerîm, A) Tanımı ve Özellikleri, 2. Vahiy" başlığı; Nisa 4/164; A'raf 7/143-144).
"İnkarcıların ve itaatsizlerin bahanelerini ortadan kaldırmak" ve "Bize bilgi gelmedi, uyarılmadık" diye kendilerini savunmalarına imkan vermemek için peygamberlerin gönderilmiş olması, peygamberler gelmediği dönemlerde yaşayan veya bulundukları yer ve durum itibariyle peygamberlerin tebliğlerini alamamış, bunlarla yeteri kadar ilişki kuramamış bulunan insanların sorumluluklarını akla getirmektedir. Bu konu İslam düşüncesinde tartışılmış; a) "Allah'ı bilme ve O'na inanma dahil hiçbir sorumluluk bulunamaz; çünkü insan aklı bunlar için yeterli değildir", b) "Allah'ın varlık ve birliğini bilmek ve O'na inanmak yükümlülüğü vardır", c) "İmana ek olarak aklın iyilik ve kötülüğünü bilebileceği birçok davranışıyla da yükümlülük vardır" şeklinde üç görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilk ikisi Ehl-i sünnet'e ait olup ikincisi orta yolu temsil etmektedir. Bu tartışma "peygamberi görmemiş, davetini işitmemiş, onunla yeteri kadar ilişki kuramamış" insanlarla ilgilidir. Hz. Peygamber'in davetini işittikten, onunla uzun zaman yaşadıktan, itiraz edip cevap aldıktan sonra hala inkarda ısrar edenlerin, keza daha sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde hak dini sahih bir şekilde (aslına uygun olarak) işittiği ve bildiği halde imana gelmeyenlerin sorumlu olacakları hem akıl hem de bu ayet ve benzeri nakil yollarıyla anlaşılmaktadır.
Nisa Suresi 166. 171. ayet
Fakat Allah sana indirdiğine, onu ilmiyle (ilminin bir eseri olarak) indirdiğine şahitlik eder; melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir.
İnkar eden ve Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır.
İnkar edenleri ve hakkı gözetmeyenleri, Allah asla bağışlayacak değildir. Onları, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da yönlendirecek değildir. Bu da Allah için çok kolaydır.
Ey insanlar! Peygamber rabbinizden size gerçeği getirdi. Şu halde kendi iyiliğinize olarak iman edin. Eğer inkar ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah sınırsız ilim ve hikmet sahibidir.
Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsa Mesîh ancak Allah'ın elçisidir, Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur. Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin, "üçtür" demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilahtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter.
bBu ayet hem Hz. Peygamber'e yönelik bir teselli içermektedir hem de gerçeğin, –kaynağından gelen– güçlü bir ifadesidir. Evet Ehl-i kitap ve diğerleri, parça parça gelmekte olan Kur'an'ı, onun Allah'tan geldiğini ve vahiy ürünü olduğunu inkar etseler de bu sonucu değiştirmez. Çünkü Allah, her şeyi kuşatan ilmiyle bunun böyle olduğuna şahitlik etmekte yani bu gerçeği bildirmektedir. Vahiyle ilgili melekler de olup biteni görerek olayın şahidi olmuşlardır. Bu şehadet öncelikle Hz. Peygamber'in manevî gücünü arttırmaktadır, ayrıca bunu duyanların Kur'an'a bir de bu gözle bakmalarını teşvik etmektedir.
Daha önce inkarın çeşitleri, bunları temsil eden kimselerin zihnî ve ahlakî tavırları açıklanmış, hidayete yönelmeleri için gerekli yönlendirmeler yapılmış, delil ve işaretler verilmişti. Bundan sonra gelecek ayetlerde ise hem bütün insanlığa hem de özellikle Ehl-i kitaba yönelik bir çağrı yapılacaktır. Bu ikisi arasında psikolojik olarak hazırlanmayı sağlayacak bir geçiş olmak üzere, çeşitli yollarla insanların gerçeği bulmalarını, hak dine inanmalarını ve hayatlarını buna göre düzenleyip yaşamalarını engellemede, hakkı gözetmeme (zulüm) ve peygamberi inkar etmede ısrar edenleri bekleyen korkunç akıbet canlı bir şekilde haber verilmektedir.
Genel olarak inkarcıları ve özel olarak da Ehl-i kitabı muhatap alan önceki ayetlerde bunların dayanakları çürütüldüğü ve taleplerinin anlamsızlığı açıklandığı için içlerinde Arabistan müşriklerinin ve çevrede yaşayan Ehl-i kitabın da bulunduğu bütün insanların hak dine çağrılmalarına uygun bir zemin hazırlanmış oldu. Bu sebeple önce bu ayette bütün insanlar, takip eden ayette ise Ehl-i kitap hak dine, tevhid inancına davet edilmektedir.
Resûlullah'ın Allah'tan getirdiği gerçek Kur'an'dır ve İslam'dır. Allah bütün insanları bu dine inanmaya çağırmaktadır. Kur'an'ın nazil olduğu yerde ve zamanda "Ey insanlar!" denildiği zaman bundan yakın çevredeki inkarcılar, müşrikler anlaşılsa bile "bütün insanlara yönelik" bir çağrıyı Arabistan kıtasına ve müşriklere özgü kılmak ilahî maksada uygun değildir. Çünkü Kur'an ayetleri insanların, bunlardan ibaret olmadığını, çeşitli ırk, renk, dil ve kültürden olan başka insanların da bulunduklarını açıklamaktadır. Hz. Peygamber de İslam davetini Arabistan yarımadası ve Arap kavmi ile sınırlı tutmamış, Habeşistan'dan İran'a ve Bizans'a kadar dünyanın dört bucağına ulaştırmaya çalışmıştır.
Allah'ın kullarını imana ve iyi davranışlarda bulunmaya (amel-i salih) çağırması –haşa– kendisi buna muhtaç olduğu için değildir. Çünkü insanlar da dahil olmak üzere bütün yaratılmışlar O'na aittir, O'nun mülküne dahildir. İman ve salih ameller insanlara lazımdır, buna muhtaç olan insanlardır, dünya ve ahiret mutlulukları imana ve salih amele bağlıdır. Bu sebeple insanlar için hayırlı olan davranış, dini inkar ve ilahî emirlere isyan etmek veya bunlara karşı ilgisizlik değil, iman ve salih amellerdir.
"Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin" cümlesi hem yahudileri hem de hıristiyanları muhatap almaktadır. Çünkü her iki grubun da inançları içinde, Allah'ın Kur'an'da açıkladığı makbul ve doğru inanca aykırı taraf ve unsurlar vardır ve bunlara da yine Kur'an'da yeri geldikçe işaret edilmiştir.
Genellikle peygamberler ümmetlerine, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberden de söz ettikleri için yahudiler "Mesîh" adıyla bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Hz. Îsa gelip kendisinin beklenen peygamber olduğunu açıklayınca yahudiler onu inkar ettiler, bekledikleri Mesîh'in başka niteliklere sahip ve kendilerine mahsus bir peygamber olacağını, olması gerektiğini ileri sürdüler. Hz. Îsa'nın ana rahmine düşmesi, doğumu, doğduktan sonra Allah'ın lutfettiği mûcizeler, hayatı, kendisini ortadan kaldırmak üzere tertiplenen tuzaktan kurtuluşu olağan üstü idi, buna başka amiller de eklenince hıristiyanların çoğu doğru, gerçekte olana uygun bir Îsa Mesîh inancına ulaşamadılar. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik etmek (doğrulamak ve bozulan kısımlarını tashih etmek) üzere gelen Kur'an bu inanç bozukluklarını yeri geldikçe uygun üslûplar içinde düzeltmiştir. Burada yapılan düzeltme Hz. Îsa'nın ne olup ne olmadığı ile ilgilidir. Evet beklenen Mesîh "Meryem oğlu Îsa"dan başkası değildir, o Allah'ın kuludur, peygamberidir, kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur. Tanrı değildir, Tanrı'nın oğlu değildir, yalancı peygamber de değildir. Hz. Îsa'nın bu üç temel niteliğini hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Ancak kelimelere verdikleri manalar, yükledikleri kavramlar doğrudan sapmıştır, ilahî muradın ve rızanın dışına çıkmıştır. Çünkü onlara göre Îsa'nın elçiliğinin manası "Allah'ın oğlu olması"dır, kelimenin manası, "İlahî hakikatin, Meryem'in rahminde Îsa ile birleşmesidir"; böylece Îsa Allah'ın oğlu, Meryem de Tanrı annesi olmaktadır. Ruhtan maksat da Allah'ın ruhudur, nefsidir, Îsa'nın hakikati, ana rahminde o ruh (Rûhulkudüs) sayesinde oluşmuştur. Yuhanna İncili'nin başında bu inanç şöyle ifade edilmektedir: "Kelam (söz, kelime, logos) başlangıçta var idi ve kelam Allah nezdinde idi ve kelam Allah idi... Dünyada idi ve dünya onunla oldu ve dünya onu bilmedi. Kendininkilere geldi ve kendininkiler onu kabul etmediler. Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman edenlere onun oğulları olmak salahiyetini verdi... Ve kelam beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu. Biz de onun izzetini, babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük" (I/1-14).
Kur'an'ın açıklamalarına göre de Hz. Îsa Allah'ın kelimesidir, ancak kelam ve ilahî kelime (söz, logos), irade ve kudret gibi Allah'ın sıfatıdır. Olağan üstü bir oluşa şahit olduğumuzda "Allah'ın kudreti" deriz, burada kudret mecazen "Allah'ın kudretinin eseri" manasına gelmektedir. Aslında yalnızca Îsa değil, bütün varlık ve oluşlar Allah'ın kelimesidir, O'nun "kün" (ol) emriyle olmuşlardır (Yasîn 36/82). Ancak diğer insanların oluşmasında, Allah Teala'nın iradesi ve adeti gereği başka sebepler, vasıtalar, kanunlar devreye girdiği halde Hz. Îsa'nın oluşmasında yine O'nun iradesiyle bu gibi vasıtalar devreye girmemiş, Allah "böyle olsun dediği" için onun annesi baba faktörü olmaksızın hamile kalmış ve Îsa'yı doğurmuştur (Âl-i İmran 3/47; Meryem 19/21).
Îsa Mesîh Allah'tan bir ruhtur; bütün insanların özünde aynı ruh vardır; çünkü Allah ilk insanın maddesini yaratıp ona insan şeklini de verdikten sonra aynı ruhtan ona da üflemiş, o biyolojik yapı içine "bir ilahî emir olan, mahiyeti bilinmeyen ruh"tan bir parça yerleştirmiş, insanı onunla tamamlamıştır (Hicr 15/29). İnsanlar bu ruhu ölünceye kadar vücutlarında taşırlar, onun özelliklerini yaşarlar, öldükten sonra ise ruh insan vücuduyla alakasını keser ve kendine mahsus manevî aleme (daha sonra terimleşen ifadeyle halk aleminden emir alemine) intikal eder. Hz. Îsa için "O'ndan bir ruhtur" ifadesinin kullanılması ya onun bu ruhtan nasibinin daha fazla olduğundandır veya bu ruhun ona intikalinin, diğer (analı-babalı) insanlardan farklı şekilde ve farklı yoldan olması sebebiyledir.
"Hz. Îsa, diğer peygamberler gibi bir beşer, bir kul, bir peygamber ise–başka insanlarda da aynı özellikler bulunduğu için– onun Allah'ın kelimesi ve ruhu olmasının beşer üstü bir yanı ve manası yoksa bu nitelikler niçin kullanılmıştır, niçin Hz. Peygamber'in tanımlandığı gibi 'O kendisine vahiy gelen bir beşerdir' denilmemiştir?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu haklı sorunun cevabı şudur: İnciller'de Hz. Îsa bu nitelikleriyle tanımlanmıştır, ilk zamanlardaki müminler bu sözlerin manalarını doğru anlamışlar, beşer olan Îsa'nın üstün nitelikleri olarak yorumlamışlardır. Fakat zaman içinde, Hıristiyanlığın yayıldığı ülkelerde hakim olan putperestliğin, tanrının üç unsurdan oluştuğu inanç ve anlayışını içeren dinlerin, felsefelerin ve mistik yaklaşımların etkisiyle bu niteliklerin manaları değiştirilmiş, ilahî maksada aykırı yorumlar yapılmıştır. Kur'an bu vasıfları yeniden zikrederek nitelemenin doğru, vahye dayalı ve ilahî olduğuna, sonraki yorumların ise sahih mana ve inançtan saptığına işaret etmektedir.
"Üçtür demeyin" cümlesi, çok veciz bir şekilde, tarihten gelip günümüzde de yaşayan hıristiyan mezheplerinin hakim inancını ortaya koymakta, sonra gelen kısmıyla 172. ayet –ve aşağıda zikredeceğimiz başka ayetler– ise bu inancı akıl ve nakil delilleriyle reddetmekte, dayanaklarını çürütmektedir.
Bilindiği üzere Hıristiyanlığın meşhur ve muteber bütün mezheplerinde bu üçleme (teslîs) inancı vardır. Hıristiyan kutsal kitabında geçmeyen teslîs kavramı, bir olan Tanrı'nın kendisini insanlara "baba, oğul" ve "kutsal ruh" olarak üç ayrı şahıs halinde bildirmesini ifade etmektedir. Teslîsi oluşturan üç unsurdan her birine uknûm (hipostase) denilmektedir. Birinci uknûm "baba" diye de nitelenen Tanrı'dır. Tanrı, teslîsin ilk ve asıl unsurudur. O her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Ezelî ve ebedîdir, her şeyi bilir, kådir-i mutlaktır. İkinci uknûm, Tanrı'nın bedenleşen kelamı olan oğul Îsa Mesîh'tir. Hıristiyanlara göre Hz. Îsa, Allah'ın kelamının bedenleşmiş şeklidir ve hem Tanrı'dır hem de Tanrı'nın oğludur. Hz. Îsa'nın babasız dünyaya gelmesi ve çarmıha gerilip öldürüldükten sonra yeniden dirilmesi onun ilahlığının delilidir. Îsa, baba Tanrı ile aynı cevherdendir. Üçüncü uknûm, Tanrı'nın mukaddes ruhu olan Rûhulkudüs'tür. Kutsal ruh hıristiyan inancına göre baba ve oğul ile aynı cevherden olup aynı seviyede ilahtır.
Hıristiyan inancına göre Baba Allah yaratıcı; Îsa Mesîh kurtarıcı ve yargılayıcı, Rûhulkudüs de takdis edicidir.
Hz. Îsa, "Rab Allah'ına tapınacak ve yalnız O'na kulluk edeceksin" dediği halde zamanla kendisi de tanrılaştırılmış, Hıristiyanlığa teslîs inancı girmiş ve ilk ekümenik konsillerde bu inanç temellendirilmiştir. Buna göre Tanrı "baba, oğul ve Rûhulkudüs" denilen üç unsurdan oluşuyordu; bu üç bir, bir de üç idi.
Hıristiyanların tevhidden ayrılarak teslîs inancına düşmelerinin önemli bir sebebi eldeki İnciller'de, aksine ifadeler de bulunmakla beraber (Matta, 1; Yuhanna, 20) teslîs inancına götüren parçaların mevcut olmasıdır (Yuhanna, 14, 17). Eldeki Yeni Ahid içinde yer alan Pavlus'un mektupları ve özellikle Galatyalılar'a Mektubu'nda hem teslîsin açık izleri hem de "Oğulun, insanların günahlarına kefaret olmak üzere kurban olduğu" ifadesi yer almaktadır (1/2-5). Pavlus, hıristiyanlara işkence eden militan bir yahudi iken miladın 38. yılında, güya mana aleminde Hz. Îsa'yı görmüş, Hıristiyanlığı kabul etmiş, bundan sonra bir "aziz" gibi davranarak kilisenin kurallarını koymuş, diğer İncil yazarlarını etkilemiş ve Îsa'nın tanrı olduğu inancını yaymıştır.
Teslîs inancı yerleşmeden önce hıristiyan din adamları arasında farklı inanç taşıyanlar, Allah'ı bir, Hz. Îsa'yı peygamber olarak tanıyanlar bulunuyordu. Bunlardan birisi de İskenderiyeli Arius idi. Hıristiyanlığı benimseyen ilk Roma İmparatoru Konstantin önce Arius'un inancına meyletti. Bunun tepki görmesi üzerine 325 yılında İznik'te ilk ruhanî meclisi (konsil) topladı. 2048 din adamının katıldığı bu konsilde büyük ihtilaflar çıktı. İmparator birlik ve istikrarı sağlamak üzere Arius gibi düşünenleri tasfiye etti ve geriye kalan din adamları, Pavlus'un yolundan yürüyerek teslîse dayalı resmî hıristiyan inancını oluşturdular. İmparatorun tercih ve kararına dayandığı için Arapça'da "Melkaniyye" diye ifade edilen bu mezhep, Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı olarak ayrılmasından sonra ikiye ayrıldı: Papalığı da elinde tutan batı hıristiyan inancı Katolik, doğu ise Ortodoks adını aldı. Bunlardan başka Ya'kubiyye, Nestûriyye (Hz. Îsa'da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine karışmadan bulunduğunu ileri süren bu mezhep 431'de Efes Konsili'nde reddedildi, mensubu azdır) daha sonra XVI. asırda Luther tarafından yapılan reform hareketiyle başlayan Protestanlık mezhepleri doğdu; ancak bunların yaşayan ve yayılanlarından hiçbiri Allah'ın birliği (tevhid) inancına dönemedi, hepsinde teslîs bir inanç esası olarak kabul edildi. İslam'ın geldiği çağda hem bir kısım Araplar hem de Arap olmayan kavimler bu mezhepleri, dolayısıyla –detayda farklar bulunsa da esası teslîse dayanan– hıristiyan inancını benimsemiş bulunuyorlardı. "Üç demeyin" ifadesi bu veciz şekliyle bütün bu mezheplerin tevhidden sapmış bulunan inançlarını ifade etmekte ve hedef almaktadır (Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi için bk. Kürşat Demirci-Mehmet Aydın-Baki Adam-Mustafa Sinanoğlu, "Hıristiyanlık", DİA, XVII, 328-372).
Kur'an-ı Kerîm, Hz. Îsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğu inancını biri genel, diğeri özel iki delile dayanarak reddediyor. Genel olan, Allah Teala'nın baba olmasının ve oğul edinmesinin imkansızlığı, böyle bir tasavvurun "bir, tek, eşi ve benzeri bulunmayan, her şeyi kuşatan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah" kavramına aykırı olduğu, bununla çeliştiği, ikisinin bir arada düşünülemeyeceği delilidir. Buradaki 171. ayet gibi Bakara sûresinin 117. ayeti de bu delili içermektedir.
Özel olan ise Hz. Îsa'nın hayatından, yapıp ettiklerinden yola çıkan delildir. Gerek Kur'an-ı Kerîm'de (Maide 5/17, 75), gerekse elde mevcut İnciller'de Hz. Îsa'nın, babasız da olsa bir anadan doğduğu, diğer insanlar gibi yiyerek, içerek, hastalanıp iyi olarak, acı çekerek, Allah'a ibadet ve dua ederek... yaşadığı, sonunda yahudilerin hışmından Allah'a sığındığı (hıristiyanların inancına göre onlar tarafından amp





