2. Abdülhamit, zekası ve siyasi bilgisi ile dahiler arasında anılıyor. Sultan 2. Abdülhamit han siyasi deha olmanın yanında manevi ağırlığı ile de Türk tarihine damga vurmuş bir sultandır. Sultanlık hayatında zatına türlü entrikalar içine girenleri Allah'ın izni ile hüsrana uğratmış dünya üzerinde de özenilen ve imrenilen bir sultan olmuştur. Kur'an ve sünnetten ayrılmayan 2. Abdülhamit, ihlas ve iman gücü ile Siyonizmin karşısında mazlumun yanında olarak onlara güç sağlayan bir Hükümdardı. Gelin bu muhteşem dönemi birlikte inceleyelim. Sultan 2. Abdülhamit han kimdir? Zaferleri nelerdir? İstihbarat teşkilatını nasıl kurdu? Bütün detaylar haberimizde.
Sultan İkinci Abdülhamid, 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi'dir. Annesi Çerkezdir.
Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti'ni uyguladığı politikalarla 33 yıl ayakta tutmayı başarmış bir padişahtır.
Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsî servetinden masrafları karşılamış, bunu devletten geri almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid'in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde ender rastlanan bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekan yaptırmıştır.
Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, meslek okulları da yaptırmıştır. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmuş, ilkokulları köylere kadar ulaştırmıştır.
İstanbul'da Şişli Etfal Hastahanesi'ni ve Darülaceze'yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen içme suyunu borularla İstanbul'a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat'a ve Medine'ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları yaptırmıştır.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamît Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de vefat etmiştir.
Sultan II. Abdülhamit'in uzunca hayatı…
SULTAN II. ABDÜLHAMİT (1842-1918)
II. Abdülhamit, (1842-1918) yılları arasında hüküm süren Osmanlı Sultanlarının otuzdördüncüsü, İslam halîfelerinin doksandokuzuncusudur. O, sadece kendi ülkesinde değil, bütün İslam aleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış müstesna bir şahsiyettir.
SULTAN II. ABDÜLHAMİT'İN ŞAHSİYETİ
O, genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmal etmişti. Şazeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zafir Efendi ve Kadiriyye tarîkati şeyhi Ebu'l-Hüda Efendi'den feyz alarak zahirdeki dirayetini, manevî bir kemal ile de taçlandırmıştır.
Daha genç yaşta zekası ve siyasî kabiliyetleriyle temayüz etmiş bulunduğundan amcası Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyahatlerinde O'nu da yanında götürmüştü.
Çok nazik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalade bir zeka ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi asla unutmadığına dair kaynaklarda sayısız misaller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark, rivayete nazaran:
"Dünyada yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamît Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünya siyasîlerindedir…" demiştir.
O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îman, müthiş bir zeka, sabır ve büyük bir maharetle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idare etmiştir.
PLEVNE'YE DOĞRU
Mithat Paşa ve avanesi halk tarafından fevkalade sevilen Sultan Abdülazîz'e karşı irtikab ettikleri cinayet sebebiyle îtibarları zedelenmiş bulunduğundan kazanılacak bir zaferle durumlarını düzeltmek istiyorlardı. Bunun için Sultan Abdülazîz'den kalan kuvvetli ordu ve donanmaya güvenerek bir harp çıkarmak istediler. Bu harp, şayet Rusya'ya karşı olursa, İngiltere'nin de Devlet-i Aliyye'ye yardımda bulunacağını tabiî addediyorlardı. Bu keyfiyet için kafî bahane de vardı. O sırada bize bağlı bir prenslik durumundaki Sırbistan'ın Ruslar'la olan hududlarında bir ihtilaf çıkmıştı. Bunu kullanarak Rusya'ya harp açmak istediler. Görüşmelerde uzlaşmaya yaklaşmadılar.
Rusya ise, o sırada dünyanın en kuvvetli ordu ve donanmasına sahip Osmanlı'yla harbi göze alamıyordu. Böyle bir harpte İngiltere'nin de 1853 Kırım Savaşı'ndaki gibi Türkiye'nin yanında yer almasından korkuyordu. Bunun için ihtilafı bertaraf maksadıyla taviz üstüne taviz verdi. Rus çarı da, Türk aleyhinde olan kendi umûmî efkarının baskısı altındaydı. Bu sebeple mes'eleyi bir taviz alarak halletmiş gözükmek için talebini, bizim toprağımız olan küçücük Nikşik kasabasının, gene bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan'a verilmesine kadar küçülttü. Mithat Paşa ve avanesi, buna dahi razı olmadılar.
Sultan Abdülhamît, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devlet dizginleri tam manasıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilalci bir kadro hakimdi. Sultan, onlara -zannettikleri gibi- İngiltere'nin böyle bir badirede bizim yanımızda yer almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart'ı da huzûruna çağırarak hükûmet erkanı ile bir müzakerede bulundu. Layart, hükûmeti namına bu toplantıda İngiltere'nin Rusya'ya karşı olan siyaseti dolayısıyla şayet bir Türk-Rus Savaşı çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını söylemekle birlikte, hiçbir sûrette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat'î bir lisanla ifade etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamît Han'ı dinlemeyip Rusya'ya harp îlan ettiler.
93 HARBİ (1877-78 TÜRK-RUS SAVAŞI)
Hicri takvime göre 1293 yılına denk geldiği için "93 Harbi" denilen bu savaşta da böyle oldu. Ruslar, beleşten bir zafer kazanarak ta Tuna ötelerinden İstanbul'un Yeşilköy'üne kadar geldiler. Yeşilköy'ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola'nın kılıcına dayanarak dikta ettirdiği sulh şartları "Ayastefanos Muahedesi" adıyla tarihe geçmiştir.
1877-78 TÜRK-RUS HARBİ
Bu felaketin bir sebebi de Mithat Paşa ve avanesinin, Osmanlı kumandanlığına Mehmet Ali Paşa adında bir haini tayin etmiş bulunmalarıydı. Nazım Hikmet ve Mehmet Ali Aybar'ın dedeleri olan Mehmet Ali Paşa, aslen bir Polonya Yahûdîsi idi. Tanzimat'ın îlanına sebep olan mahut Mustafa Reşit Paşa, İngiltere büyükelçiliği esnasında elçilik ayak hizmetlerinde kullandığı bir Polonya Yahûdîsini Türkiye'ye avdetinde beraberinde getirmişti. İşte 1877-78 Türk-Rus harbi (93 Harbi) felaketinin asıl amili olan Mehmet Ali Paşa, bu Yahûdînin oğludur.
93 HARBİ FELAKETİ
Sultan Abdülhamît, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilalci kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya aleyhtarı olan İngiltere'yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya'ya karşı kullanabilme çarelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası'nı "hukûk-i şahanesi bakî kalmak şartıyla" bir üs sûretinde kendilerine vererek Ayastefanos Muahedesi'nin iptaliyle, onun yerine Berlin Muahedesi'nin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu muahedeyle maruz kalınan kayıpların büyük bir kısmı telafî edilmiştir. Böylece ihtilalci kadronun sebep olduğu "93 Harbi" felaketi, O'nun dahiyane siyaseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş oldu.
Bu hadiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamît, batıda Çatalca ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm ederek sulhçu bir siyasete yönelmiş, memleketin dahilde kalkınmasını sağlayacak hamlelere girişmiştir. Balkan ve I. Dünya Savaşlarında ehemmiyeti ortaya çıkan bu tahkîmat, O'nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir.
II. ABDÜLHAMİT'İN SİYASETİ

Sultan Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir siyaset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temayüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -adeta- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyasetinin temel esası olmuştur.
Bu sulhçu siyasetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamît'in, Almanları İngiliz siyasî emellerine karşı mahirane bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezahürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyazının Almanlar'a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla İngilizler'den kurtarılması, bunun tarihte en tipik bir misalidir.
MECLİS-İ MEBUSAN'IN FESHİ

Abdülhamît Han, 93 Harbi felaketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşahede edildiği Meclis-i Mebûsan'ı böyle bir felakete manî olabilmek için 1878'de süresiz olarak kapatmıştır.
II. ABDÜLHAMİT'E DARBE KALKIŞMASI
Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felaketinin neticesinde Rumeli'de kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhacir olarak İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Ali Suavî, bunların mağdûriyetlerini istismar ederek etrafına bir kısım işsiz-güçsüz takımı toplayıp Çırağan Sarayı'na yürüdü. Sultan Abdülhamît'i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murat'ı tekrar tahta geçirmeye teşebbüs etti.
MASON SULTAN
Sultan V. Murat, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından ta şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber şerrin mümessilleri, kendisi padişah olursa, kötü emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı.
Ali Suavî ise, Sultan Abdülhamît Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyasî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın gücenikliği ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suavî, yavaş yavaş Yahûdî siyasî emellerinin hakim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyasetinin kör bir aleti durumundaydı.
Beşiktaş muhafızı Yedi-sekiz Hasan Paşa'nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suavî'nin can vermesi, bu ihtilal teşebbüsünün bertaraf edilmesini sağlamıştır.
İSTİBDAD DEVRİ

Sultan Abdülhamît, bu ve benzerî vak'alar dolayısıyla maruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin hamakat ve ihanetlerine ilaveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler'in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki Abdülhamît Han, kendisine muhalif olanların «istibdad» diye adlandırageldikleri sıkı bir dahilî siyaset takibine mecbûr kaldı.
SULTAN ABDÜLHAMİT'İN İSTİHBARAT TEŞKİLATI
Abdülhamîd Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selametini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede mükemmel bir «istihbarat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilatta, kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris'i dahî -zekasının büyük bir mahsûlü olarak- bir istihbarat elemanı gibi kullanması, şayan-ı dikkattir. Hatta İngilizler'in Madrid büyükelçileri vefat ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamît'le muhabere halinde bulunduğuna dair çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizler'i bu istihbaratın kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir.
Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhalifleri tarafından Çırağan Sarayı'nın yakılmış bulunması da, O'nun bu müthiş istihbarat teşkilatı ile alakalıdır. Zîra bu sarayın bodrum katları, lebaleb Sultan Abdülhamît'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mahiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine Sultan Abdülhamît Han'a jurnallik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla da Sultan Abdülhamît, kendisine muhalif olanlar tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edilegelmiştir. Gûya O'nun, ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir.
ERMENİ MESELESİ
Sultan Abdülhamît Han'ın dünya çapında ithamına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde başgösteren Ermeni mes'elesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve adetlerimizi benimsemek yönünden müstesna bir durumda idiler. Asırlarca "teb'a-i sadıka" olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyasî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar'ın propagandalarına aldanarak sadakatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün Hıristiyan batı devletlerinin alakasını çekti ve onlar da bu ihtilafa dahil oldular.
Nasıl Balkanlar'da Hıristiyan unsurları bize karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki Hıristiyan olan Ermeniler'e de önce istiklal hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak, bu devletin iskelesi mevkîindeki İskenderun'dan Akdeniz'e inme siyasetini takibe başladılar. İşte Ermeni kıyamının ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus düşüncesidir.
Dahî Sultan Abdülhamît Han, Ruslar'ın, bu maksadla Ermeniler'i silahlandırma faaliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Derhal Ermeniler'i toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurdu. Fakat bu kadar masumane bir hareket, Yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi. Nitekim kendisine Viyana'da îmal edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmalat esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin şeyhulislam ile Cum'a namazı çıkışında mûtad harici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Camî-i Şerîfi önünde infilak etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı. Herkesin telaşa kapıldığı o hengamede Sultan Abdülhamît Han, sükûnetini muhafaza ederek:
"–Korkmayın, korkmayın!.." diye bağırdı ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına döndü.
YAHUDİ DEVLETİ TALEBİ
Sultan Abdülhamît devrinin gailelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan Yahûdî mes'elesidir. Teodor Hertzel, İsviçre'nin Bazel şehrinde ilk siyonist kongresini toplamıştı. Daha önce yazdığı "Yahûdî Devleti" isimli kitabıyla dünya Yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçti. Bu gaye için o gün dünyanın en büyük zengini olan Yahûdî Roçilt ailesinin desteğini sağladı. Onun namına iki kere Türkiye'ye geldi ve Yahûdîlerin Filistin'e yerleşip orada ikamet eylemeleri mukabilinde Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt namına Sultan Abdülhamît'e arzetti.
Ancak Sultan'ın çelik gibi sert iradesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, Yahûdîler tarafından bütün dünyada o büyük hükümdar için geniş çaplı bir karalama kampanyası başlatıldı.
Bu kampanya sebebiyledir ki, Ulu Hakan Sultan Abdülhamît Han için haksız ve mesnedsiz bir sûrette kızıl sultan lakabı, meşhur ve harcıalem bir hale getirilmiştir. Çok yazık ki, Yahûdîlerin îcad edip ermenilere armağan ettikleri bu iftira, böyle ecnebî kimselerden ziyade vatanın o gün bugündür birçok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur. Halbuki Abdülhamît Han, otuzüç senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir canî dışında normal mahkemelerce verilen îdam cezalarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hatta ermeni Jorris'i dahî afvetmiş fazîletli bir şahsiyetti.
YAHUDİ GİRİŞİMİ

Yahûdîler, Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda masumane görünen arzularının Sultan Abdülhamît tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gördükten sonra artık o mübarek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını düşündüler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul'da ve sonra da Yahûdî muhiti Selanik'te boy gösteren İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evladlarını kesif bir propaganda sisinde boğdular. O derecede ki, bu haksız ve mesnedsiz iftiraların te'sîri, birçok iyi niyetli kimselere kadar uzandı. Maalesef birçok iyi niyetli kimseler dahî, o günün getirdiği gaflete dûçar oldular.
EMLAK-İ ŞAHANE
Tehlikeyi gören Sultan Abdülhamît, Yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvazaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arazîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlak-i şahane" haline getirdi. Filistin Çiflikat-ı Şahanesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamît bunlara ilaveten oradaki Müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.
II. MEŞRUTİYET'İN İLANI
O sırada Rus tahrikiyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar'ı cadı kazanı haline getirmişti. Bunlarla mücadele eden birliklerin birtakım subayları, İttihat-Terakkî ve onun arkasındaki Yahûdîlerce iğfal edilmişlerdi. Bunlar isyan ederek Abdülhamît Han'ı II. Meşrûtiyet'in ilanına zorladılar.
Abdülhamît Han, yeni bir kanûn-i esasî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gayet buhranlı ve ihtilal hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahval içinde buna fırsat bulamamıştı. Mecbûren eski kanûn-i esasîyi yürürlüğe koydu.
Meclis-i Meb'ûsan 17 Aralık 1908'de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahî meb'ûs seçilerek meclise girmişti. Hatta ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların te'sîri, müslüman meb'ûslardan daha çoktu.
31 MART VAKASI

İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhaliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyordu. Bu durum, ortaya çıkan nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sadık adamları sandıkları avcı taburlarını Rumeli'den getirip Taşkışla'ya yerleştirdiler. Fakat bunların başlarında bulunan subaylar, kısa zamanda Beyoğlu alemleriyle siyaset girdabına sürüklendiler ve askerleriyle alakalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburlarındaki askerler, halkla temas kurma imkanı buldular. Böylece İttihat ve Terakkî'nin irtikab ettiği mel'ûnane zulüm ve hıyanetlerini öğrendiler. Bunun üzerine, korumaya me'mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul'da birkaç gün terör hakim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. İşte 31 Mart Vak'ası denilen hadise budur.
Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede görerek korkuya kapılan İttihat ve Terakkî, Rumeli'den "Hareket Ordusu" denilen çoğu Rum, Ermeni ve Yahûdî çapulcusu onbeşbin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.
SULTAN ABDÜLHAMİT'İN TAHTAN İNDİRİLMESİ

Sultan Abdülhamît, bu çapulcu gürûhuna karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi talim ve terbiye görmüş otuzbin asker vardı. Lakin koca Sultan, tac ve tahtı için şu hengamede bile kan dökmeye razı olmadı. Neticede Hareket Ordusu'na arkalanan İttihat ve Terakkî hükûmetince hal' olunarak tahttan indirildi.
Hal' edilmesinin hemen ardından Sultan, kasden bir Yahûdî muhîti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir Yahûdî aile olan Alatini Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile reva görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün aile efradı günlerce aç bırakıldı. "Şahsî mülkler"i millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu İstanbul'a geldiğinde Padişah'ın tahttan indirilmesiyle birlikte Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hadisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında adeta büyük bir servete kondular.
FELAKETLER BİRBİRİNİ KOVALADI
Memleketi böylesine bir yağmayla talan eden İttihat ve Terakkî erkanı, Sultan Abdülhamît Han'ın bertarafıyla rahatça kuruldukları mevkîlerde ülkeyi cahilane bir sûrette idare etmeye başlamışlardı. Yumuşak huylu bir padişah olan Sultan Reşad, kendilerinin elinde aciz bir kukladan farksızdı.
TRABLUSGARP SAVAŞI
Felaketler birbirini kovalamaya başladı. 1911'de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb'a (Libya'ya) saldırdılar. İttihatçıların hain Sadrazamı İbrahim Hakkı Paşa burasını adeta işgale amade bir hale getirmişti. Oradaki askeri Yemen'e sevketmiş, askerî vali ve kumandanı da bir bahaneyle İstanbul'a celbetmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanlar'ın niyetlerini, herkesden iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşavir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile "biriç" oynamaktaydı. Arzedilen ültimatomu:
"–Şuraya koyun; oyunum bitsin!.." diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihanet göstermişti.
BALKAN SAVAŞI
İttihat ve Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehaletleri, bununla da bitmedi. Trablusgarb'daki mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi çıktı.
Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilerlemesi karşısında Selanik'i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükûmeti, Sultan Abdülhamît'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultan Abdülhamît, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selanik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Padişah'ın dış dünya ile yıllardan beri bütün alakası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"–Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Rasim Bey'e büyük bir öfke ile:
"–Rasim Bey! Rasim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdad kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, tarih ve ecdad bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim!.. Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evladlarımla beraber Selanik'i son nefesime kadar müdafaa edeceğim…" dedi.
Fakat kendisine Sultan Reşad'ın selamı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensûbu olmanın mes'ûliyeti ile Padişah'ın iradesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
KİLİSELER MESELESİ
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.
İttihat ve Terakkî idaresinin cehalet ve hıyanetinin layıkıyla anlaşılıp takdîr edilebilmesi için kiliseler mes'elesinin kısaca îzahı zarûrîdir:
93 Harbi felaketinden sonra Bulgaristan bize pamuk ipliği ile bağlı, dahilî idaresinde serbest bir prenslik haline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta istiklalini ilan edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Sultan Abdülhamît, o dahiyane siyasetiyle şu tedbire başvurmuştu:
Bulgarlar da Yunanlar gibi ortodoks mezhebine mensubdular. Ancak asırlardan beri din adamı yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus kiliseleri de yoktu. Sultan Abdülhamît, onları dînî bakımdan Yunanlılar'dan ayırmayı düşündü. Bunun için İstanbul'da Balat'taki Rum ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muadil ve onunla aynı hukûka sahip "erksahlık" adıyla Bulgar kilise riyasetini te'sis etti. Patrikhane demek olan bu müessesenin binasını, Berlin'de ve gizlice çelik parçalar halinde îmal ettirip yine gizlice İstanbul'a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte ettirdi. Sabahleyin rum papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında kendilerine rakip bir patrik binasını, levhası asılmış olduğu halde görünce, dehşete kapıldı. (Hala yerinde duran Bulgar erksahlığı, Türkiye'de ilk prefabrik binadır.)
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultan Abdülhamît'in bu siyasî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bunun bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum papazların idaresinde ayin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar erksahlığına bağlamak için mücadele ederek Bulgarlar'ı ve buna karşı çıkan Rumlar'ı da yıllarca oyalayan Sultan Abdülhamît Han, her iki tarafa da bir mavi boncuk vermek kabîlinden mes'eleyi devamlı bir surette te'hir ederek kedi-köpek gibi bu iki kavmin birbirlerine karşı gerginliğini sağlamıştı.
KİLİSELER KANUNU
Gafil İttihatçılar, iş başına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf çoğunlukta ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilafı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası sona erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi'ni başlattılar. İşte Sultan Abdülhamît Han'ın:
"–Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diyerek işaret ettiği mes'elenin aslı budur.
İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez:
Sultan Abdülhamît Han'ın artık Yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyasetine karşı Almanları tahrîk etmesinin mahiyyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi'ni müteakıben ortaya çıkan I. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir Yahûdî oldu bittisi ile…
Henüz Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dahil olması, yıkılışın en korkunç amili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengamede, Sultan Abdülhamît'i devirmekle hata ettiklerini nihayet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikamet etmekte bulunan tahttan indirilmiş Padişah'ı ziyaret edip fikrini sordular.
O koca Sultan, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tabii Almanların sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultan keder dolu bir hüzünle:
"–Şu hesabı da mı yapamadınız?! Hiç İngiltere'ye karşı Almanların yanında harbe girilir miydi? Ben Almanları, İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederlerken:
"–Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hataya düştük!.." diyorlardı.
"KONSTANTİN'DEN AŞAĞI KALAMAM"
Çanakkale Savaşı esnasında düşman donanmasının Marmara denizini geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükûmetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamît Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecaatle redderek:
"–Ben Fatih Sultan Mehmet Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den aşağı kalamam! Dedem Fatih İstanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.
Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında padişah ve hükûmet İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
SULTAN II. ABDÜLHAMİT NE ZAMAN ÖLDÜ?

Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamît Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de rahmet-i Rahman'a kavuştu. Mekanı cennet olsun!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, Erkam Yayınları





