Tarih değerlendirmelerinde yapılan tasniflerden bir kısmı "Mistik Çağ", "Kahramanlar Çağı", "Aristokrasi Çağı", "Halkın Çağı" ve tekrar "geriye dönüş" çağıdır. Türkiye'nin yaşadığı zihinsel reşarj, bir entelektüel, kültürel ve semantik deşarj dönemidir. Bir başka deyişle, Türkiye hala ideal bir dil arıyor; "her biri daima diğerinin peşinde olan, ama bulamayan, başa çıkamadığı bir dil." Bu dilin önündeki engel, Matrix'in tayin ettiği algılama ve müstemlekeci eleştiri yaftalarıdır. Doğunun hikayesini en az üç asırdır Batı yazmakta, adına da tarih demektedir.

Harflerin eprimeleri, seğirmeleri, cilt kapağı ve sayfa marjinleriyle olduğu kadar, kendi iç dinamikleriyle de ilgili imla hatalarıyla çıkan zafiyetler de eklenince geriye kitaba giydirilen anlamı suhulet ile kabullenmekten başka bir şey kalmamaktadır.

Halbuki dil, onunla kitap yazmak isteyeni de ona anlam vermek isteyeni de aşan, ne onlarla başlamış, ne de onlarla bitecek olan oligarşik bir manevra alanı değil, kurumsal ve toplumsal katılımı zorunlu kılan anlamını ancak böyle bulması gereken bir iştiraktir.

Dil, ister sese dökülsün, isterse ventrilog marifetiyle saklansın veya sırf zihinsel mekanizmalara ve klik aşinalıklarına aracılık etsin, kalıplaşmış anlam merkezlerinin dayatmalarına meydan okur. Bilinenle bilinmeyen, var olanla yok olan, sabit olanla değişken olan arasındaki ilişkidir anlamı tayin eden.

Jacques Derrida'nın ifade ettiği gibi, hiç bir anlam ebediyen mutlak ve değişmez değildir. Gelen anlam, halde giydirilmiş olan anlamı öteleyerek, monolojik telaffuzların ve kakafonik seslerin vurdumduymaz, aldırışsız anlamlarını bastırır ve kendi hareket alanı içinde bir senfoninin mahur harmonisine bırakır yerini. O halde herkes, "bütün yazıların metinler arası yapısı ve tarihini" iyi bilmelidir. Mutlak, kati ve katı olmayan "anlamlar ağı" tayin edecektir kitabın anlamını.

Tarih böyle bir kitaptır. Anayasa ve özgürlükler böyle kitaptır. Uzlaşmaya önce tarihten başlamak lazım; tarihi hikaye etmeden. Bunun anahtarı da sorgulamaktır; takıntısız, saplantısız ve korkusuzca. Edward Said'in dediği gibi, tek merkezli bir bakış, bir fikrin sadece "bir tek fikir olduğunu düşündüğümüz zaman ortaya çıkar." Halbuki her fikir, tarihteki birçok fikirden sadece biridir. Monolojik doğası icabı tek merkezli bakış "çoğulculuğu inkar eder" ki, israfın olduğu yerde kazancı görmektir bu.

Totaliter tabiatı olan siyasi, içtimai, iktisadi her anlamlar silsilesi, kitaptaki imla işaretleri kalktığı an omuz omuza, saf saf olur ve aralarına sokulan cilde giydirilen her anlamı bir gün kusarlar dışarıya. Öznenin giydirdiği anlam, sessiz harflerin seddi ve karşı duruşuyla meydana gelir.

Okumanın düğümlendiği nokta şudur ki; insanların dünyaya verdiği anlamla, gerçeklere verdiği anlamlar paralel gitmesi ve dolayısıyla, monolojik kendi realitesine hapsolması ve bu nedenle, yorumların (1) sadece tek anlam olduğu, (2) başka anlamlar olamayacağı şeklindedir. Bu, yorumların ötesinde metni, kelimeleri aynı kalsa da yeniden yazmak anlamına gelir ki, burada okuyan kişi veya kurum onu aslında yeniden yazmak eğilimindedir. Ve yorumlamak suretiyle yeniden yazmaktır. Yorumlamak, yeniden yaratmaktır da...

Sergei Eisenstein'ın Ekim filmi Bolşevik Devrimini konu alır. Sinematografi şaheseri bu filmdeki sahnelerden birinde halk, artık Çarlığın zulmüne dayanmayıp ayaklanmaya başlamıştır. Yönetmen işte bu halktaki şahlanış anını yansıtmak için, üsteleme (superimposition) tekniğini kullanır. Duvardaki aslan heykelinin başına teksif eder kamerayı.

Aslan heykeli tabiatı itibariyle cansızdır. Ancak öncelikle önden, sonra alttan, sağdan ve soldan yapılan hızlı çekimleri ustaca birleştiren yönetmen, aslanı, görkemli başı ve yelesiyle kükrer halde yansıtmıştır izleyiciye. Sonuçta izleyici donuk bir heykel değil, özündeki aslanlık cevherini kuvveden fiile geçiren, kükreyen ve kükredikçe insanlarla özdeşleşen bir hal alır. Bir aslana döner kamera, bir halka ve artık hangisi hangisidir fark edilemez hale gelir. Her şeyin Çar'a ait olduğu, onun hizmetinde sanıldığı Rusya'da ne Çar'ın kendisi ne de avanesi o aslanın, aslanlaşan halkı, halklaşan aslanı iyi okuyamamışlar, vitrin malzemesi ve tezyinattan öteye varmadığını sanmışlardır.

Algılama ve okuma melekleriyle körlüğün, sağırlığın rahatlığıyla yaşamışlar, kendileri kör ve sağır olunca başkalarının konuşmadığını ve görmediğini sanmışlardır. Fakat Eisenstein aslanı iyi okumuş ve yorumlamıştır. Yine Eisenstein denizaltındaki insan hissiyatlarının Potemkin zırhlısını yukarı çıkıp nasıl alt ettiğini de görebilen insandı.

İdeolojisi kimilerine farklı gelebilir, ama o bir sanatçı idi. İnsana melekelerini, meleklere havale etmeden, insanın hukuku ve insan olmanın onuruna nüfuz eden bir anlayışla ortaya koymuştur. Ve yapılan tarihle, yazılan tarihlerin anlamını iyi okumuştur. Tarih ne ezberle başlar, ne de yenilenen ezberle biter. Sadece öyleymiş gibi yapar.

Milletimiz, tarihe kurgusal gözle bakınca sevdiğine göre, kurgunun tarih üzerindeki sultası devam eder.

Muhabir: Yazar Silinmiş