Malatyalı bir vaiz olan Yusuf Selami, Molla Muhammed Doğan’ı, bir konuşmasındaki ifadeleri gerekçe göstererek dayanaksız şekilde "küfürle" itham etti. Bu durum, İslam ahlakı ve ilmî sorumluluk açısından önemli soruları gündeme taşıdı:

'Tekfir bu kadar kolay mı?'

Bağlamdan Koparılan Sözler ve Tekfir İddiası

Yusuf Selami’nin suçlamalarının merkezinde, Molla Muhammed Doğan’ın bir sohbet sırasında söylediği şu sözler yer alıyor: “Hazreti İmam Ali’den sonra İslam’ı anlayan olmamış.” Ancak Doğan’ın çevresine yakın kaynaklar, bu ifadenin kasıtlı olarak bağlamından koparıldığını ve yanlış bir tevil ile “küfür” ithamına dönüştürüldüğünü belirtiyor.

Doğan’ın bu sözleriyle, İslam tarihindeki siyasi bölünmelere ve İslam toplumunun hilafetten sonra yaşadığı yozlaşmaya dikkat çektiği ifade ediliyor. Ancak Selami, bu ifadeyi doğrudan “ümmetin alimlerini reddetmek” olarak yorumlayarak ağır bir ithamda bulunmuş durumda. Doğan'a yakın kaynaklar, Selami’nin bu tutumunun hem ilmî yönteme hem de İslam ahlakına aykırı olduğunu savunuyor.

Hadisler Tekfirin Vebalini Hatırlatıyor

Bir Müslümanı küfürle itham etmenin İslam’daki ağır vebaline dikkat çeken hadisler, bu tartışmada yeniden gündeme gelmelidir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Bir kişi kardeşine 'Sen kafirsin' derse, bu söz ikisinden birine döner.”

Bu uyarıya rağmen, Selami’nin bağlamından koparılmış bir cümle üzerinden hüküm vermesi, tekfirin sorumluluğunu bir kez daha tartışmaya açmış durumda.

İslam alimlerinin üzerinde ittifak ettiği bir diğer önemli ilke ise şu: Bir Müslümanı tekfir etmek için kesin ve açık deliller gerekir. Fakat Selami’nin yaklaşımı, bu ilkeyi de göz ardı ediyor. Bu hususta yorum yapan çeşitli alim ve talebeler, Selami’nin kendi görüşlerini mutlak hakikat olarak sunarak tekfir kartını kullanmasını, “ego tatmini” ve “ilmî eksiklik” olarak değerlendiriyor.

Tarihsel Benzerlikler: Tekfir Her Dönemde Sorun Oldu

Tarih boyunca, tekfir ve itham siyaseti birçok alime yöneltilmiş ağır suçlamaların arkasındaki temel araç olmuştur. Bediüzzaman Said Nursi, hilafet döneminin sona ermesiyle başlayan bozulmaları açıklayan bir hadis-i şerifi tefsir ettiği için yargılanmış ve dönemin mahkemelerinde aynı ithamlarla karşı karşıya kalmıştır. Nursi, savunmasında şu sözlere yer vermişti:

“Bir hadisin mucizesini açıklamayı suç sayanlar, asıl suçlu olanlardır.”

Bugün Yusuf Selami’nin yöntemi, bu tarihi hataları tekrar eder nitelikte. Doğan’ın sözlerini dinlemeden, anlamadan ve bağlamından kopararak suçlamalar yönelten Selami’nin yaklaşımı, yalnızca kişisel bir tartışma değil, dinî yorumların nasıl ele alınması gerektiğine dair geniş bir ahlakî ve ilmî sorunu da ortaya koyuyor.

Eleştiriler: Ego mu, Hakikat mi?

Molla Muhammed Doğan'a karşı, Selami’nin ortaya koyduğu yöntem birçok başlık açısından sorunlu:

Öncelikle Bağlamdan Koparma: Bir cümleyi fasit bir tevile dayandırarak hüküm vermek.

İkinci olarak İlmî Sorumluluk Eksikliği: Dinî meselelerde ilim ve insaf gereği, bir kişinin niyetinin anlaşılmaya çalışılması gerekirken, Selami bu yolu izlemiyor.

... ve Ego ve Hakimiyet Arzusu: Selamı, tekfir üzerinden dinî otorite kurmaya çalışıyor ve bu tutumu bir ego tatmini olarak net şekilde gözüküyor.

Selami'nin tavrı hususunda yorum yapan çevreler, Hak davanın cehennem tehdidiyle değil, merhamet ve insafla savunulması gerektiğini vurgularken Yusuf Selami’ye de şu uyarıda bulunuyor;

“Bir Müslümanı itham etmeden önce, insaf terazisine sahip olmak gerekir. Hakikat arıyorsanız, önce anlamaya ve sormaya çalışmalısınız. Tekfir kolaycılığı ise sadece sizin vebalinizi artırır.”

Sonuç: Dinin Değil, Egonun Gölgeleri

Yusuf Selami’nin Molla Muhammed Doğan’a yönelik ithamlar, genel çerçevede hem İslam’ın ahlakî prensiplerine hem de ilmî yöntemlere aykırı bir yaklaşım olarak değerlendiriyor. İslam’da hüküm vermek sorumluluk, itham etmek ise ağır bir vebal gerektirirken, Selami’nin söylemleri bu temel kaideleri de ihlal ediyor.

Tarihsel bir bakışla, bu tür tekfirci yaklaşımların İslam toplumlarında derin yaralar açtığı biliniyor. Hakikat ve insafın gözetilmediği durumlarda, dinden çok kişisel egoların konuştuğu bir zemin ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, Yusuf Selami’nin ithamlarına karşı getirilen eleştiriler, daha insaflı ve sorumlu bir yaklaşım çağrısını yineliyor:

'Hak dava mertlik ister, insafsızlık değil. Tekfir bir güç gösterisi değil, ilmî bir mesuliyettir. Ve unutmayın, tarih yanlışı asla affetmez.'

İcma, Peygamber’in vefatından sonra bir dönemdeki tüm İslam âlimlerinin bir konuda hemfikir olmasıdır. Ancak, tüm müçtehitleri tek tek belirlemek ve onların görüşlerini kesinleştirmek, Hz. Ali’nin döneminden sonra Müslümanların çoğalması ve coğrafyanın genişlemesiyle mümkün olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle esas olan icma sahabe efendilerimize ait icmadır. Sahabe efendilerimizden sonra icma olmamış ve icma yapacak müctehidlerin, fikirlerinin tesbiti de mümkün değildir. Konular bu gerçeklikle değerlendirilmelidir.

Tekfir ise bir kişiyi, Peygamber’in kesin bir hükmünü reddettiği gerekçesiyle dinden çıkmış ilan etmektir. Bu ciddi bir iddiadır ve kişinin canını ve malını dokunulmaz olmaktan çıkarır. Bu nedenle, Ehl-i Sünnet’e göre, kelime-i şehadet getiren ve namaz kılan bir Müslümanı, şer’î bir mahkemenin incelemesi olmadan tekfir etmek caiz değildir. Günümüzde de zaten böyle şer-i bir mahkeme yoktur. Bu hususlarla uymadan yapılan tekfir İslam toplumunda düşmanlık ve bölünmeye yol açar.

Muhabir: Zülal Ceylan