Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Nur suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

1. Bu, bizim indirdiğimiz ve bildirdiği hükümlerin uygulanmasını farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp ders ve öğüt almanız için bu sûrede apaçık ayetler indirdik.


Söze başlarken, bu sûreyi indirenin, haber verdiği hükümlerin uygulanmasını farz kılanın ve orada açık açık ayetler bildirenin, azamet bildiren "biz" sigasıyla Allah Teala olduğuna dikkat çekilir. Dolayısıyla bu hükümler sıradan bir kişinin sözü gibi hafife alınmayıp gereken ciddiyetin gösterilmesi istenir. Sûrede indirilen hükümler, kabul edilip edilmemesi serbest olan öğütler değil, bunlar kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. Bu sebeple "Eğer mü'minseniz bunları uygulamak zorundasınız" denilmektedir. Üstelik bildirilen hükümler gayet açıktır; anlaşılmama veya yanlış anlaşılma ihtimali yoktur. Dolayısıyla "anlamadım" diyerek kimse bir bahane ileri süremez ve onları tatbik edemezlik yapamaz.

Öncelikle zina suçunun cezası açıklanmaktadır:

2. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, o ikisine duyduğunuz acıma hissi sizi etkisi altına alıp Allah'ın belirlediği bu cezayı uygulamanıza engel olmasın. Mü'minlerden bir grup da suçluların cezalandırılmasına şahitlik etsin.


Âyette "değnek" diye çevrilen اَلْجَلْدَةُ (celde), "cilt" kelimesinden gelip "cilde tesir edecek fakat ete geçmeyecek şekilde vurmak"tır. Çok acı vermeyecek bir değnek veya kırbaç seçilir, sakatlığa sebep olmayacak ve hayatî tehlike oluşturmayacak şekilde vücudun belli yerlerine vurulur. Kürk, palto gibi kaba elbiseler çıkarılır, fakat gömlek gibi giyecekler çıkarılmaz.

Yüz değnek, zina eden hür, baliğ ve henüz sahih bir nikahla evlenmemiş olanların cezasıdır. Cariyelerin cezası elli değnektir. (bk. Nisa 4/25) Hür ve muhsan olanların cezaları ise recimdir. İmam Azam (r.h.), recmi gerektiren muhsanlığın altı şartı olduğunu söyler:

Müslüman olmak,

Hür olmak,

Akıllı olmak,

Büluğ çağına ermiş olmak,

Sahih bir nikahla evli bulunmak,

Cinsî münasebette bulunmuş olmaktır. Bu şartlardan biri olmadığında muhsanlık ortadan kalkar.

İslam'ın bir kısım suçlara ceza verilmesini istemesinin sebebi olarak:

› Suçluyu ıslah etmesi,

› Irza tecavüz durumunda mağduru tatmin etmesi,

› Hem suçlu hem de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması gibi hususlar sayılabilir.

Kullarını seven ve onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teala, yine onların faydasına olmak üzere, hastaya yazılan acı bir ilaç kabilinden cezaya da yer vermiştir. İnsanlara bizzat yaratıcılarından fazla acımak kullara düşmez. Bu bakımdan suç işleyen hak ettiği cezayı mutlaka çekmelidir. Şer'î bir ruhsat olmaksızın suçluya acıyarak cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır getirmeyecektir. Ebu Hureyre (r.a.): "Bir yerde bir haddin uygulanması, o yerin ahalisi için kırk günlük yağmur yağmasından daha hayırlıdır" demiştir. (Nesaî, Kat'ü's-Sarik 7)

Ayrıca ceza infaz edilirken mü'minlerden uygun sayı ve keyfiyette bir grubun hazır bulunması gerekir. Bunlar en az dört kişi olmalıdır. Bu, olan bitenin insanlara ibret olması ve cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması bakımından önemlidir.

Zina eden erkek ve kadının evlilik durumlarını açılkamak üzere buyruluyor ki:

3. Zina eden bir erkek, zina eden veya Allah'a ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zina eden bir kadınla da zina eden veya Allah'a ortak koşan bir erkekten başkası evlenmez. Zina edenlerle ve Allah'a ortak koşanlarla evlenmek mü'minlere haram kılınmıştır.


Burada üç grup insandan bahsedilir:

› Müşrikler. müslümanların bunlarla evlenmesi kesinlikle haramdır.

› Zinayı mübah sayıp hafife alanlar. Haramlığı kesin olan zinayı helal sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş küfür olduğundan onlar da müşrik sayılırlar, dolayısıyla kendileri ile evlenmek caiz olmaz.

› Bir de böyle olmayanlar.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle der: "Namuslu bir erkeğin, fuhşa devam eden bir fahişe ile; namuslu bir kadının da günahına devam eden bir zani ile evlenmesi haramdır. Ancak tevbe ederlerse onlarla evlenilebilir." (İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'an, III, 263) Bununla birlikte zinası sabit olan fakat bunu mübah saymayan bir kadını, bir mümin nikahladığında, nikahın geçerli olduğu, fakat bunun tahrimen mekruh olduğu da söylenmiştir.

Âyet-i kerîmede zina eden kimselere hakim olan psikolojik bir durumun tespiti de yapılıyor olabilir. Şöyle ki: Fahişe bir kadını ancak kendisi gibi fuhşa alışmış bir erkek kabul eder. Namuslu insanlar fahişelerle evlenmek istemezler. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buyrulur: "Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır." (Nur 24/26) Zinaya alışmış kötü tînetli erkekler de iffetli kadınlardan hoşlanmazlar. Onlar, kendileri gibi iffetsiz olanları seçerler. Genellikle fahişe kadın da kendi tînetinde bir erkekle evlenir. Namuslu insanlar ise, iffetsizlerle uyuşamaz ve onlarla sıhhatli bir aile kuramazlar. Bu sebeple ayet, zina günahına devam etmekte olan kimselerle evlenmeyi mü'minlere haram kılmıştır. Çünkü böylelerine rağbet, toplumda arsızlığın ve edepsizliğin artmasına, iffetli kadınlara ilginin azalmasına ve toplumda fesadın yayılmasına sebep olur.

Kadın olsun erkek olsun iffetli insanlara zina iftirasının cezasına gelince:

4. İffetli kadınlara zina suçu isnat edip de sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Böylelerinin şahitliğini ebediyen kabul etmeyin. Çünkü onlar fasıkların ta kendileridir.

5. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenlere gelince, bunlar fasıklıktan kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


4. ayetteki اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanat), "evli olsun olmasın, daha önce iffetle alakalı bir sabıkası bulunsun veya bulunmasın, dava konusu olayda masum olan ve zina yaptığı ispat edilemeyen, buluğ çağına erişmiş namuslu tüm kızlar ve kadınlar"ı ifade eder. Namuslu erkekler de aynı hükme tabidirler. Bunlara zina suçu isnadında bulunan kişiler, davalarını ispatlamak için dört şahit getirmelidirler. Eğer dört şahit getiremezlerse onlarla ilgili üç yaptırım söz konusudur:

› Vurulma şartları zina haddinde belirtildiği gibi onlara seksener değnek vurulur.

› Müfteri oldukları belirlendikten sonra artık ebediyen yani ölünceye kadar onların şahitliği kabul edilmez.

› Bundan böyle fasık olarak damgalanır, toplum nezdinde sabıkalı hale gelir ve bir kısım haklardan mahrum kalırlar. Fasık, doğru yoldan çıkan, Allah'a isyan eden kimsedir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, iftira suçunu işlemiş olanlar, cezalarını çektikten sonra tevbe edip hallerini düzeltebilirler. Bu takdirde Allah onları sonsuz mağfiretiyle bağışlayacak ve engin merhametiyle onlara lutufta bulunacaktır. Burada mezhep imamları arasında şöyle bir yorum farkı dikkat çeker:

› İmam Malik, İmam Şafi ve İmam Ahmed'e göre tevbe ettikleri takdirde bunların sabıkası silinir ve şahitlikleri kabul edilir.

› Ebû Hanîfe'ye göre ise tevbe sadece onlardan "fasıklık" vasfını kaldırır, fakat şahitlik ehliyetini onlara tekrar kazandırmaz.

Kendi eşlerini zina ile suçlayanların sıkıntısı ise şöyle çözüme kavuşturulur:

6. Eşlerine zina suçu isnat edip de kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kocalara düşen, gerçekten doğru söylediklerine dair her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şahitlikte bulunmaktır.

7. Beşincisinde de: "Eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun!" diye yemin etmektir.

8. Zina isnadıyla suçlanan kadına gelince, kocasının yalan söylediğine dair her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şahitlikte bulunursa, üzerinden ceza kalkar.

9. Beşincisinde ise, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.


Bu ayetlerde belirtilen uygulama, İslam aile hukukunda "li'an" veya "müla'ane" terimi ile ifade edilir. Bu kelime, "karşılıklı lanetleşme" manasına gelir. Karısını zina ederken gördüğünü iddia eden erkekle eşi hakimin huzuruna celbedilir. Önce erkek Allah'ı şahit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler. Beşincisinde ise "Eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Sonra karısı dört kere, Allah'ı şahit tutarak kocasının yalan söylediğini beyan eder. Beşincisinde de "Eğer o doğru söylüyorsa Allah'ın gazabı benim üzerime olsun" der. Böylece erkek iftira cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur. Bir kısım müçtehitlere göre evlilik hayatları da sona erer.

Bu ayet-i kerîmelerle alakalı şöyle bir iniş sebebi nakledilir:

İftira suçuyla ilgili ayetler gelip dört şahit getirme hükmünü beyan edince bir kısım insanlar zihinlerinde oluşan bazı soruları Resûlullah (s.a.s.)'e açtılar. Mesela, Sa'd b. Ubade (r.a.):

"Ya Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman dört şahit bulacağım diye onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz kafasını uçururum!" dedi. Efendimiz (s.a.s.) ise ona şu cevabı verdi:

"Sa'd'ın kıskançlığı ve namusuna düşkünlüğü sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır." (Buharî, Nikah 107)

Beyan edilen bu hükümler, mahza ilahî rahmet tecellisidir:

10. Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri çokça kabul buyuran, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan bir zat olmasaydı haliniz nice olurdu?


İşte ayet-i kerîmeler bu gibi durumlarda nasıl davranılmasını öğreterek problemi çözmektedir. Çünkü İslam, hayattaki her türlü problemi, olması gereken en tabiî yollarla halleden ve çözümsüz hiçbir meselenin kalmasını istemeyen kolaylıklı ve müsamahalı bir dindir. Bu da Allah Teala'nın insanlara en büyük lutuf ve rahmet tecellisidir. Eğer böyle bir din olmasaydı, eğer Cenab-ı Hak kullarına merhamet gösterip, akılla çözmelerinin mümkün olmadığı sahaları vahiyle aydınlığa kavuşturmasaydı halimiz nice olurdu? O zaman ne yapacağımızı bilemez, yolumuzu şaşırır ve belki de bir problemi çözeyim derken daha büyük problemlerin çıkmasına sebep olabilirdik.

Allah Teala şöyle buyurur:

"Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah'ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz…" (Hucurat 49/7)

"Eğer gerçek onların nefsanî arzularına uysaydı göklerde, yerde ve oralarda yaşayanlarda dirlik ve düzen kalmaz, hepsi bozulur giderdi." (Mü'minûn 23/71)

Burada bir taraftan suçun işlenmesine mani olacak cezalar bildirilirken, bir taraftan da günaha bulaşmış insanlara bundan kurtulma ve hallerini düzeltme yolları gösterilir. Bunun da başta geleni pişman olup tevbe etmek ve bir daha işlememeye azimli olmaktır. Âyetin sonunda zikredilen, تَوَّابٌ (Tevvab) ismi, yapılan tevbelerin Allah tarafından kabul edileceğine işaret etmekte; حَك۪يمٌ (Hakîm) ismi ise vaz edilen hükümlerin çok güzel, sağlam ve hikmetli olduğunu göstermektedir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

"…Gerçeği kesin olarak bilen bir toplum için, Allah'tan daha güzel hüküm veren başka kim olabilir?" (Maide 5/50)

Şimdi, iffetli insanları zina ile suçlamanın fert ve toplum vicdanında ne derin yaralar açtığı ve ne büyük huzursuzluklara sebep olduğu iyice ortaya çıkması için bizzat Resûlullah (s.a.s.)'in hane-i saadetinden, onun en mahrem tarafından pek ibretli bir hadise nakledilerek buyruluyor ki:

11. O iftirayı ortaya atanlar içinizden örgütlü küçük bir gruptur. Bu hadiseyi hakkınızda kötü bir şey olarak görmeyin. Bilakis o sizin için bir hayırdır. O iftirayı atanlardan her biri işlediği günahın cezasını çekecektir. Ama onlardan bu işin elebaşılığını yapan kimseye daha büyük bir azap vardır.


İslam; iffet, haya, namus ve faziletler üzerine bina edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münasebetleri bu nezahet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu ayetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)'in ailesinden dikkat çekici bir misal seçilerek, iffet ve naMûsa çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hadiseleri karşısında mü'minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Bu ayetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz'in pak zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hadise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:

Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur'a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur'a Hz. Âişe'ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için bi­raz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür ayeti inmiş, mü'minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe'nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.

Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bu­lunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kafileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvan b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe'yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ "…Bizim bütün varlığımız Allah'ındır ve biz ancak O'na dönüyoruz" (Bakara 2/156) ayetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvan tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defa da ağızlarını çirkin bir iftira için açtılar. Hz. Aişe'nin Saffan'la çirkin bir iş yaptığını söylediler.

Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: "Vallahi biz, böyle bir iftiraya cahiliye devrinde bile uğramadık!.." dedi. Safvan (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)'in: "Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!.." buyurduğu güzîde bir sahabî idi.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübarek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe'nin suçlu ol­duğuna dair en ufak bir alamet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hadiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirayı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye ka­pıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz'den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan din­leyince, adeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.

Bu sırada Efendimiz (a.s.), hadiseyi Hz. Âişe'yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir'in evine gidip sevgili eşini:

"–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır" buyurdu. Âlemlerin Efendisi'nin de iftiralar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisse­den hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)'e şunları söyledi:

"–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O halde ben, o söylenenlere karşı Allah'tan yardım istiyorum."

Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilahî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenab-ı Hak, hadiseyle alakalı bu ayet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftiralarından ibaret olduğu aşikar belli oldu. İlahî beyanlar, hem Hz. Âişe'yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azabı haber vermekte hem de bu iftirayı dillerine dolayan gafilleri îkaz etmek­teydi.

Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu ayet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)'ya:

"–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!" buyurdu. Hz. Âişe ise, ayet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:

"–Benim gibi aciz bir kul hakkında ayet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)'in kalbine bir ilham gelecek ve benim masum olduğum böylece ortaya çıkacak!" diyerek Cenab-ı Hakk'a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah'ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir'e de:

"–Ben, Allah'tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah'tır!" diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah'ın lutuf ve merhameti sayesinde nihayete erdi.[1]

İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)'in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahabe Hz. Ebubekir'in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hadise dahî, peygamberlerin iptila ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göster­meye kafîdir. Bu, kıyamete kadar iftiraya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.

Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensarî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü'minler için örnek olacak keyfiyettedir:

Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:

"- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?" dedi. Bunun üzerine o:

"- Şayet sen, Safvan'ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)'in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?" deyince Ebu Eyyûb:

"- Hayır!" cevabını verdi. Yine:

"- Şayet ben, Âişe'nin yerinde olsaydım, hiç Allah'ın Rasulü'ne hıyanet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvan da senden daha üstündür" dedi. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, III, 347; Vakıdî, el-Meğazî, II, 434)

Kur'an-ı Kerîm'de Allah Teala'nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:

› Hz. Yûsuf'u, kendisine iftira atan kadının ehlinden bir şahidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)

› Hz. Mûsa'yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzab 33/69)

› Hz Meryem'i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)

› Hz. Âişe'yi de kıyamete kadar tilavet edilecek olan Kur'an-ı Kerîm'deki o azametli ayetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belağatlisi görülmemiş olup Allah Teala bunu Rasûlü'nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 121)

Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)'in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebarüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hal olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.

İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:

[1] bk. Buharî, Şehadat 15, 30; Cihad 64; Meğazî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.

12. Bu iftirayı işittiğiniz zaman mü'min erkek ve mü'min kadınların birbirleri hakkında güzel şeyler düşünmeleri ve: "Haşa! Böyle bir şey olamaz! Bu, düpedüz bir iftiradır!" demeleri gerekmez miydi?

13. Bu iftirayı atanlar, iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.

14. Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size lutfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftira yüzünden size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.

15. Çünkü siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı!

16. Onu işittiğiniz zaman: "Böyle bir şeyi ağzımıza almamız bize yakışmaz. Aman Allahım! Bu, büyük bir iftiradır!" diyerek kestirip atmanız gerekmez miydi?

17. Eğer mü'min kimseler iseniz, böyle bir şeyi bir daha yapmamanız konusunda Allah sizi sakındırıp uyarmaktadır.

18. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor. Allah her şeyi hakkiyle bilendir; her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


İslam; iffet, haya, namus ve faziletler üzerine bina edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münasebetleri bu nezahet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu ayetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)'in ailesinden dikkat çekici bir misal seçilerek, iffet ve naMûsa çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hadiseleri karşısında mü'minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Bu ayetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz'in pak zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hadise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:

Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur'a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur'a Hz. Âişe'ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için bi­raz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür ayeti inmiş, mü'minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe'nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.

Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bu­lunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kafileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvan b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe'yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ "…Bizim bütün varlığımız Allah'ındır ve biz ancak O'na dönüyoruz" (Bakara 2/156) ayetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvan tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defa da ağızlarını çirkin bir iftira için açtılar. Hz. Aişe'nin Saffan'la çirkin bir iş yaptığını söylediler.

Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: "Vallahi biz, böyle bir iftiraya cahiliye devrinde bile uğramadık!.." dedi. Safvan (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)'in: "Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!.." buyurduğu güzîde bir sahabî idi.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübarek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe'nin suçlu ol­duğuna dair en ufak bir alamet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hadiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirayı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye ka­pıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz'den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan din­leyince, adeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.

Bu sırada Efendimiz (a.s.), hadiseyi Hz. Âişe'yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir'in evine gidip sevgili eşini:

"–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır" buyurdu. Âlemlerin Efendisi'nin de iftiralar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisse­den hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)'e şunları söyledi:

"–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O halde ben, o söylenenlere karşı Allah'tan yardım istiyorum."

Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilahî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenab-ı Hak, hadiseyle alakalı bu ayet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftiralarından ibaret olduğu aşikar belli oldu. İlahî beyanlar, hem Hz. Âişe'yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azabı haber vermekte hem de bu iftirayı dillerine dolayan gafilleri îkaz etmek­teydi.

Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu ayet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)'ya:

"–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!" buyurdu. Hz. Âişe ise, ayet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:

"–Benim gibi aciz bir kul hakkında ayet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)'in kalbine bir ilham gelecek ve benim masum olduğum böylece ortaya çıkacak!" diyerek Cenab-ı Hakk'a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah'ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir'e de:

"–Ben, Allah'tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah'tır!" diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah'ın lutuf ve merhameti sayesinde nihayete erdi.[1]

İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)'in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahabe Hz. Ebubekir'in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hadise dahî, peygamberlerin iptila ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göster­meye kafîdir. Bu, kıyamete kadar iftiraya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.

Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensarî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü'minler için örnek olacak keyfiyettedir:

Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:

"- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?" dedi. Bunun üzerine o:

"- Şayet sen, Safvan'ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)'in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?" deyince Ebu Eyyûb:

"- Hayır!" cevabını verdi. Yine:

"- Şayet ben, Âişe'nin yerinde olsaydım, hiç Allah'ın Rasulü'ne hıyanet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvan da senden daha üstündür" dedi. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, III, 347; Vakıdî, el-Meğazî, II, 434)

Kur'an-ı Kerîm'de Allah Teala'nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:

› Hz. Yûsuf'u, kendisine iftira atan kadının ehlinden bir şahidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)

› Hz. Mûsa'yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzab 33/69)

› Hz Meryem'i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)

› Hz. Âişe'yi de kıyamete kadar tilavet edilecek olan Kur'an-ı Kerîm'deki o azametli ayetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belağatlisi görülmemiş olup Allah Teala bunu Rasûlü'nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 121)

Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)'in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebarüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hal olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.

İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:

[1] bk. Buharî, Şehadat 15, 30; Cihad 64; Meğazî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.

19. İman edenler arasında hayasızlığın ve çirkin işlerin yayılmasını isteyenlere dünya ve ahirette can yakıcı bir azap vardır. İşin iç yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20. Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve rahmeti bulunmasaydı ve Allah kullarına çok şefkatli, çok merhametli biri olmasaydı, haliniz nice olurdu?


Toplumda ahlakî zafiyet içinde bulunan bir kısım kimseler vardır ki bunlar, iffet ve hayayı kendilerine şiar edinmiş mü'minler arasında her türlü çirkin işlerin fiilen yayılmasını ve pervasızca dedikodusunun yapılmasını isterler. Bunların tabii bir olaymış gibi kınamadan sohbetini yapar, yapılmasını da arzu ederler. Halkı ahlaksızlığa teşvik edecek basın yayın faaliyeti yaparlar. Böyle davranışlar cezasız kalmayacak, hem dünya hem de ahirette bu kişilere hak ettikleri cezalar verilecektir. Nitekim ifk hadisesine sebebiyet veren mücrimler, namuslu bir kadına zina isnad etmiş ol­duklarından dolayı cezalandırılmış, iftiracıların her birine seksen değnek vurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 35) Zira bu tür yıkıcı faaliyetlere karşı gerekli tedbirler alınmadığında, kötülüklerin yayılmasına mani olmak imkansız hale gelebilir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.) buyuruyor ki:

"Allah'ın kullarını incitmeyiniz. Onları ayıplamayınız. Ayıplarını araştırmayınız. Kim müslüman kardeşinin ayıbını araştırırsa, Allah da onun ayıbını araştırır, evinin içinde bile olsa onu rezil eder." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 279)

"Bir kimse müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter." (Müslim, Zikir 38; İbn Mace, Mukaddime 17)

"Kardeşinin ayıbına sevindiğini açıkça belirtme. Çünkü Allah ona merhamet eder, senin başına da o ayıpladığın şeyi verir." (Tirmizî, Kıyamet 54)

Bu bakımdan müslüman bir toplumda insanların ayıp ve hataları örtülmeli, ancak iffetli ve faziletli davranışlar açıkça konuşulmalı, takdir ve teşvik edilmelidir. Çirkin fiil ve davranışlar ise ancak gerektiği ölçüde dile getirilerek değerlendirilmeli, cezalandırılmalı ve bunun ıslah çareleri üzerinde çalışılmalıdır. Çünkü ferdî gibi gözüken bu fiillerin toplum üzerinde meydana getirdiği tesiri ve halkın bundan ne kadar etkilendiğini bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir. Fakat Allah Teala bunu çok iyi bilmekte, bu sebeple ne yapmamız gerektiğini beyan etmektedir. Bu da O'nun kullarına olan nihayetsiz şefkat ve merhametinin bir tecellisidir. Eğer ilahî rahmetin en mühim tecellilerinden biri olan Kur'an'la önümüz aydınlanmasa idi, nasıl davranacağımızı bilemez, perişan hallere düşerdik.

Bu sebeple buyruluyor ki:

21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilin ki o, ısrarla hayasızlığı, çirkin ve kötü işleri yapmayı emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediği kullarını temize çıkarır. Allah her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.


Şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Düşmandan hayır ummak boş bir hayaldir. O daima hayasızlığı, edepsizliği, yüz kızartıcı fiilleri, gayr-i meşrû işleri, dinin ve aklın hoş görmediği kötülükleri emreder durur. Bu sebeple şeytanın izlerini takip etmek yasaklanmaktadır. Pek çok insan ona uyarak helak uçurumlarından yuvarlanmaktadır. Ancak Cenab-ı Hakk'ın lutuf ve merhamet ettiği kimseler şeytanın şerrinden korunabilmekte, doğru yolu bulmakta ve halini ıslah edebilmektedir. Buna göre kul, daha iyi olabilmek için gayret göstermekle beraber esas yardım ve başarının Allah'tan geldiğini bilmeli; gönlünü, tüm ümit ve korkularını her şeyi en iyi şekilde işiten ve bilen Allah'a bağlamalıdır.

Nitekim bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.):

"- Hiç kimse kendi amelleriyle cennete giremez" buyurdu. Ashab-ı kiram:

"- Sen de mi, ya Rasûlallah?" diye sorduklarında Efendimiz (a.s.):

"- Ancak Allah'ın beni mağfiret ve rahmetiyle sarıp sarmalamış olması başka" diye cevap verdi. (Buharî, Rikak 18)

Allah'ın hususi mağfiret ve rahmetiyle nefsini temizleme imkanı bulanlar, güzel ahlak ve fazilet sahibi olurlar. Bunlardan beklenen de insanları af ve bağışlama itibariyle faziletli numûnesi davranışlar sergilemeleridir:


22. İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya, onları bağışlamanıza karşılık Allah'ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Hz. Ebubekir, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Kızı Âişe'ye yönelik vuku bulan çirkin iftira hadisesinde onun da iftiracılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve ailesine iyilik yapmayacağına dair yemin etti. Ebubekir (r.a.)'ın yardımı kesilince Mıstah ve ailesi perişan bir hale düştüler. Cenab-ı Hak, yardımın kesilmesinin ardından bu ayet-i kerîmeyi inzal buyurdu. Aynı konuya ışık tutan bir diğer ayet-i kerîmede de şöyle buyrulur: "Allah'ın adını, olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz yüzünden iyilik yapmanızın, kötülüklerden sakınmanızın ve insanların arasını düzeltmenizin önünde bir engel haline getirmeyin. Allah, her şeyi işiten ve bilendir." (Bakara 2/224)

Bu ayet-i kerîmeler Cenab-ı Hakk'ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir misalini teşkil eder. Diğer yönden de fazilet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir. Âyetlerin inişinden sonra Ebubekir (r.a.):

"–Ben elbette Allah'ın beni bağışlamasını severim!" dedi. Ardından yemin keffareti vererek, yapmış olduğu iyiliğe devam etti. (Buharî, Meğazî 34; Müslim, Tevbe 56; Taberî, Cami'u'l-beyan, II, 546)

Yani Hz. Ebubekir, kendi kı­zına iftira atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da o mübarek sahabînin kabına varılmaz faziletini gösteren bariz bir misaldir.

Âyet-i kerîme bizleri iyiliğe ve güzelliğe çağırmakta, kötülük yapanlara kötülükle muameleden vazgeçip hatta kötülüğe iyilikle muameleye davet etmektedir. Enes b. Malik (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.)'in bizleri affa teşvik eden bir hadis-i şerîfini şöyle nakleder:

Resûlullah (s.a.s.) aramızda oturuyordu, azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördük. Hz. Ömer:

"– Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Sizi böyle güldüren nedir" diye sordu. Efendimiz şunları anlattı:

"– Ümmetimden iki kişi Yüce Rabbimizin huzurunda diz çöktüler. İçlerinden biri:

«– Ey Rabbim, benim hakkımı kardeşimden al» dedi. Allah Teala:

«– Hakkını kardeşinden nasıl alayım, zira onun hiçbir iyiliği kalmamıştır» buyurdu. O:

«– Öyleyse günahlarımın bir kısmını ona yükle» dedi."

Bu sırada Allah Resûlü ağladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı ve şöyle buyurdu:

"– Kıyamet günü öyle dehşetli bir gündür ki, o günde insanlar günahlarının başkalarına yüklenmesine son derece ihtiyaç duyarlar."

Sonra şöyle devam etti:

"Allah Teala hakkını talep eden kişiye:

«– Gözlerini kaldır ve cennetlere bak» buyurdu. Adam başını kaldırdı ve:

«– Ya Rabbi! Altından yapılmış şehirler, altından yapılmış ve incilerle süslenmiş saraylar görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehîd için hazırlandı?» dedi. Cenab-ı Hak:

«– İstersen sen buna sahip olabilirsin» buyurdu. Adam:

«– Ne ile?» deyince Allah Teala:

«– Kardeşini affetmek suretiyle» buyurdu. Adam:

«– Ey Rabbim, kardeşimi affettim» dedi. Bunun üzerine Allah Teala:

«– Kardeşinin elinden tut ve onu cennete götür» buyurdu."

Bu hadiseyi anlattıktan sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.):

"– Allah'a karşı gelmekten sakının ve aranızı ıslaha çalışın. Gördüğünüz gibi Allah Teala müslümanların arasını ıslah ediyor" buyurdu. (Hakim, el-Müstedrek, IV, 620)

Fakat bazı günahlar var ki, Allah onları ısrarla yapmaya devam edenleri affetmeyecek, bilakis cezalarını verecektir:

23. Kötülüğü aklından geçirmeyen iffetli mü'min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.

24. Kıyamet günü kendi dilleri, elleri ve ayakları bütün yaptıklarını itiraf edip onlar aleyhinde şahitlik yapacaktır.

25. O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecek; onlar da Allah'ın hakkı, adaleti tam sağlayan ve kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği mutlak Hak olduğunu bileceklerdir.


Burada övgüye layık kadınların üç vasfına yer verilir:

› اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanat), kendilerine isnad edilen zina ve çirkin işlerden uzak olan iffetli kadınlar.

› اَلْغَافِلَاتُ (gafilat), zinadan, zinayla ilgili düşünce ve fiillerden hatırlarına hiçbir şey gelmeyen, duygu dünyaları tertemiz kadınlar. Dolayısıyla "gafilat" kelimesi, "muhsanat" kelimesinin ifade edemediği nezahet ve temizliği ifade etmektedir.

› اَلْمُؤْمِنَاتُ (mü'minat), inanılması gereken her şeye inanan, hakiki ve tafsili bir imanla muttasıf olan kadınlar.

Hz. Aişe, Efendimiz'in diğer eşleri, iffet, nezahet ve temizlik bakımından onlara yaklaşmaya çalışan diğer mü'min kadınlar buna misaldir. Onların birine iftira atmak hepsine iftira atmak gibi günahtır. Bu sebeple, iftira atılan sadece Hz. Aişe olmakla birlikte, bu manaya dikkat çekmek için çoğul sîgası kullanılmıştır.

Bu gibi temiz ve iffetli kadınlara iftira atanlar hem dünyada hem de ahirette lanetleneceklerdir. Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onlara olacaktır. Allah'ın lanet etmesi, dünyada kuldan yardım ve bereketini kesmesi, ahirette de onu cezalandırmasıdır. Meleklerin ve insanların laneti ise onlara beddua etmeleridir. Bu ebedî lanetten başka, onlar için bir de günahlarının büyüklüğü sebebiyle çok büyük bir azap olacaktır. Nitekim Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.):

"- Helak eden yedi şeyden sakının!" buyurunca, sahabîler:

"- Bunlar hangileridir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.):

"Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, namuslu ve kötülüğü aklından bile geçirmeyen kadınları zina ile suçlamaktır" buyurdu. (Buharî, Hudûd 44; Müslim, İman 145)

Bu günahların hepsinden kaçınmak gerekir. Zira o gün yaptıkları günahlara insanların bizzat kendi dilleri, elleri ve ayakları şahitlik yapacaktır. Allah Teal ac

Muhabir: Yazar Silinmiş