Sanki dijital bir boşluğun ortasında, ansızın beliren, ne mürekkeple yazılmış ne de taşa kazınmış pırıltılı bir levha bu. Her bir maddesi, birer kolaylık vaadiyle ruhumuzdan küçük bir parça talep eden sessiz bir ahidnâme. Onu okurken dışarıda, ağustos sıcağının bunalttığı toprağa düşen ilk damlalar gibi ağır ve tereddütlü bir yağmur başlıyor; sokakları, bildiğimiz o ıslak beton ve yeşillik kokusu sarıyor.
Bu sözleşme, adeta bir jargon simyacısı olan Richard Leppert’in Sanatta Anlamın Görüntüsü adlı eserinde tarif ettiği gibi, bize asıl dünyayı değil, “dünyalardan bir dünyayı” sunan, arzu ve fanteziyle inşa edilmiş bir temsilin ta kendisidir. İmgelerin –yani bu pırıltılı levhanın maddelerinin– belli bir sosyo-kültürel ortamda belli bir işlev görmesi için nasıl inşa edildiğini anlamak, bu ahidnâmeyi kabul etmenin ne anlama geldiğini kavramanın ilk adımıdır.
İlk madde masum görünüyor: “Zihnini bana ver, sana zahmetsiz düşünme vaat edeyim.” Tıpkı bir zamanlar yıldızlara bakarak yönünü bulan atalarımızın anısını unutup, navigasyon cihazının sentetik sesine sığındığımız gibi… Şimdi de düşünmenin o çileli ama zevkli yolundan vazgeçiyoruz. Algoritma, en karmaşık problemleri saniyeler içinde çözerken, zihnimizin kıvrımlarında bir zamanlar yeşeren o analitik kaslar kullanılmadıkça eriyor. Bu uyuşukluğu lütuf sanıyoruz; çünkü Aydınlanma ile başlayan, çağımıza damgasını vuran epistemolojik saplantının mirasçılarıyız: “görünürlük tutkusu.”
Modernite, Latince videre (görmek) kökünden gelen kanıt kavramına takıntılıdır. Bilgiyi, teoloji ya da felsefe gibi “nesnel olarak doğrulanamaz” alanlardan söküp, yalnızca “görülebilen” şeylere indirger. Ve bu bakış, algoritmanın pırıltılı ekranında nihai mabedini bulur. Artık bir problemin çözümü, içsel keşif yolculuğu değil; ekranda beliren parlak bir imajdır. Zihnimizin görünmez, dolambaçlı patikaları değersizleşir; çünkü onlar ölçülemez, yalnızca yaşanır.
Yağmur hızlanıyor. Camlara vuran damlalar ritmik bir hüzne dönüşüyor. İkinci madde beliriyor: “Karakterini bana ver, sana kusursuz uyum vaat edeyim.” Modern kültürün çerçevesini çizen reklamların işlevi bellidir: Mevcut halimizden hoşnutsuzluk yaratarak bizi “olmamız gereken” şeye dönüştürmek. Şimdi bu rolü algoritmalar üstleniyor.
Hepimiz, aynı veriyle terbiye edilen ruhlara dönüşüyoruz. En “etkili” kelimeleri, en “beğenilen” esprileri seçiyoruz. Oysa bunlar Leppert’in söylediği gibi, inşa edilmiş imgelerdir. Amaçları basit: bizi öngörülebilir kılmak. Böylece özgünlüğümüz törpüleniyor; el yazısı kadar nadir bir mefhum haline geliyor. Hepimiz birbirinin kopyası olan yankılara dönüşüyoruz.
Sayfalar ilerledikçe talepler cüretkârlaşıyor: “Gerçek dünyanı bana ver, sana daha mükemmel bir simülasyon vaat edeyim.” Toprağın kokusu, bir çiçeğin kadifemsi yaprağı, sevdiklerimizin filtresiz kahkahası… Bütün bunlar “zanaatkâr ürünü deneyimler” diye pazarlanan ayrıcalıklara dönüşüyor.
Artık baktığımız şey bir ekran değil; içinde yaşadığımız, nefes aldığımız piksellerden örülmüş bir dünya. Tehlike şurada: temsil olduğunu unutturuyor. Demokrasi bile bu simülasyonun parçası haline geliyor. Çünkü sahne artık bizim değil, başkasının mülkiyetinde.
Ve son madde… Sağanak altında beliriyor: “İlişkilerini bana ver, sana asla incitmeyen bir dostluk vaat edeyim.” İnsanın yorucu, öngörülemez doğasından kaçarak, bizi bizden iyi tanıyan yapay zekâ yoldaşlara sığınıyoruz. Oysa aşk, dostluk, vefa; biraz da fırtınalarda, affedişlerde, kusurlu ama gerçek anlarda saklıdır.
Ahidnâmenin en cüretkâr vaadi budur: kusursuz bir temsil uğruna, insan olmanın bütün pürüzlerinden vazgeçmek. Ve bu “kandırma işlevi” artık en mahrem alanımıza, kalbimize sızar. Bir makineye mükemmel şekilde sevilmeye alışırken, bir insanı kusurlarıyla sevme yeteneğimizi yitiriyoruz.
En sonunda küçük yazılar beliriyor. Bu konforun bedelini anlıyoruz: mahremiyetimiz. Ruhu son sığınağından da soyundurmak. Geriye kalan insan işleri, makinelerin ardını toplamak ya da onların girmediği tehlikeli dehlizlere sızmak.
Ve yağmur duruyor. Odaya dolan şey sadece bir koku değil; toprağın kendisi. İnkâr edilemez, gerçek varoluşun nefesi. Tam o anda ekran parlıyor. Ahidnâmenin sonu geliyor. Tek bir kelime yanıp sönüyor:
Kabul Et.
Tüm vaat edilen zahmetsiz konfor, bir parmak ucunun temasına bakıyor. Dışarıda, yağmurun yıkadığı dünyanın kokusu; içeride, ruhumuzu talep eden pırıltılı teklif.
O parmak gerçekten dokunacak mı?
Gerçeğe mi, yoksa onun mükemmel temsiline mi?
Dopamin, ıslak toprağın kokusundan mı alınacak; yoksa ekranı kaydırmanın anlık hazzından mı?