0
1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildiğinde "medreseler" kapatıldı. İmamlık-hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi için yirmi dokuz merkezde İmam Hatip Mektepleri açıldı. 1930 yılına gelindiğinde 'öğrenci yokluğu' gerekçesiyle bu okullar tamamen kapatılmıştı. 'Soğuk Savaş' konsepti ile Batı Blok'unu dahil olan Türkiye'de başlayan "demokratikleşme" açılımları ve başta şehirlere rota kıran nüfus hareketliliği olmak üzere sosyolojik çeşitlenme din eğitimine ilişkin talebin görünür olmasını ve siyasette yankı bulmasını getirdi. Dine ilişkin yaklaşımı ve siyasal konumu dikkate alındığında özellikle 'Tek Parti' pratiğinin doğrudan inancı hedef alan niteliği ve devlet toplum ilişkisindeki toplumu balmumuna indirgeyen yaklaşımı, toplumun merkezin uygulamalarını püskürttüğü her girişimi sembolik bir hüviyete kaydırdı. Bu sembollerin en önemlilerinden birisi İmam-Hatip okulları olmuştur.
Sonrasında özellikle MNP geleneğinin iktidar dönemlerinde yaygınlaşan bu okullar, belirli bir başarı seviyesini yakalamış olmakla birlikte toplum nezdinde 19. ve 20. yüzyılın din karşıtı atmosferi ile siyasal baskı mekaniği karşısında bir tutamak, bir teselli, bir cılız iddia veya olası bir iddianın nüvesi olarak anlamlandırıldı, sahiplenildi, Nitekim İmam-Hatip okullarının büyük bir kısmı vatandaşların katkıları, sahiplenmesi üzerinden hayata geçirildi. Belki de eğitime yüzde yüz desteğin en fazla yaşam bulduğu yer İmam-Hatip okulları olmuştur. Lakin devlet- toplum ilişkisindeki çarpıklık toplumun nefes alma, kendi kök değerleriyle temas kurma ve bir anlamıyla kimlik-ruh bütünlüğünü sağlama anlamında işlev gören bu yapılar hedef tahtasına alınmaktan bir türlü kurtulamadı. Hatta 28 Şubat'ın düz mantık analizlerinden hareketle yapılan projeksiyonlarda birkaç on yıl içerisinde İmam-Hatiplerden süzülüp gelecek kuşakların Cumhuriyet'in altını oyacağı, tüm kazanımlarını heba edeceği ileri sürülüyordu.
Bütün bu nevrotik okumalar İmam-Hatipleri siyasi operasyonların işlevsel bir gerekçesine dönüştürdü. Tarihsel-toplumsal gerçekliği parantezde tutmak isteyen devlet, kendisini topluma dönük olarak kodlarken aynı zamanda toplumu "vesayet" düzeninin tahripkar koşullarında yaşamaya zorladı. Dolayısıyla bu durum hem sistem açısından hem de toplum açısından beklenenin karşılanmadığı bir yıkım sistematiğine dönüştü. Devlet, toplumu kuşatamadıkça agresifleşti, gelen talep ve beklentileri bir 'hak' olarak değerlendirme yerine bir tehdit, karşıladıklarını ise 'taviz' şeklinde ele aldı. Toplum ise devletle olan ilişkisindeki çarpıklık nedeniyle ne gündemini oluşturabildi ne de talep ve beklentilerini derinleştirip çeşitlendirebildi. Hatta devletin tahakküm sistematiği karşısında rafine bir dil ve alternatifler yelpazesi oluşturma zarureti ortada iken, toplumun devletin "taviz" şeklinde onay verdiği uygulamalarla iktifa etmesi bilinçli olmasa bile iktidar lehine işleyen bir pratiği besledi, besliyor.
Nitekim bu tarihsel tecrübe toplumu çekingen, az ile yetinen bir kanaatkarlığa sürüklediği gibi kısır ve ağır koşullarda elde edilmiş bir formu, kazanımı, 'tavizi' ideal bir forma dönüştürme, kazanılabilecek ve derdine deva olan nihai aşama olarak görmeye savurmuştur. Din eğitimi alanında başka bir talebi dillendirmekten uzak, mevcut siyasal kombinasyonun içinde konforlu bir sessizlikle yetinme de durumu iyice perçinliyor. Tevhid-i Tedrisat'ı sorgulamayı, Özel İmam-Hatip okullarının açılmasını veyahut formatı farklılaşmış alternatif din eğitimi-öğretimi yapan kurumların önünün açılması için bir kamuoyu oluşturmayı aklından geçirmiyor. Sürekli dile gelen sosyal-kültürel iktidar açığı sorunsalını devletin ideolojik aygıtları üzerinden gidermenin kolaycılığında enerji tüketiliyor. Bugün krizler dünyası. Ulus devletin krizi, İdeolojilerin krizi vs. gibi başlıklar uzarken gündem edilmeyen ve görmezden gelinen bir de 'Zorunlu Eğitim' krizi söz konusu. Bunu görmek, yüzleşmek ve aşmak yerine belirli koşullarda oluşmuş forma sahip çıkmak, kendisi için yeterli mücadele mevziisi olarak sahiplenmek kaybedilmiş davanın havariliğine soyunmaktır.
Dolayısıyla psikolojik korumaya alınan müşahhas bir kazanımı tartışmaya açmak evvel emirde bir kötü niyet beyanı şeklinde anlaşılabilir. Oysa mesele İmam-Hatip okullarının ötesinde. Başka bir dert, başka bir problem var karşımızda. Netameli ve zor koşullarda elde edilmiş bir alanı koruma kaygısı yeni dönemin talep ve beklentilerinin önünde engel teşkil etmemeli. Talebin derinleştirilmesini, çeşitlenmesini ve özellikle sivilleşmesini sağlayacak tartışmalara ve arayışlara yol verilmeli. Aksi takdirde Cumhuriyet'in başında kurgulanan devlet-toplum ilişkisinin çarpıklığına rıza gösterilmiş olacaktır.
Yürünecek uzun bir yolun başlangıcı, zor ve tehlikeli koşulların kısır bir formu yerine bilakis ideal bir yapı olarak ele alındı İmam-Hatipler. Oysa şartlar değiştiği, tarihsel ve toplumsal yapı başka noktalara evrildiği halde alana ilişkin hoşnutluk, derin bir krizi ima ediyor. Bu yüzleşilmesi gereken bir durum. Zira verili şartlar içerisinde edinilmiş ve edinildiği koşullarda anlam ifade eden yapıları yeterli görmek bütün talep ve beklentilerini onunla sınırlamak devletin gereğinden fazla ciddiye alınması, devletin dar, kısır ve hegamonik ufkunda kendini tüketmeyi belirtmektedir. Ona rıza göstermektir. Nihayetinde devletin hoşnutsuz da olsa verdiği bu taviz nihayetinde kerhen de olsa devletin vasiliğini, belirleyiciliğini ve onun alan düzenlemesini geçerli kılmaktadır. Oysa bu camianın talep ve beklentisi bu düzenekte tüketilemeyecek genişlikte, derinlikte ve seçenekte olması gerekmektedir. Hele hele günümüzün küresel ve post modern koşullarında. Katı olan her şeyin buharlaştığı, kültürün aşındığı, toplumsalın çözüldüğü ve başkalaşım geçirdiği bir süreçte kültürü besleyecek, ondan beslenecek bir pedagojik açılım yerine sentetik ve hantal bir mekanizma üzerinden kendini bağlamak, akıl alır gibi değil. O yüzden behemehal psikolojik bir koruma ile halelenen bu okullar ve daha temelde din eğitimi-öğretimi ile ilgili bir maliyet analizinin ve fizibilite çalışmasının yapılması zarureti ile karşı karşıyayız.