Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Zariyat Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'daki Zariyat Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Zariyat Suresi 1-14. ayet
Savurdukça savuranlara, yükü taşıyanlara, kolaylıkla akıp gidenlere, işleri taksim edenlere andolsun ki size vaad edilen şey kesinlikle doğrudur ve son yargılama mutlaka gerçekleşecektir.
Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile dolu göğe andolsun ki siz farklı inanç ve görüşler içindesiniz.
Bu sözlerle saptırılanlar doğru yoldan saparlar.
Kahrolası yalancılar, o gaflet içinde yüzen kendini bilmezler, "Hani son yargılama günü ne zaman?" diye sorarlar.
O gün onlar ateşle sınanacaklar!
Tadın bakalım cezanızı! Çabucak gelmesini isteyip durduğunuz işte bu!
İlk dört ayette dört grup varlık veya olaya yemin edildikten sonra 5 ve 6. ayetlerde hesap gününün geleceğinden şüphe edilmemesi istenmektedir. Burada çoğul kalıbında sıfat fiiller kullanılarak üzerine yemin edilenler (zariyat, hamilat, cariyat, mukassimat) hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır.
İlk ayette geçen zariyat kelimesi, "savuran, kırıp ufalayan, tozu dumana katan" anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin hakim kanaati, burada bu kelimeyle rüzgarların kastedildiği yönündedir. Kehf sûresinin 45. ayetinde, "rüzgarın savurduğu" anlamına gelen cümlede aynı kökten türetilmiş olan "tezrû" fiilinin, rüzgarın sağladığı etki hakkında kullanılmış olması ve –aşağıda geleceği üzere– Hz. Ali'den nakledilen bir söz bu görüşü destekler niteliktedir. Ayrıca, bu kelime "volkanları püskürten,mahlûkatı kırıp geçiren ve etrafa yayan melekler", "barut, dinamit vb. sonradan keşfedilmiş ve edilecek şiddetli patlama ve tahrip maddeleri", "zürriyetin çoğalıp yayılmasına vasıta olan doğurgan kadınlar" yahut daha genel bir ifadeyle, "yaratılmışların hareketini sağlayan her türlü itici güç" gibi manalarla da açıklanmıştır. 2. ayet lafzî olarak "bir yük, bir ağırlık taşıyanlar, yüklenenler" manasına gelmektedir. Önceki ayette "rüzgarlar" anlamının benimsenmesi müfessirleri, bu ayeti "yağmur yüklü bulutlar" veya "bulutları taşıyan rüzgarlar" şeklinde anlamaya yöneltmiştir. İbn Abbas ve başka bazı alimlerin yorumu, "insan ve eşya yüklü gemiler" şeklindedir. Bir grup alim ise ayetin, bunların yanı sıra "gebe dişiler" manasını da içerdiği kanaatindedir. 3. ayette sözü edilen "kolayca akıp gidenler"den maksadın "gemiler" olduğu yorumu yaygındır (muasır eserlerde gemilerin yanı sıra tren, otomobil gibi ulaşım araçlarından da söz edilir). Bununla birlikte "rüzgarın sürüklediği bulutlar" ve "yörüngesinde hareket eden yıldızlar" manaları da verilmiştir. 4. ayette, daha önce sayılanları yöneten; rızık, doğum, ölüm vb. diğer konularda da Allah'ın buyruklarını uygulayan ve gerekli üleştirmeyi yapan meleklerin kastedildiği kanaati hakimdir (Taberî, XXVI, 185-188; İbn Atıyye, V, 171-172; Beyzavî, VI, 73; Elmalılı, VI, 4527).
Zemahşerî ve Razî ilk dört ayette sayılanların ayrı şeyler ya da aynı şeyin farklı nitelikleri olabileceğini belirtirler. Hz. Ali'den nakledilen bir söz birinci ihtimali desteklemektedir. Bu rivayette ayetlerde geçen sıfat fiillerin özneleri sırasıyla şöyle açıklanmıştır: Rüzgarlar, bulutlar, gemiler, rızıkları taksim eden melekler. Burada aynı şeyin farklı niteliklerine yani rüzgar çeşitlerine değinildiği ihtimaline göre yapılan ve Razî tarafından daha güçlü bulunan yoruma göre ise bu ayetlerde geçen kelimelerin anlamları şöyledir: 1. Zariyat: Başlangıçta bulutları oluşturan rüzgarlar, 2. Hamilat: Su buharı halindeki bulutları –ki bunlar dağlardan daha ağır yüklerdir– taşıyan rüzgarlar, 3. Cariyat: Bu yüklü bulutları sürükleyen rüzgarlar, 4. Mukassimat: Yağmurları değişik yerlere dağıtan rüzgarlar (Zemahşerî, IV, 26; Razî, XXVIII, 195).
Müfessirler Kur'an'daki kasemlerin (yeminler) amacı konusunda yeri geldikçe çeşitli izahlar yapmış olmakla beraber bu konuyu bütüncül bir bakışla inceleyen fazla eser bulunmadığı görülmektedir. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin et-Tibyan fî aksami'l-Kur'an isimli eseri dışında eski alimlerin bu konuda müstakil eserine rastlamadığını belirten muasır Hindistan alimlerinden Abdülhamîd el-Ferahî, bu eseri ve Razî'nin Mefatîhu'l-gayb'ındaki açıklamaları da dikkate alarak Nizamü'l-Kur'an ve Te'vîlü'l-Furkån bi'l-Furkån adlı tefsirine bu konuda değerli bir mukaddime yazmıştır. Abdülhamîd el-Ferahî, İm'an fî Aksami'l-Kur'an adlı kitabında (Dımaşk – Beyrut 1994), her bir yemin ifadesine ait özel açıklamaları tefsirdeki yerlerine bırakarak konuyu ana çizgileri içinde incelemektedir. Özellikle İbn Kayyim ve Razî'nin bu konudaki görüşlerini tahlil eden, yeminin tarihi ve insanların yemine ihtiyacı hususuna örnekleriyle değinen, bu arada Araplar'ın yeminlerinde üzerine yemin edilene veya muhataba değer verme yahut bizzat yemin edenin mertebesinin yüceliğine dikkat çekme manasının bulunduğuna, bazan da yalan yere yemin edenin lanete uğraması telakkisine dayanıldığına dair örnekler veren müellif, daha çok şu hususların altını çizmektedir: Kasemin mahiyeti ve amacı "delaletler"dir, yani belirli manaları göstermektir. Kur'an'da kasemin asıl amacı tazim (yüceltme) değildir; ancak bazı kasemlerden bu mana anlaşılır. Yeminde "muksem bih"in (üzerine yemin edilenin) bulunması bile şart değildir, dolayısıyla muksem bih zikredilmeyince bir şeyler takdir etmek gerekmez ve yemini, mutlaka üzerine yemin edilen bir şeyin tazimi gözetiliyormuş gibi yorumlamak doğru olmaz. Yeminde asıl amaç, yemin edenin sözü pekiştirmesi, bir şeyi yapıp yapmamayı kendisine gerekli kılıcı bir azim ve kararlılık izhar etmesidir (bu konuda ayrıca bk. Razî, XXVIII, 193-194; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyan fî Aksami'l-Kur'an, notlarla neşreden: Taha Yûsuf Şahin, Beyrut 1982; Sadık Kılıç, Yemin Olsun ki, İstanbul 1996).
Bu ayetlerde, muhatapların dikkatini çekecek ve üzerinde düşünmelerini sağlayacak bir tarzda yemin edilerek konunun ciddiyetine vurgu yapıldığı açıktır (İbn Atıyye, V, 171). Bu olağan üstü düzen ve dengeyi kurmaya kadir olan yüce Allah'ın vaad edilen ba's olayını yani insanların öldükten sonra diriltilmelerini gerçekleştirmeye de muktedir olduğuna işaret edilmektedir (Beyzavî, VI, 74). İbn Âşûr'un da belirttiği üzere, burada mevsufları (nitelenenleri) açıklanmaksızın çok önemli ve üstün nitelikler üzerine yemin edildiğine göre bu ayetler, belirtilen sıfatlara elverişli pek çok mevsufu düşünmeye imkan veren çok ince bir icaz (özlü anlatım) özelliği taşımaktadır (XXVI, 336). Öte yandan, kanaatimizce, yerin ve göğün önemine birkaç defa değinen (bk. 7, 20, 23, 47, 48. ayetler) bu sûrenin 22. ayetinde, "Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir" buyurulması, ilk dört ayette de insan için hayatî önem taşıyan bazı yasalara, özellikle birtakım atmosfer olaylarına ve biyosferdeki değişkenlere, ayrıca bunların ilahî iradeye uygun olarak gerçekleştirilmesinde görevli meleklere işaret edildiği ihtimalini güçlendirmektedir.
Müfessirlerin çoğu, –sûrenin genel üslûbunu, son ayetinde inkarcıların haşir günüyle tehdit edildiklerini ve özellikle 8. ayette müşriklere hitap edildiğini göz önüne alarak– 5. ayette de inkarcılara hitap edildiği, burada yer alan "size vaad edilen" anlamındaki ifadeyle öldükten sonra diriltilecekleri uyarısına değinildiği, 6. ayetteki "dîn" kelimesiyle de onlara verilecek cezanın kastedildiği yorumunu yapmışlardır (Zemahşerî, IV, 26; İbn Atıyye, V, 172; Razî, XXVIII, 196-197). 5. ayette bütün insanlara hitap edildiği, dolayısıyla hem mükafat müjdelerinin (vaad) hem de ceza uyarılarının (vaîd) gerçekleri ifade ettiğine, 6. ayette de dünyada yapılanların olumlu veya olumsuz karşılığının verileceği yargılama gününün mutlaka geleceğine işaret edildiği kanaatini taşıyanlar da vardır (Taberî, XXVI, 188-189; Hazin, VI, 74; Şevkanî, V, 96).
Kainattaki muhteşem düzenin bir parçası olan göğün bariz bir özelliği üzerine yemin edilerek inkarcılar tutarlı düşünmeye davet edilmektedir. Ardından, evrenin bir yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri halde, sıra O'nun çağrısına uymaya gelince dürüst davranmayan, bunu geleneklerine ve çıkarlarına aykırı gördükleri için peygambere ve onun bildirimlerinde merkezî bir yere sahip olan hesap gününe inanmaya yaklaşmayan yalancı ve gafillerin ahirette karşılaşacakları azabın ne kadar çetin olacağına dair bir tasvire yer verilmektedir.
Astronomi yazarları, gökyüzünü incelemek ve amatör bir astronom olmak için –genellikle sanılanın aksine– bir teleskopumuzun olması gerekmediğini hatırlatıp başlangıçta gereken tek şeyin gözlerimiz ve açık bir gökyüzü olduğunu belirtirler. Bu hususta özel bir konuma sahip olan Kur'an'ın ilk muhatapları için gökyüzünü gözlemek günlük hayatın tabii bir parçasını oluşturuyordu. Yılın büyük bir kısmında gökyüzünün berrak olması, güneş ve yağmur gibi etkenlerden korunma zamanları dışında hayatın genellikle açık mekanlarda geçmesi onları özellikle geceleri gökyüzünü ve gök cisimlerini dikkatle incelemeye yöneltiyordu. Nitekim Arap edebiyatında bu durumun etkileri açık biçimde görülmektedir. İşte Mekke döneminde inen birçok sûrede olduğu gibi burada da bazı önemli uyarılar yapılırken 7. ayette göğe yemin edilmiş ve muhatapların bunlar üzerinde daha bir dikkatli düşünmeleri gerektiği ima edilmiştir. Kuşkusuz bu imkan belirli bir dönemin ve coğrafyanın insanlarıyla sınırlı olmayıp Kur'an'ın verdiği ipuçlarından yola çıkacak herkes için ve özellikle bilimsel bilgiye erişme kolaylığına sahip olanlar için fazlasıyla mevcuttur.
7. ayette göğün sıfatı olarak geçen, "Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile dolu" diye tercüme ettiğimiz zatü'l-hubük tamlaması değişik şekillerde açıklanmıştır. Bu tamlamada geçen hubük kelimesinin kök anlamı "sıkı bağlayıp sağlamlaştırmak; kumaşı sıkı, sağlam ve güzel bir biçimde dokumak"tır. Hubük, "habîke" veya "hıbak"ın çoğuludur. Birincisi, "özenle ve sanatkarane dokunmuş, yol yol, hareli kumaş" demektir. Hıbak da "rüzgarın tatlı esintisiyle denizde veya kumda meydana gelen dalga ve kıvrım" anlamına gelir. Saçların çok kıvırcık olması veya ondüle yapılması sebebiyle görülen dalgalanmalar için de ("hıbak"ın çoğulu olan) "hubük" kelimesi kullanılır. Halkaları yol yol örüldüğünden dolayı zırh bu kökten gelen "mahbûke" sıfatıyla nitelenir. Çoğu müfessirler bu kelimenin "hareli, yol yol, örgülü" anlamı içermesinden dolayı göğün sıfatı olan zatü'l-hubük tamlamasına "düzgün yollara sahip" manasını vermişlerdir. Bu gruptaki müfessirlerin bir kısmı bu ifadeyi yıldızların yörüngeleri, gökyüzünde yıldızlar sebebiyle oluşan şekiller veya galaksiler (gök adaları) şeklinde yorumlarken, bir kısmı da bununla irfana götüren; yüce yaratıcının birlik, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden yolların kastedildiği yorumunu yapmıştır. Sahabe ve tabiîn dönemi müfessirlerinin birçoğu ise bu tamlamaya, "düzgün ve güzel yaratılışlı" ve "sağlam yapılı" anlamlarını vermişlerdir. Bazıları da hubükten maksadın yıldızlar olduğu ve bunların göğü bir nakış gibi süslediğine işaret edildiği kanaatindedir. Bütün bu yorumlar dikkate alınarak 7 ve 8. ayetlerin içerdiği mesaj şöyle ifade edilebilir: Türlü gök cisimleri, sistemleri ve bunlara ait hareket düzenleriyle sema çok sağlam, ince ve sanatkarane bir denge içermekte, akıl almaz bir ahenk içinde varlığını koruyan bu çeşitlilik ve güzellikler kuşkusuz tek bir kudreti işaretlemektedir. Şu halde insanlara yaraşan da farklılık ve çoklukların içinden birliğe ulaşabilmek, birbirini tutmayan söz ve davranışlardan kaçınmak, bunun tabii sonucu da yalnız ve yalnız tek Tanrı'ya kulluk etmektir. Dikkat edilmelidir ki 8. ayette tenkit edilen ve kınanan husus, farklı metotlar izlemek ve farklı görüşlere sahip olmak değil, müşriklerin bir yandan göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını söylerken diğer yandan putlara tapmaları, bir yandan öldükten sonra dirilmeyi inkar ederken diğer yandan putların ileride kendilerine şefaat edeceklerini umarak ölüm sonrası hayatı kabul anlamına gelen bazı tavır ve uygulamalar içinde olmaları, bir yandan Resûlullah'ın güvenilirliğini, erdemlerini kabul ederken diğer yandan onu vahiy alma konusunda yalancılıkla suçlamaları; üstelik bunu yaparken onun için şair, kahin, sihirbaz ve mecnun gibi, Kur'an için de şiir, sihir ve eskilerin masalları gibi çelişkili iddialar ileri sürmeleridir. Bazı ilk dönem müfessirleri burada mümin olsun kafir olsun bütün insanlara hitap edildiği ve bu ifadenin, "Kiminiz iman, kiminiz inkar ediyor, kiminiz doğru buluyor, kiminiz yalan sayıyor" manasına geldiği kanaatindedirler (Taberî, XXVI, 189-191; Zemahşerî, IV, 26-27; İbn Atıyye, V, 172-173; Razî, XXVIII, 197-198; Elmalılı, VI, 4528-4529).
9. ayetin "doğru yoldan" şeklinde tercüme edilen ve lafzan "ondan" anlamına gelen "anhü" kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Genel kabule göre buradaki "o" zamiri, Kur'an, Hz. Peygamber veya onun haber verdiği kıyamet gününün yerini tutmaktadır. Bu takdirde ayetin açıklaması şöyle olur: Hidayet çağrısına kulak tıkayan ve gönlünü kapatanlar, ön yargılı düşünenler doğru yoldan yüz çevirirler, bu sebeple hidayete eremezler. Mealde bu yorum esas alınarak, "Çarpık düşünceli olanlar doğru yoldan başkasına yönelirler" şeklinde bir tercüme yapılmıştır. Diğer bir anlayışa göre zamir önceki ayette eleştirilen çelişkili tutumu belirtmektedir. Bu durumda mana şöyle olur: Gönlünü hidayet çağrısına kapatmayanlar o çelişkili tutumdan çevrilir, kendilerine iman nasip olur. İbn Atıyye bu yorumu güzel bulmakla beraber ayetteki "efeke" fiilinin daima iyiden kötüye dönmeyi belirtmek için kullanıldığını hatırlatarak bunun Arap dilindeki kullanıma uygun olmadığını ifade eder (Zemahşerî, IV, 27; İbn Atıyye, V, 172-173). Burada çelişkili söz ve tavırlardan yüz çeviren, onlara kulak asmayan müminler için bir övgü bulunduğu yorumu da yapılmıştır (Razî, XXVIII, 198); ancak İbn Atıyye'nin uyarısı bu yorum açısından da geçerlidir.
Zariyat Suresi 15-23. ayet
Allah'a saygısızlıktan sakınanlar ise rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler.
Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.
Seher vakitlerinde rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi.
Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.
Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar vardır.
Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz?
Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir.
Göğün ve yerin rabbine andolsun ki bu, tıpkı sizin konuşmanız kadar gerçek!
Takva sahiplerinin ahirette erişecekleri mutlulukların kısa tasvirine yer verilmekte ve onların bu güzelliklere layık görülmelerinde etkili olan bazı özelliklerine değinilmektedir.
16. ayetin, "rablerinin kendilerine verdiklerini alarak" diye çevrilen kısmı genellikle, "ahirette Allah Teala'nın kendilerine lutfedeceği mükafat ve nimetlerden memnun ve mutlu olarak" manasıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 27-28). Bu kısım için "dünyadayken rablerinin buyruk ve yasaklarına uyarak" yorumu da yapılmıştır; fakat bu yorum sözün akışına uygun değildir (İbn Atıyye, V, 174; başka yorumlar için bk. Razî, XXVIII, 200-201).
17-18. ayetlerde geceleri ibadetle geçirmenin değeri üzerinde durulmaktadır. Bazı ayetlerde belirtildiği üzere, vücudun dinlenmesini sağlayan uyku, yüce Allah'ın insanlara bir lutfudur ve O'nun kudretini gösteren kanıtlardandır (bk. Furkån 25/47; Rûm 30/23; Nebe' 78/9). Buna karşılık Hz. Peygamber, aşırı uykuyu, buna yol açan sebepler ve vakit israfı olması dolayısıyla hoş karşılamamıştır. Aşırı uyku getiren sebeplerden biri de çok yemektir ki bunun sağlık açısından ne kadar zararlı olduğu açıktır. Öte yandan Resûl-i Ekrem kendini ibadete verme adına sağlığını tehlikeye atanları ve başkalarına, özellikle ailelerine karşı görevlerini ihmal edenleri de uyarmıştır (Buharî, "Nikah", 1; Müslim, "Sıyam", 177). Bu hususlar göz önüne alındığında 17. ayetten uykunun yerildiği anlamı çıkmaz. Burada, kulluk şuurunu açık tutma ve vakitlerini olabildiğince tefekkür ve ibadetle değerlendirme gayreti içinde olan müminlerin övüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu sûrenin indiği sıkıntılı dönemde müslümanlar için cemaatle düzenli ibadet imkanı bulunmuyor, daha çok geceleri huzur içinde kendilerini ibadet ve tefekküre verebiliyorlardı. Önceki yaşantılarına göre yepyeni birer kimlik kazanan bu dönemdeki müminler için, hem Resûlullah'ın en yakın dava arkadaşları olmaları hem de çevrelerinden gelen baskı ve eziyetler karşısında manevî dirençlerini koruyabilmeleri açısından geceleri olabildiğince ibadetle ve yeni dinin duyurulmasını sağlayacak hazırlık çalışmalarıyla geçirmek özel bir önem taşıyordu. Nitekim Hz. Peygamber'in –yukarıda işaret edilen– gece ibadetinde normal sınırın aşılmamasıyla ilgili ikazları Medine dönemine rastlamaktadır (seher vaktinin özelliği hakkında bk. Âl-i İmran 3/17).
19. ayette, Kur'an'ın Allah'a kulluğun, O'nu tazim etmenin yanında yarattıklarına da şefkat gösterme şeklinde anlaşılması gerektiği yönündeki ısrarlı tavrının bir örneği görülmekte; övgüye layık müminlerin, Allah'ın yüceliğini hiç hatırdan çıkarmaksızın O'ndan bağışlanmayı dileme özelliklerinin hemen ardından yardımseverliklerine değinilmektedir. "Yardım isteyen" ve "yoksul" diye çevirdiğimiz sail ve mahrûm kelimelerinin anlamı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Yaygın yoruma göre sail ihtiyacını belli eden hatta yardım talebinde bulunan, mahrûm ise ihtiyaç içinde olduğu halde istemekten çekinen ve ar duygusu, halini belli etmesine engel olan kimsedir. Birinci kelimeyle insanların, ikincisiyle ise can taşıyan diğer varlıkların kastedildiği tarzında bir yorum da vardır ki bu yorum, insanların yanı sıra diğer canlıların haklarına, özellikle hayvan haklarına dikkat çekmesi açısından ilginçtir (başka izahlarla birlikte bk. Razî, XXVIII, 205-207; Şevkanî, V, 98). Burada müminleri, Medine döneminde konacak malî vecîbe hükümlerine hazırlayıcı gönüllü bir ödeme söz konusu olmakla beraber, malî gücü yerinde olanların, bu yardımları kendilerinin bir lutfu olarak görmemeleri için yapılacak yardımın muhtaçlara ödenmesi gereken bir "hak" olduğunu belirten bir ifade kullanılmıştır. Hatta bazı alimler burada da zekat vecîbesini yerine getirenlerin övüldüğü kanaatindedirler. Şu var ki bu yorumda "zekat" kelimesi, nisabı, nisbeti ve harcama yerleri dinen belirlenmiş bir malî yükümlülük anlamında kullanılmamıştır; zira bu anlamıyla zekat Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/59-60, özellikle 103). Öte yandan Medine döneminde zekatla ilgili olarak yapılan miktar belirlemelerinin normal durumlarda geçerli olduğuna, miktarlardan söz etmeksizin "zenginin, fazlası olanın malında yoksulun hakkı bulunduğu"nu ifade eden ayetlerin, kıtlık, kriz, felaket gibi olağan üstü durumlarda zekatın belirlenmiş miktarlarını ödemenin kişiyi sorumluluktan kurtaramayacağına işaret ettiğine de dikkat edilmelidir.
Kur'an-ı Kerîm insanın kendi varlık sebebi üzerinde düşünmesi için bazan ayrıntılara inerek bazan da genel bakış sağlayarak onu ilahî kudretin evrendeki işaretlerine dikkatle bakmaya davet eder. Bu işaretleri iki ana grupta toplamak mümkündür: İnsanın kendi varlığındakiler ve dış alemdekiler (özellikle bk. Fussılet 41/53). Cenab-ı Allah'ın şuurlu varlıkları yaratmasındaki temel gayenin kendisine kulluk etmeleri olduğuna dair kapsamlı bir açıklamaya yer verilen bu sûrede de (bk. 56. ayet), aklını vicdanının kontrolü altında çalıştırabilen, muhakeme gücünü iyi niyetle kullanabilen insanlar hem kendilerindeki hem de yeryüzündeki sayısız kanıtlar üzerinde düşünmeye çağırılmaktadır. 20. ayette geçen ve "sağlam düşünce ve inanç sahipleri" diye çevirdiğimiz mûkınîn kelimesini müfessirler genellikle "ibret gözüyle bakıp sağlam bir düşünce ile kesin bir inanca ulaşanlar yahut bu yolla inançlarını pekiştirenler" şeklinde anlamışlardır. Zemahşerî bu bakışla iman arasındaki ilişkiyi özetle şöyle açıklar: Bunlar, kesin delile dayalı ve gerçeğe ulaştıran doğru yolu izleyen muvahhidlerdir (Allah'ın birliğine inananlar). Çünkü onlar basiret sahibidirler, ibret gözüyle ve derinlere nüfuz eden bir anlayışla bakarlar; bir kanıt gördüklerinde onun üzerinde nasıl fikir yürütüleceğini bilirler ve imanlarına iman katarlar (Taberî, XXVI, 204; Zemahşerî, IV, 28; İbn Atıyye, V, 175).
"Gökteki rızık" konusunda ilk hatıra gelen şey, yağışların ve güneş ışığının dünyadaki hayatiyetin sürdürülmesine etkileridir. Müfessirler daha çok yağışın önemi üzerinde durmuşlardır. Bazıları bunu kaza ve kader şeklinde de yorumlamıştır. Âyetin "size vaad edilenler" diye çevirdiğimiz kısmı Kur'an'ın kendine özgü ifade özelliklerinden olup hem "müjdelendikleriniz" hem de "tehdit edilip uyarıldıklarınız" anlamıyla açıklanabilir. Birinci izah insanlar için göklerde birçok imkan ve nimet bulunduğu sonucuna götürür; ikinci izah ise nimet ve rızkın yanında birçok cezanın da göklerden geldiğini ve gelebileceğini gösterir. Bu ifade "cennet ve cehennem", "hayır ve şer" ve "kıyametin kopması" gibi manalarla da açıklanmıştır (Taberî, XXVI, 205-206; İbn Atıyye, V, 176; İbn Âşûr, XXVI, 354-355; bu konudaki ayetlere toplu bir bakış için bk. Celal Yeniçeri, Uzay Âyetleri Tefsiri, İstanbul 1995, s. 406-416).
Yüce Allah vahiy ile bildirilenlerin ne kadar gerçek olduğuna yemin ederken, insanların bunu iyice kavramaları için en yakınlarındaki bir hakikati, onların temel özelliklerinden olan konuşma yeteneğini örnek göstermiştir. Âyetin sonunda fiil halinde geçen "nutk" kavramı, "konuşma" yanında "düşünme" anlamını da içermekte olup doğru düşünmenin yöntemlerini gösteren mantık terimi de bu kökten gelmektedir. Şu halde buradaki yemin ifadesinin, konuşan varlık olmanın aynı zamanda muhakeme eden ve gözlemlediklerinden sonuçlar çıkaran varlık anlamına geldiği bilincini taşıyan ve bunun gereğini yerine getiren insanların onuruna onur kattığı söylenebilir. Nitekim Resûlullah'tan rivayet edilen bir hadiste, ayetteki yemine rağmen konumunun ve kendisine verilen değerin şuuruna varamayan ve O'nu inkarda direnen kimseler ağır bir dille eleştirilmiştir (bk. Taberî, XXVI, 206-207; İbn Atıyye, V, 176-177, bu söz Arap diline yapılmış bir atıf gibi de düşünülmüştür).
Zariyat Suresi 24-40. ayet
İbrahim'in değerli konuklarıyla ilgili kıssa sana ulaştı mı?
Onun yanına girdiklerinde "selam" demişler, o da "selam" demiş; (içinden) "Hiç de tanıdık kimseler değil" diye geçirmişti.
Belli etmeden hemen ailesinin yanına gitti ve (kızartılmış) besili bir buzağı getirdi.
Onu önlerine koydu ve "Buyurmaz mısınız?" dedi.
Durumlarından dolayı biraz kaygılandı. "Korkma" dediler ve ona derin bilgi sahibi olacak bir oğul müjdesi verdiler.
Karısı heyecanla bağırarak alnına vurdu; "Benim gibi yaşlı ve kısır bir kadın ha!" dedi.
"Rabbin böyle buyurdu" dediler; "Kuşkusuz hikmeti sonsuz, ilmi sınırsız olan yalnız O'dur."
İbrahim, "Peki ey elçiler! Sizin asıl göreviniz nedir?" dedi.
"Biz" dediler, "Günaha batmış bir topluluğa gönderildik;
Haddi aşanlar için rabbinin nezdinde işaretlenmiş balçıktan taşları üzerlerine yağdırmak üzere."
Derken, orada bulunan müminleri çıkardık.
Zaten orada -bir hane dışında- Allah'a teslim olmuş kimseler de bulamadık.
Ve orada, acı veren azaptan korkanlar için bir işaret bırakmış olduk.
Mûsa'da da (ibretler var). Onu apaçık delillerle Firavun'a göndermiştik.
Firavun saltanatı sebebiyle ona karşı çıkmış ve "O, ya bir sihirbaz veya bir mecnundur" demişti.
Sonunda -(davranışlarıyla) kendini rezil etmiş olarak- onu ve askerlerini yakalayıp denize attık.
Daha önce nazil olan Hûd ve Hicr sûrelerinde, Hz. İbrahim'e insan kılığında meleklerin gelmesi, kendisi ve hanımı çok yaşlı oldukları halde, onlara bir oğul müjdelemeleri, ardından da Hz. Lût'un kavmini cezalandırmak üzere gönderildiklerini açıklamaları olayı; yine bu sûrelerde ve A'raf sûresinde Lût kavminin acı akıbeti anlatılmıştı (bk. A'raf 7/80-84; Hûd 11/69-83; Hicr 15/51-77). Bu ayetlerde bazı detay farklarıyla aynı konuya yer verilmesi, 38-40. ayetlerde Firavun ve adamlarının, 41-46. ayetlerde de başka bazı kavimlerin başına gelenlere kısa kısa değinilmesi, bir taraftan gösterilen açık kanıtlara rağmen taşkınlıklarını ve müslümanlara eziyetlerini gittikçe arttıran müşrikler için bir uyarı, diğer taraftan da Resûl-i Ekrem ve ona gönülden bağlanan müminler için bir teselli anlamı taşımaktadır. Burada kıssanın misafir ağırlama bölümü, Allah Teala'nın umulmadık bir anda ve biçimde, dilediği kullarını sıkıntıdan kurtarabileceğinin, bağnaz inkarcıları da kötü akıbete çarptırabileceğinin anlaşılmasına ışık tutmaktadır (Razî, XXVIII, 210). Kur'an'ın bir kıssaya "Sana ulaştı mı?" şeklinde bir soruyla başlaması, o olayın önemine dikkat çektiğini ve Resûlullah'ın onu ancak vahiy yoluyla bilebildiğini gösteren bir anlatım üslûbudur (Zemahşerî, IV, 28; İbn Âşûr, XXVI, 357). Misafirlerin melek oluşu ve kelimenin kök anlamları dikkate alınarak 24. ayette geçen mükremîn kelimesi "değerli" diye çevrilmiştir. Bu kelimenin "ikram edilenler" anlamını esas alan müfessirler bununla, bizzat Hz. İbrahim ve eşinin misafirlere ikramda bulunup hizmet ettiklerine işaret edildiğini belirtirler (Taberî, XXVI, 207); fakat Allah Teala katında ikrama mazhar oldukları için böyle nitelenmiş de olabilirler (İbn Atıyye, V, 177). 25. ayetin "(İçinden) 'bunlar hiç de tanıdık kimseler değil' demişti" diye tercüme edilen kısmı "(Onlara) 'sizi tanımıyoruz, yabancısınız herhalde?' demişti" şeklinde de anlaşılmıştır (başka yorumlarla birlikte bk. Taberî, XXVI, 208; Zemahşerî, IV, 29-30). 26. ayette kullanılan rağa fiili daha çok, "sözünü bitirir bitirmez, etrafındakilere belli etmeden bulunduğu yerden acele ayrılma"yı ifade eder (İbn Atıyye, V, 177). Olayın akışı dikkate alındığında Hz. İbrahim farkına varılmayacak şekilde oradan ayrılması değil, gidiş sebebini belli etmeden yani onlara ikram hazırlığı gerekçesini açıklamadan müsaade almış olması muhtemeldir. Bu sebeple mealde "belli etmeden ... gitti" denmiştir. Hûd sûresinin 69. ayetinde belirtildiği üzere, getirdiği buzağı kızartılmıştı. 27 ve 28. ayetlerde elçilerin yemeğe el sürmemeleri sebebiyle Hz. İbrahim'in endişelenmeye başladığı belirtilmektedir. Hûd sûresinin 70. ayetinde bu husus daha açık biçimde ifade edilmiştir. Bu sebeple müfessirlerin bir kısmı, "Buyurmaz mısınız?" diye çevrilen cümleyi de onların yemediklerini farketmesi üzerine söylediğini düşünmüşler ve "Niçin yemiyorsunuz ki?" şeklinde anlamışlardır. Kitab-ı Mukaddes'te ise onların kendileri için hazırlanan yemeği yedikleri yazılıdır (bk. Tekvin, 18/8). Geleneğe göre misafirin kendisine ikram edilen yemeği yememesi hasmane düşünceler taşıdığının işareti sayılıyordu. Bazı müfessirler Hz.İbrahim'in endişesinin bu sebebe dayandığı kanaatindedir (İbn Atıyye, V, 178); İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre ise Hz. İbrahim'in endişesi onların melek olduğunu sezmiş ve azap ile görevli olarak geldiklerini düşünmüş olmasından kaynaklanmıştı (Zemahşerî, IV, 30). 29. ayette Hz. İbrahim'in eşinin verilen haber (çocuk müjdesi) karşısındaki tepkisi tasvir edilirken kullanılan kelimelerle ilgili değişik açıklamalar yapılmıştır; bunlar, şaşkınlığını ifade eden bir ses çıkarması ve mahcubiyet içinde yahut hayretinden dolayı elleriyle yüzünü kapatmaya çalışması veya yüzüne vurması şeklinde özetlenebilir. Âyetin "heyecanla bağırarak" diye çevrilen kısmına, "Nazik bir eda ile oraya geldi, yaklaştı" manasını verenler de olmuştur (Zemahşerî, IV, 30; İbn Atıyye, V, 178; Şevkanî, V, 102). Lafzan "Yaşlı ve kısır bir kadın!" anlamına gelen hayret ifadesinin ögeleri iki türlü tamamlanarak açıklanmıştır: a) "Ben yaşlı ve kısır bir kadınım!", b) "Yaşlı ve kısır bir kadın nasıl doğurabilir ki!" (İbn Atıyye, V, 178). Bir kısım müfessirler bu ayetlerdeki anlatım tarzıyla, misafire hemen geliş sebebini sormayıp önce ikramda bulunma, ikram hazırlığını belli etmeden yapma, olabildiğince en iyi ikramda bulunma, nezaketle buyur etme gibi misafir ağırlama adabı ile ilgili bazı kurallara işaret edildiği kanaatine ulaşmışlardır (Zemahşerî, IV, 30; Razî, XXVIII, 213-214). 35-37. ayetler meleklerin Hz. İbrahim'le konuşmalarının devamı olmayıp burada olayla ilgili ek bir bilgi verilmektedir. 35. ayetin başında yer alan ve mealde "derken" şeklinde karşılık verdiğimiz "fa" harfi, meleklerin Hz. İbrahim'le yapılan konuşmadan sonra burada belirtilen noktaya kadar geçen ve Hûd sûresinde anlatılan gelişmelere gönderme yapma anlamı içerir (İbn Âşûr, XXVII, 7).
İlk ayetteki sultan kelimesi bu bağlamda "açık kanıt" anlamına gelmektedir (İbn Atıyye, V, 179) ve bununla Hz. Mûsa'nın Firavun'un önünde sergilediği mûcizeler kastedilmektedir (İbn Âşûr, XXVII, 10). 39. ayetin "saltanatı sebebiyle" diye çevrilen kısmı, daha çok "sahip olduğu bütün güçleri, askerlerini, iktidarı elinde bulunduruyor olmayı kullanarak" veya "var gücüyle" manalarıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 31; İbn Atıyye, V, 179-180). 40. ayetin son cümlesi –mealde tercih edilen manaya göre– Firavun'un can verirken duyduğu pişmanlığa işaret etmektedir (krş. Yûnus 10/90-92). Müfessirlerin bir kısmı bu cümleyi, "O, kınanacak işler yapmaktaydı" şeklinde anlamışlardır ki, bu takdirde Firavun'un daha önce yaptığı kötülüklere işaret edilmiş olur (Taberî, XXVII, 3-4; Firavun ve Hz. Mûsa'nın ona karşı mücadelesi hakkında bk. A'raf 7/103 vd.; Yûnus 10/75-93; Kasas 28/31-32).
Zariyat Suresi 41-51. ayet
Âd kavminde de (ibretler var). Onlara silip süpüren rüzgarı göndermiştik.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, kül edip savuruyordu.
Semûd'da da (ibretler var). Onlara, "Bir süreye kadar faydalanın bakalım!" denmişti.
Rablerinin buyruğuna uymayı kendilerine yediremediler. Bu yüzden, bakıp dururlarken onları yıldırım yakalayıverdi!
Yerlerinden bile kalkamadılar ve kimseden yardım da alamadılar.
Bunlardan önce yaşayan Nûh'un kavminde de (ibretler var). Çünkü onlar yoldan çıkmış bir topluluk idi.
Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.
Yeri de biz döşedik; dolayısıyla güzel de yaptık!
Her şeyden çift çift yarattık, inceden inceye düşünesiniz diye.
(Peygamber şöyle dedi:) "Şu halde Allah'a sığının. Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından apaçık bir uyarıcıyım.
Allah'ın yanında başka tanrı edinmeyin. Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından apaçık bir uyarıcıyım."
Âd Hûd peygamberin, Semûd da Salih peygamberin kavminin adı olup Kur'an-ı Kerîm'de bu toplumların ve Nûh kavminin yapılan bütün ilahî uyarıları hafife almaları ve inkarcılıkta direnmeleri sebebiyle helak edilmelerine değişik vesilelerle dikkat çekilmiştir (Âd hakkında bk. A'raf 7/65-72; Hûd 11/50-60; Semûd hakkında bk. A'raf 7/73-79; Hûd 11/61-68; Nûh kavmi hakkında bk. A'raf 7/59-64; Yûnus 10/71-74; Hûd 11/25-49).
İlk üç ayette Cenab-ı Allah'ın sonsuz kudretini gösteren ve her an yakın çevremizde gözlemleyebildiğimiz üç çeşit kanıta değinilmekte, 50-51. ayetlerde de bunlardan çıkarılması gereken sonuç peygamberinin dilinden bir uyarı tarzında ifade edilmektedir: Başka kaçacak, sığınılacak yer yoktur, yalnız Allah'a sığınmak, O'nun gösterdiği yolda yürümek gerekir; O'nun yanında başka tanrılar uydurmak akıl ve iz'an sahibi varlıklara yaraşmaz.
47. ayette geçen eyd kelimesinin "kuvvet, kudret" veya "eller" manalarına göre değişik yorumlar yapılmıştır; bu yorumlar, göğün muhteşem yapısı ve düzeninin yüce Allah'ın kudretine bağlı olduğunu ifade etme noktasında birleşir (Razî, XXVIII, 226). "Şüphesiz biz genişletmekteyiz" diye çevrilen cümle için yapılan başlıca yorumlar şunlardır: a) Biz vüs'at yani genişlik ve kudret sahibiyiz; semadaki bu ihtişamı sağlamakla kudretimizden bir şey eksildiği sanılmamalıdır, dilesek daha da genişletiriz. Bakara sûresinin 255 ve Kaf sûresinin 38. ayetlerindeki içerik ve üslûp bu manayı çağrıştırmaktadır. b) Hiçbir şeye muhtaç olmadığımız gibi nimetleri bol bol ihsan eden de biziz; sıkıntıları giderir, darda kalanlara genişlik veririz (Şevkanî, V, 105; Elmalılı, VI, 4542-4543). c) Evreni genişletmekteyiz. Bu yorum daha çok, uzay cisimlerinin birbirinden uzaklaştığı ve aralarındaki mesafenin gitgide arttığı yönündeki bilimsel tesbitten hareketle ortaya konan "genişleme teorisi" ışığında yapılmıştır (bk. Celal Kırca, s. 62-63; eski dönemlerin alimlerinden bu yorumu destekleyen bazı açıklamalar için bk. Celal Yeniçeri, s. 110-115). Gök kelimesinin Kur'an'daki kullanımları dikkate alınarak genişletilen şey, bu ve benzeri bağlamlarda "evren" (Esed, III, 1070-1071), "dünyanın dışındaki bütün kainat" (Celal Kırca, s. 62) anlamlarında yorumlanabilmektedir. Razî göğün binaya ve yerin döşeğe benzetilmesini, göğün ana yapısında değişme olmamasına, yerin ise genişleme-daralma, denizlerinin karaya dönüşmesi gibi değişkenliklere açık olmasına bağlar (XXVIII, 225-226; göklerin ve yerin yaratılması hakkında bk. Bakara 2/22, 29).
Müfessirler "her şeyden çift çift yaratma"nın anlamını açıklarken daha çok "gece-gündüz, erkek-dişi, yer-gök, insan-cin, iman-küfür, ay-güneş" gibi karşıtlık örnekleri üzerinde durmuşlardır. Taberî bunu "Cenab-ı Allah'ın her yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması" şeklinde anlamanın uygun olacağı kanaatindedir. Yine Taberî'nin izahına göre burada esas amaç Allah'ın yaratma sıfatına dikkat çekmektir. O'nun yaratmasını –mesela ateşin yakma özelliği gibi– tek sonuçlu olarak algılamamak gerekir, O dilediği her şeyi dilediği biçimde yaratma gücüne sahiptir (XXVII, 8-9). Elmalılı, bu konudaki görüşleri özetledikten sonra, Beyzavî'nin "her cinsten iki nevi bulunduğu" tarzındaki yorumunu öncekileri de içine alması itibariyle daha kapsamlı bulur. Bununla birlikte o, ayetteki "her şey" ifadesinin sadece cinsleri değil fertleri de kapsadığını dikkate alarak, burada dış alemdekiler ile onların zihindeki formlarının uyumlu eşleşmesiyle tecelli eden idrak olayına da işaret bulunduğu yorumunu yapar; herhangi bir şey hakkında meydana gelen şuur hadisesinde bu ikiliğin kaçınılmaz olduğunu, bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şeyin tasdik edilemeyeceğini, tefekkür ve tezekkürde bulunulamayacağını, ayetin sonunda yer alan "ki inceden inceye düşünesiniz" ifadesinin de bunu desteklediğini belirtir (bk. VI, 4543-4544; ayrıca bk. Yasîn 36/36).
49. ayetin son cümlesi hem bu ayette hem de önceki iki ayette belirtilenler üzerinde düşünülmesini kapsadığından (Zemahşerî, IV, 31), sırf bulunduğu ayete bağlı düşünülmemesi için mealinde bu cümleyi "İnceden inceye düşünesiniz diye!" şeklinde sona aldık.
Zariyat Suresi 52-51. ayet
İşte böyle; kendilerinden öncekilere de hiçbir peygamber gelmemiştir ki, "O bir sihirbaz veya bir mecnun" demiş olmasınlar.
Sanki nesiller boyu birbirlerine hep bunu tavsiye etmişler! Daha doğrusu onlar sınır tanımayan bir topluluk!
Artık onlarla ilgilenme bundan dolayı (çağrına uymadılar diye sen) kınanacak değilsin.
Ama (alanlar için) öğüt vermeye devam et, zira öğüt inananlara fayda verir.
Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.
Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim.
Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi olan yalnızca Allah'tır.
Şu iyi bilinmeli ki haksızlığa sapanlar için geçmişteki benzerlerinin payı gibi bir ceza payı var! Şimdi onu benden acele istemesinler!
Başlarına geleceği bildirilen günden dolayı vay o inkarcıların haline!
Resûlullah'ın, çevresinden gördüğü kötü muameleyi ve inkarcıların onun hakkında kendisiyle asla bağdaşmayan sıfatlar uydurmalarını yadırgamayıp üzülmemesi için geçmiş toplumların tutumlarından örnek verilmektedir. 54-55. ayetlere göre Resûlullah'ın gerçekleri anlatmak uğruna ortaya koyduğu bunca çabaya rağmen direnişlerini sürdürenlere karşı yapması gereken şey, onlara aldırış etmeden doğru yolda yürümesi ve öğütten yararlanma yeteneğini yitirmemiş olanlara öğüt vermeyi sürdürmesidir. Vahiy alan ve mûcizelerle donatılan peygambere karşı bile böyle davranıldığına, buna rağmen ondan ayette belirtilen yolu izlemesi istendiğine göre, dini tebliğ görevi yapan müminlerin de benzer olumsuzluklarla karşılaştıklarında aynı yöntemi izlemeleri gerektiği anlaşılmaktadır.
Razî, peygamberler tarihinden örnekler vererek 52. ayette bütün peygamberlerin değil "resul" sıfatını taşıyanların kastedildiğini, ayrıca burada kapsamlı bir ifade kullanılmış olmasından bu ithamların herkes tarafından yapıldığı manasının çıkmayacağını belirtir (XXVIII, 229-230; "nebî" ile "resul" arasındaki fark için bk. Bakara 2/61; A'raf 7/157). Bu ve benzeri yerlerde "mecnun" kelimesini –yaygın anlamıyla– "akıl hastası,deli" şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında "cinlenmiş, cinin hakimiyetine girmiş" şeklinde yorumlamak da mümkündür (bk. Toshihiko Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 158-165; ayrıca bk. A'raf 7/184; Hicr 15/6). 53. ayette, müşriklerin Resûlullah'a karşı tutumları ile önceki toplumların kendi peygamberlerine karşı tutumları arasındaki benzerliğin sebebi olarak hatıra gelebilecek bir düşünceye, yani bunun bir hars, öncekilerden tevarüs edilmiş bir kültür olması ihtimaline değinildikten sonra "hayır!" veya "daha doğrusu..." buyurularak –muhtemelen, öncekilerle güçlü bir kültür etkileşimi içinde olmadıkları için– buna imkan bulunmadığına işaret edilmekte; hemen ardından da asıl sebebin öncekilerle bunların "azgınlık, taşkınlık etme" şeklinde özetlenebilecek ortak bir özellik taşımaları olduğu belirtilmektedir. Onları bu taşkınlığa ve mütecaviz davranmaya yönelten temel amil de ön yargıyla hareket edip inkarda taassup göstermeleridir. Taberî ayetin ilk cümlesini "Bu, nesilden nesile aktarılan bir telakki mi?" şeklinde anlarken, müfessirlerin çoğu bunu hayretle karışık bir istihza ifadesi olarak kabul edip aynı zaman diliminde yaşamadıkları için böyle bir etkileşimin imkansız olduğu açıklamasını yaparlar. Biz de bu anlayışa uygun olarak ayeti, "Sanki nesiller boyu birbirlerine hep bunu tavsiye etmişler! Daha doğrusu onlar azgın bir topluluk!" şeklinde çevirdik (bk. Taberî, XXVII, 9-10; Zemahşerî, IV, 32; İbn Atıyye, V, 182; Razî, XXVIII, 230).
54. ayette yer alan "Artık onlarla ilgilenme" anlamındaki buyruğun, bazı insanlara karşı tebliğ görevinin terkedilmesinin istendiği şeklinde yorumlanması doğru olmaz. Zira bu buyruk, ayetin devamında belirtildiği üzere Resûl-i Ekrem'in, herkesin hidayete ermesi için gösterdiği canhıraş çabaya rağmen bu sonuca ulaşamamaktan ötürü duyduğu üzüntüyle ilgilidir ve kendisinin bu sonuçtan sorumlu olmadığını bildirme amacı taşımaktadır. Nitekim müteakip ayette Hz. Peygamber'den (alanlar için) öğüt vermeye devam etmesi istenmiş, başka ay





